İkon nedir? Tekrar tekrar demlediğiniz, artık hiçbir lezzeti kalmayan çay poşetleri gibi, anlamını son zerresine kadar sıkıp artık yok ettiğimiz diğer tüm kelimelerle benzer bir şekilde ‘ikon’ da nasıl desem, yaptığı neredeyse herhangi bir şey için, günümüzde yaygaranın koparıldığı kişiye verilen kısa manşete atanan isimdir artık. Bu durum, internet çağının yaşandığı şu dönemde, ‘sanal dünyada varlığı olan ve bunu diğerlerine fark ettirebilen neredeyse herkes’ anlamına gelmekte. Kim Kardashian. Ve onun en son alışveriş hasatını kaydeden Los Angeles’lı video blogger iki milyonun üzerindeki adanmış seyircisine YouTube kanalında aşırı pahalı donanımı ile poz veriyor. Che Guevara; milyonlarca tişört satan siluet, Motosiklet Günlüğü filminde süper cool görünen adam, İsa’ya -hiç de- benzemeyen –ve bir de ölümcül- gerilla… Eric Cantona.
Buradaki fark ise Cantona’nın kendini son derece becerikli bir şekilde pazarlamasına, ismini ve kişiliğini spor giyim markalarına hiç çekinmeden satmasına ve büyük patronların reklamını yapmasına rağmen, -nasıl olduysa- ‘ikonluk’ mertebesini korumayı başarabilmesidir. O, hâlâ lezzetli bir çay poşeti ve kaynağından defalarca içilmiş olmasına rağmen henüz kurumamış bir memba… Öyle ki duyduğunda karşısında afallayacak Alex Ferguson’a “Yeter artık!” dedikten; top tekmelemekten elini eteğini çekip kendi adına bir futbolcunun ölümünü yaşadıktan; aktör, sanatçı ve özgür ruh olarak yepyeni bir hayata başladıktan yirmi yıl sonra bile bu değişmedi.
Fakat işin garibi, en büyük hayranları bile Cantona’yı Maradona, Di Stefano veya Platini ile bir tutmazlar. Oysa Cantona, diğerleri için ‘büyüklük’ olarak adlandırdığımız sınırı aşmıştır ne tuhaftır ki… Asla, onu yeteri kadar iyi görmeyenlerin savunduğu kadar başarısız olmamıştır. Manchester United’ı; dünyanın bu en meşhur futbol kulübünü, adeta baştan yaratmış (Eric’siz bir Ferguson düşünülemez) ve -Maradona’nın Napoli ve Arjantin’de yaptığı gibi- başta mükemmele yakın geçen 1995-1996 sezonu olmak üzere tek başına şampiyonluklar kazandırmıştır. Kariyerinin zirvesindeyken, Fransa Eric’siz de yapabileceğine karar vermiş ve Çek Cumhuriyeti’ne 1996 Avrupa Şampiyonası yarı finallerinde penaltılarla elenmiştir. Hem de Old Trafford’da, Eric’in bizzat kendi ‘Rüyalar Tiyatrosu’nda. Fransız atasözü ne derse desin, olmayan her zaman yanlış değildir.
Aslında Maviler (Les Bleus) performansı da kötü sayılmazdı Eric’in. Ben kendi adıma, her seferinde Eric’in milli takım performansının (45 maçta 20 gol) istatistiksel olarak Zinedine Zidane’dan daha iyi olduğunu (108 maçta 31 gol) tekrarlamaktan yorulmayacağım. Hiç penaltı kullanmamış Canto’nun maç başına 0.44 golüne karşılık, penaltı kullanmış Zizou’nun 0.29 golü… Ayrıca Eric, Fransız futbolu için bir geçiş dönemi olarak kabul edebileceğimiz, Platini’nin emekliliği ve Zidane’ın ortaya çıkışı arasındaki dönemde oynadı ki Fransa futbolu o sıralar tam anlamıyla, istisnai bir ismin çıkıp da futbola ağırlığını koymasına muhtaçtı desek yanlış olmaz. Nedense kendi ülkesinde dahi milli takım performansı küçümseniyor Cantona’nın. Hatta “Başarısız oldu” deniyor onun için. Hayır. Doğrusu, gayet de başarılı oldu.
