“Teyzemle mutfakta kahve içip muhabbet ediyorduk. Radyo, sabah haberlerini veriyordu. Spiker, Pete Maravich’in hayatını kaybettiğini söyledi. Maravich’i New Orleans’ta oynarken izlemiştim, Utah Jazz’ın New Orleans Jazz olduğu zamanlar… Onu görmeliydiniz; kahverengi saçları ve gevşek çoraplarıyla basketbol dünyasının kutsal terörü, sahaların yüksekten uçan sihirbazı… Onu izlediğim akşam topu sanki gözleriyle sürüyor, arkasından çevirip potaya bırakıyordu, hem de çembere dahi bakmadan. O gün 38 sayı falan atmış olmalı. Gözleri bağlı bile oynayabilirdi. Kariyeri çok uzun sürmedi ve bir ‘unutulmuş’ olarak damgalandı ama ben onu unutmadım. Bazı insanlar hafızanızdan silinir gibi olurlar ama gerçekten gittiklerinde, sanki hiç silinmemişler gibi hissedersiniz. Dignity‘nin sözlerini yazmaya da Pete Maravich’in ölüm haberini aldığım günün öğleninde başladım ve aynı günün akşamında bitirdim.”
Bob Dylan, iki parçadan oluşan otobiyografisi Bob Dylan Chronicles‘ın ilk bölümünde, Dignity‘nin çıkış hikâyesini böyle anlatır. Ancak onun asıl ilgi alanı, beyzboldur. 2006’da Rolling Stone dergisi için bir röportaj gerçekleştiren yazar Jonathan Lethem, Dylan’a hangi beyzbol takımını tuttuğunu sorar ve beklediğinden uzun bir cevap alır:
“Beyzbol takımlarıyla ilgili temel problem, tüm oyuncuların bir şekilde takas ediliyor olması. Tuttuğunuz takımın sevdiğiniz oyuncuları, bir süre sonra başka bir takımda karşınıza çıkıyor. Bu şartlar altında, bir takıma bağlanmak çok zor.”
Hayatı ve müzik kariyeri ‘değişim’ üzerine kurulu birinin takaslardan ve kadro değişimlerinden şikâyetçi olması garip ama bu tavır, belki de Dylan’ın bazı hayranlarını anlamasına yardımcı olabilir. Onlar da The Times They are A-Changin’ ve Bringing it All Back Home albümleri arasındaki akustik sınırların aşıldığı radikal geçişten rahatsız olmuşlardı ve takımları kadar sevdikleri bir adamın bildikleri yoldan sapmamasını istemişlerdi belki. Haklılar mıydı? Sanmıyorum. Nasıl ki bir takım ‘daha iyi’ olacağına inandığı için takas yapıyorsa Dylan da muhtemelen kendini ‘daha iyi’ hissedeceğine inandığı şarkılar yapmıştı sadece. New Yorker dergisinin genel yayın yönetmeni David Remnick de son yazılarından birinde bunu destekleyen bir örnek veriyor.
Remnick, ‘sıcak el teorisi’nden bahsettiği ve Stephen Curry ile başladığı yazıyı Bob Dylan’a bağlayıp Türkiye’de ‘yanmak’ fiili ile tarif edilen bir duruma değiniyor; yani bir oyuncunun bir maçta normalden daha yüzdeli şut atmasına ve herkesi her attığını sokacağına inandırmasına… Remnick, bilimsel araştırmalarla desteklediği yazıda bunun bir tesadüf mü yoksa gerçeklik mi olduğunu sorguladıktan sonra, aynı şeyin yazarlar, müzisyenler ya da ressamlar için de geçerli olabileceğini söylüyor ve dümenini Dylan’a kırıyor:
“Bob Dylan’ın vahşi ilham ve yaratıcılığının en yoğun zamanları, 1965’in başından bir sonraki yılın yaz aylarına kadarki 15 aylık döneme tekabül eder. Eline geçen her şeyin üzerine şarkı sözleri karaladığı, Rolling Stones ve Beatles dinlediği, sürrealistleri ve beat kuşağı yazarlarını okuduğu bir dönemden bahsediyorum; Bringing It All Back Home, Highway 61 Revisited ve Blonde on Blonde gibi muhteşem albümleri kaydettiği bir dönem.”
Bu örnekten yola çıkmak, teoriyi açıklamaya yeter mi bilmiyorum ama herhangi bir şeye Bob Dylan ile başlamak iyidir. Açılışında The Man In Me çalan The Big Lebowski kanıtlarımdan biri ve sanırım tüm hikâye ‘içindeki adamı bulmak’la ilgili.
*Bu yazı ilk olarak Socrates’in Aralık 2015 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.