Oda arkadaşınız Recep Çetin’le, Malmö maçında kendi kalesine attığı röveşata golü değerlendirme fırsatınız olmuş muydu?
Otele geldik, moraller bozuk. Yemeği yedik, çıktık odaya. Futbol programı başladı İsveç televizyonunda, biz de Recep’le uzanmışız yataklara, programı izliyoruz. Jenerikte ilk gol, Recep’in golü. Şöyle yana doğru bir baktım, kendime kendime söylenir gibi “Ulan iki gol attık jeneriğe girememişiz” dedim. “Ulan senin ben!” diye üstüme atladı tabii. Enteresan adamdı zaten Recep… Çok özel bir oyuncuydu ama. Türkiye’de kalecinin kademesine giren ilk bekti. Felaket ya! Antrenmanda geçiyorsun, yetişip yine karşına çıkıyor.
PSV ile oynuyoruz… Romario diye bir oyuncu var, bildiğiniz Romario. Recep de onunla adam adama oynuyor. 70. dakikada oyundan çıktı Romario, topa değmedi neredeyse. Yerine giren de aynı şekilde. Neyse, maç bitti, PSV’nin hocası da Bobby Robson’dı, gelip Gordon’la konuşmaya başladı. Adam Recep’i istiyormuş meğer; “Dönmesin Türkiye’ye, burada kalsın” diyormuş. Gordon da “Kendisine soralım” falan demiş. Neyse mevzu ciddiye bindi, o gece karar verilecek duruma geldi. Belki ertesi gün Recep orada kalacak, biz gideceğiz. Recep de o ara nişanlıydı, akşam nişanlısını aradı. Kız da “Biz evleneceğiz Recep, ne işin var şimdi Hollanda’da!” falan deyip terslemiş. Neyse, sonunda kaldı Recep, Beşiktaş’ta oynamaya devam etti. Öyle bir çocuktu işte, yazık…
Fenerbahçe’ye transfer olduğunuzda, imza töreninizde bir ‘bayrak öpme’ krizi yaşanmıştı. Size Fenerbahçe bayrağı uzatıldı ama siz o bayrağı öpmediniz…
Bayrak, sancak vs. bunlar bizim kültürümüzde önemlidir. Bu yüzden, Beşiktaş altyapısında yetişmiş bir insana Fenerbahçe bayrağı uzatmak adil bir şey değil. Zira Beşiktaşlılık, şöyle bir şey: Genç takımda maça çıkmadan önce, Serpil Hamdi Tüzün bize Beşiktaş bayrağını öptürürdü. Bir de Köyiçi’nde yaşıyorsan, hangi takımı tutarsan tut, artık Beşiktaşlısındır.
Orada da herhâlde bir görevlinin aklına geldi bu ama öpemezsin abi, olmaz yani. Sağ olsun Fenerbahçe taraftarı da buna rağmen beni sevdi, kucakladı. Benim öpeceğim iki bayrak olur: Türk bayrağı ve Beşiktaş bayrağı. Öyle her bayrağı öpemezsin sonuçta, olmaz öyle şey.
Süleyman Seba’nın vefatından kısa süre önce birçok kişiyi etkileyen bir mektup yazmıştınız. O mektubu yazarken nasıl bir ruh hali içindeydiniz?
Benim Seba’yla ilişkim çok farklıydı. Onu çok seviyordum, sevilmeyecek adam değildi ki! Çok saygı değer bir insandı. Onun da beni sevdiğine inanıyorum. İşini doğru yapan, işine dört elle sarılan insanları çok severdi. Ancak ayrılışımdan dolayı, içimde beni çok rahatsız eden bir şey vardı. Seba’ya gidip bu durumu çözebilirdim, “Başkanım, yanlışlar bunlar” diyebilirdim. Seba, benim onun yanına gitmemi bekledi. Ben de Seba’nın düzeltmesini bekledim. Yıllarca bunun acısını çektim ben, o takımdan o şekilde ayrılmanın. İçimdeki kanayan yara da sonunda kağıda döküldü.
Mektubun hikâyesine gelirsek… Senin gibi genç bir editör arkadaş aradı. Seba’nın dört-beş ayı kalmış. “Seba için bir yazı yazar mısın?” dedi. Önce bir şey demedim. Burada, bahçedeyim. Çok duygusalım o aralar. “Düşüneceğim” gibi bir şeyler söyledim.
Çocuk, “Seba hasta, çok az ömrü kaldı” deyince çok duygulandım. Benim daktilocum hanımdır; işi yoksa ben söylerim, o yazar. Ellerimi de bağlarım arkamda… Hanıma seslendim, bilgisayarı aldı. Ben söylüyorum, o yazıyor… Yazı bittikten sonra tekrardan aldım, okudum, düzeltmeleri yaptım, noktasını virgülünü koydum… Yazı duruyor. Bu arada ağlıyorum. Yazı duruyor, ben duruyorum. “Bu yazı bende kalmamalı, paylaşmam lazım” dedim. Metin’i aradım, Sarı Fırtına’yı. Sabah gazetesinde yazıyordu o da…
-Oğlum, ben bir yazı yazdım Seba için. Bunun yayınlanmasını istiyorum. Sizde olur mu? -Ben hemen müdürle konuşayım, döneceğim sana.
Yazıyı isteyen arkadaşımızı da aradım, “Kusura bakma, ben bu yazıyı Sabah’a vereceğim. Daha çok kişiye ulaşsın” dedim. Yazı da böyle yayımlandı işte. İyi ki de yazmışım.