Peki, ‘doğduğu ülke’ gerçekten de kendi ülkesi mi ki Cantona’nın? Bundan o bile pek emin değil. Kariyerinin ilk yıllarında Bordeaux, Montpellier ve Nimes’e sürüklenip engebeli yollardan geçen bu yılların göçebesi için sadece Manchester’a gidiş, sanki bir eve dönüş gibi oldu. Sadece İngiltere’de gerçekten kendi gibi olabiliyor; sadece İngiltere’de, daha sonraları aktörlük kariyerinin en bilinen repliği olacak “Ben Cantona’yım” deme hakkına erişebiliyordu. Ve iyi ki de öyle oldu; böylelikle, Eric’in tüm hayranları gibi yönetmen Ken Loach da ileride onun, onlarca maske takıp çıkarmasına rağmen, sevilesi, sinir bozucu kişiliğinden ödün vermeyen, her zaman kendi gibi olan bir adam olduğunu anlayacaktı. Asi. Şair. Takım oyuncusu. Serseri. Kendini beğenmiş. Aynı nefeste ve aynı anda hem şapşal, hem saf, hem de bilge olabilen… (Olabilmekten bahsediyorum, gözükmekten değil.)
Hikâyedeki belki de en büyük tezat, kendine manevi bir rehber olarak Arthur Rimbaud’yu seçen Eric’in, sporun bireysel başarılardan ibaret olmadığına inanmış o nadir sporculardan; belki de en özverili, en az bencil davranan takım sporcularından biri olması. Ben size “Her anlamda Thierry Henry’nin zıttıydı” diyeyim, siz anlayın. Bir keresinde “Gol atmak için sizin yüzde 99, yanınızdaki adamın yüzde 100 şansı varsa, pas verin” demiş ve dediğini de aynen uygulamış bir adam Cantona. Tabii kendisinin, yüzde 10 ihtimalle attığı golleri de izlemişsinizdir eminim: Wimbledon’a, Liverpool’a, Sunderland’e… Fakat yine de o, bu gollerin hiçbirini Lionel Messi’nin o sıkıcı muntazamlığıyla atmadı. Messi bir dâhi, belki benim en sevdiğim tarz dâhiler sınıfına girmiyor fakat o, şüphesiz ki bir dâhi. Cantona ise değildi. İşte muhtemelen, sizin futbol anlayışınız da bu iki kamptan hangisine dâhil olduğunuzla alakalı.
Ayağında top varken bir dâhi olsaydı Cantona’yı şimdiki kadar sevemezdik; gerçi dâhice oynadığı zamanlar da yok değil. Ama o, hiçbir zaman bunu saklayamadı, yalan söylemedi ve biz içten içe sporun her zaman ve sadece gerçeği yansıtmasını diledik. Tüm o kabadayılığına ve sinir bozucu tarzına rağmen, -mikrofonu suratına doğrultan muhabirlere saçma sapan öfke kusarken bile- Cantona doğru bildiğini söyledi. Onun (en hafif tabirle) ‘zor biri’ oluşu, cinnet geçirmeye son derece meyilli hâli ve bazen kendisine en çok değer verenlere bile hayli insafsız davrandığı gerçeği, aslında herkes tarafından bilinen ama kimsenin konuşmaya yanaşmadığı bir sır gibiydi. Aslında, pek büyük bir sır olduğu da söylenemez. Marsilya doğumlu bu genç hakkında, 15 yaşında o çok sevdiği Provence’ından kopartılıp soğuk, kasvetli ve bir kışın olması gerekenden çok daha uzun sürdüğü Auxerre’e getirildiğinden beri, futbolun o meşhur mikro-evreninde çokça hikâye dillendirilmekte. Hatta durun, henüz iki gün önce duyduğum bir tanesini paylaşayım sizlerle:
Olay 1986’da, Eric henüz sadece 20 yaşındayken gerçekleşiyor. Zamanın Auxerre Teknik Direktörü Guy Roux, Eric’in çuvalla gol attığı bir beşe beş maçtan sonra -göreceğini görmüş (ve en iyi oyuncusu hakkında her şeyi bildiğine inanmış) olacak ki- Eric’i yedeklerin olduğu karşı takıma koyuyor. Cantona bu duruma biraz sinirleniyor ve Roux’ya kendisini stoper oynatması için ısrarcı oluyor. Oynuyor da… Şimdi burayı biraz açıklamalıyım: Eric iri bir adam; hafif ağır sıklet bir boksör kadar yapılı ve hararetli bir tartışmada sizin tarafınızda olmasını tercih edeceğiniz tipte biri yani. Neyse, maç başlıyor ve her seferinde garibim Patrice Garande, -yani Eric ile yer değiştirmek durumunda kalmış olan ‘As’ takımın hücum oyuncusu- ne zaman Eric’in müdahale alanına girse, Canto adamın kemiklerini çatırdatıyor. Elbette Roux, bu durumdan hiç memnun olmuyor ve Eric’e biraz sakin olmasını söylüyor. Tam da o anda Cantona’nın tepesi bu sefer gerçekten atıyor ve çılgına dönmüş bir şekilde etrafındakilere bağırmaya başlıyor: “Hepiniz s******* gidin, her biriniz!”
Sonraki beş gün antrenmana çıkmıyor. Geri geldiğinde ise daha kimse bir şey demeden, tüm arkadaşlarının önünde, soyunma odasında herkesten özür diliyor. Sharapova ya da Gaitlinvari bir özür değil burda bahsettiğim; gerçekten içten gelen, samimi bir özür. Neredeyse bir haftaya yakın bir süre boyunca takımla idmana çıkmamış oluşunun nedeni ise bu süre boyunca kendi davranışından utanmış olmasından mütevellit, takım arkadaşlarıyla yüzleşememesinden başka bir şey değil. Düşünüyorum da; o adamı sevmemek zor olmalı. Bana göre imkânsız gibi bir şey hatta. Birçoğumuz 60’lar ve 70’lerdeki Fransız ‘serseri çocukları’ gibi yakamızı kaldırıp gezmeyi istedik. Sonra da buna cesaret edemedik, daha da önemlisi bunu yapıp da şimdi burada yazamayacağım sıfatlara benzememe becerisini gösteremedik. Şimdi yazmayayım fakat siz burada neyi kastettiğimi çok iyi biliyorsunuz, eminim. Cesaret ve yetenek, Eric’te ikisi de mevcuttu. Çocukluk hayallerimizde görebileceğimiz türden bir oyuncuydu, diğer taraftan başkalarına ‘gösteri’, ona ise ‘gösteriş’ gibi gelen kendi yaşamlarımızın sıradanlığından da pek uzak sayılmazdı.
Eric’i hayatta asla, Parc des Princes’te birlikte oynadıkları o nadir maçlardan birinde Zlatan gol attıktan sonra İsveçlinin sırtına ilk binen olmak için sıra kapmaya çalışan ve golü fotoğrafçılara verdiği pozla kutlayan David Beckham gibi göremezdiniz.
İşte bu yüzden, bu dünyaya bir Eric Cantona daha gelir mi, çok şüpheliyim. Her saniyesi sponsorlara fatura edilebilecek günümüz ikonlarının aksine o, bizden biri gibi kaldı. Ocak 1995’te Selhurst Park’ta kendisine hakaret eden o gerzeğin suratına uçan tekme atarken bile (müthiş bir zarafetle, tabiri caizse), sanki karşı reklam panolarının arkasında oturanlarla birlik olmuştu. Karşılaşabileceğiniz en kültürlü ve anlayışlı spor yazarı olan The Guardian’dan Richard Williams’ın dahi o zamanlar dediği gibi; Eric’in maktulünü ne kadar tanıdıysak, saldırganla o kadar yakınlık kurmuştuk. Fakat bu, Cantona’nın hapis cezası -sonradan üç haftalık kamu hizmeti cezasına indirgendi- ve federasyondan, kaptanı olduğu Fransa Milli Takımı kariyerinin bitmesiyle sonuçlanan saçma derecede ağır bir uzaklaştırma almasına engel olamamıştı. Sekiz ay, tanrım, dile kolay! Pep Guardiola’nın, Brescia için oynadığı dönemde yasaklı bir madde olan nandrolone testinden -iki kez- pozitif sonuç çıkması sonrası aldığı cezanın tam iki katı. Yine de biri aziz kabul edilirken diğeri günahkâr sayılıyor hâlâ. Eric bugüne kadar nereye gitse, sanki girdiği ortama ondan önce gözleri kör eden sapsarı bir kükürt bulutu doluyordu. Sebebini tahmin etmek ise zor değil; sonuçta kendisi, yıllardır otoritelerin suratlarına osurup duruyor…
Eric bizlerden, onu kusursuz olarak görmemizi asla beklemedi. Bizden tek talebi, genelde anlaşılmaz ve çelişkili de olsa -kendi için dahi-, onu olduğu gibi kabul etmemizdi. Ondan asla tutarlılık beklemeyin. Günümüzde olsa, sosyal medyada acil linç ekiplerinin alarma geçip hücum edeceği -ve sonunda ustaca sıyrılmayı başaracağı- fikirleri savundu. Hayatının neredeyse her dönemecinde kendisiyle çelişti. Bir yandan röportajlarında kapitalizmle vahşice savaşırken, diğer yandan, yaptığı son derece normalmiş gibi, ‘liberalizmin’ en kötüsünü sergileyen çok uluslu şirketlere ismini kiraladı. Parayı hiçbir zaman gerçekten umursamadı (sahiden de), fakat ıvırzıvır için kendine servet ödenmesine de karşı çıkmadı. Bazen, Paris sokaklarında bir kurşun yağmuru altında kalmış sağcı anarşist, hırsız ve katil Jacques Mesrine gibi, savunmasız olanları savundu. Yeri geldi, hiç tanımadığı insanlara tarif edilemez bir biçimde kaba davrandı. Yeri geldi, çocukluk arkadaşlarına kendilerinin bile idrak edemedikleri nedenler yüzünden sırtını döndü. O arkadaşlarından ikisiyle bizzat tanıştım ve tanıştığımda, ikisi de Eric’in giderken bıraktığı kapanmamış izleri hâlâ taşıyorlardı. Her şeyi ya siyah ya da beyaz olarak gören adamın kendi hayatını grilerin en grisinde yaşaması… Yine de, gene de, onu sevmemek zor, çok zor… Hatta, bir futbolcu ve insan olarak çıktığı o tuhaf özgürlük yolculuğunda geride bıraktığı kimseler için bile zor. Eric; inatla deneyen, denemeye devam edecek ve eğer olur da günün birinde talih onu dikkate almamayı seçerse orta parmağını göstermekten çekinmeyecek biri.
Şimdilerde o, profesyonel futbolculuğundan daha uzun süredir aktör; fakat dolabında, henüz bu işe dair gösterebilecek herhangi bir ödülü yok. Dürüst olmak gerekirse hiçbir zaman da olmayacak gibi. Çektiği sayısız reklam filminde gördüğümüz gibi; komediye doğal bir yeteneği olduğu açık. Ancak kendi seçimi olan o depresif, karanlık roller ya da ikinci karısı Rachida Brakni’nin altı yıl kadar önce Paris’te yönettiği Face au paradis’teki tek kişilik oyun Eric’in aleyhine işliyor. Kafasında ’sanat’ diye nitelendirdiği şey, Beaux-Arts’ta ikinci yılını geçirmekte olan bir öğrenciyi utandırırdı açıkcası. Cantona değil de bir başkası olsa, oyunculuk hevesi bu derece yerine getirilmeye çalışılır mıydı, şüpheli. Gerçi, “Kime ne?” diyebilirsiniz. Bunu yapacak cesareti var ve önemli olan da bu zaten.
Eric hâlâ muhteşem görünüyor. Bir odaya girdiğinde hâlâ tüm sesler kesiliyor, gözler ona dönüyor. Sonuçta, o hâlâ Cantona… Bazen merak ediyorum; kendisi, bunun ne demek olduğunun farkında mıdır acaba?
*Bu yazı ilk olarak Socrates‘in Nisan 2016 sayısında yayımlandı. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.