Manchester şehri, iki büyük takıma ev sahipliği yapıyordu. Artık, iki de büyük teknik adamın evi olacak. Tarihin kimi galip kılacağını ise hep beraber yaşayıp göreceğiz.
Avrupa’nın önde gelen birçok gazetesi, muhabirlerini bu yaz Manchester’a yollamayı tercih etti. Brexit, yani Britanya’nın Avrupa Birliği’nden çıkışı sonrası verilen tepkiler yerine, iki önemli teknik direktör; Pep Guardiola ve Jose Mourinho’nun son durakları hakkında renkli haberler yapmanın peşindeydiler.
Roma, Barselona, Berlin ve Paris’ten gelen yazarlar Britanya’nın 2.5 milyonluk nüfusuyla en büyük ikinci kentinin havasını yakalamaya çalışıyorlardı. Manchester’ın çirkin bir sanayi kenti olması gibi çeşitli eski klişelerin ötesine geçmeyi başardılar. 30 yıl önce bu doğruydu ancak Manchester, kendini güçlü bir ekonomi sayesinde baştan yaratmıştı. Manchester sanayi devrimine ev sahipliği yaparken inşa edilen 19. yüzyıldan kalma pamuk atölyeleri, yıkımdan kurtulmuş ve apartmanlara dönüştürülmüştü. Camdan kuleler gökyüzüne yükselirken, göz alıcı beyaz köprüler kanalları donatıyordu.
İngiltere’nin kuzeyinde yer alan Liverpool, Leeds ve Newcastle gibi büyük şehirler kendini geliştirmişti ama en sağlam dönüşümü yaşayan Manchester’dı.
Manchester’ın Liverpool’la yaşadığı rekabet oldukça uzun ömürlüdür. Bütün önemli rekabetlerdeki gibi en büyük ayrımı yaratan da iki şehrin ortak noktalarıdır. Manchester ve Liverpool, güçlü bir işçi sınıfına ve İrlanda kökenli göçmenlerin yoğunlukta olduğu bir nüfusa sahip.
Aralarında 57 kilometre bulunan iki kent, hareketli ekonomileriyle 19. yüzyılda sevgi-nefret ilişkisi yaşamaya başlamıştı. Liverpool kendini dünyanın en iyi limanı addediyordu; milyonlarca insan için Kuzey Amerika’ya açılan bir kapı ve İngiliz İmparatorluğu’nun en önemli ticaret noktasıydı ne de olsa.
Manchester ise müthiş noktalara varan kumaş üretimiyle ‘Pamukkent’ unvanına sahipti, hatta öyle ki “Manchester üretir, Liverpool satar” deyimi doğmuştu.
Daha büyük kazanç niyetiyle yaratılan ortaklık sonucu tarihteki ilk yolcu treni 1830’da işe koyuluyordu. Ancak 1878’de, yani Manchester United’ın Newton Heath adıyla kurulduğu yılda, dünya çapındaki ticaret krizi Manchester’ı ekonomik durgunluk ve iş göçüyle pençesi altına almıştı. Kabahat, ithal pamuğu yüksek fiyatlara satarak Manchester ve çevresindeki imalathaneleri zora sokan Liverpool’da bulunmuştu.
Manchester için çözüm, şehrin kıyı şeridine ulaşıp kendi limanına sahip olmaktı. Böylelikle aracı konumundaki Liverpool denklemden çıkacaktı. Büyük gemilerin sığabileceği bir kanal tasarısı ortaya atıldığında Liverpool sakinlerinin tepkisi gerçekten çok sert oldu. Tasarıyla dalga geçerek projenin gerçekleşmesini engellemeye çalıştılar. Ekonomik bir çözüm olan kanala karşı Liverpool’un düzenlediği propaganda, müzikhol şarkılarından pantomim gösterilerine kadar uzanıyordu. Yine de Manchester’a Gemi Kanalı’nın inşa edilmesine ve bunun, her ne kadar denizden 65 kilometre uzakta olsa da ülkenin en çok çalışan üçüncü limanına dönüşmesine engel olamadılar. Manchester United’ın armasındaki şeytanın üzerindeki gemi de kanalı ve yaşananları temsil etmeye devam etmekte.
Liverpool limanı, Britanya’nın kolonileri özgürlüğünü kazanıp konteyner gemileri yaygınlaştıkça önemini kaybetmeye yüz tutmuştu. Tekstil sektörünün dağılması Manchester’ı etkilemiş ve iki şehirde de nesiller boyu sürecek bir ekonomik gerileme başlamıştı. Endüstrinin hızla gerilemesi ve kenar mahallelerin yaygınlaşmasına, işçi sınıfında fakirliğin artması da eklenmişti. Dönemin dip noktası ise 1981 yılında Manchester’ın Moss Side, Liverpool’un Toxteth bölgelerinde yaşanan şiddet dolu ayaklanmalarla görülmüştü.
Ancak mesele futbol ve müziğe geldiğinde, iki şehir de bölgesel ağırlıklarının çok üzerinde bir noktada kalıyor ve dünya çapında milyonlarca insan için özel bir konum elde ediyordu. Bu durum da aralarındaki rekabeti güçlendiriyor ve canlandırıyordu.
United ve Liverpool, İngiliz futbolunun her daim en büyük iki takımı oldu. Ve yıllar boyu United’ın rakibi, komşusu City değil, Liverpool’du. Başka hiçbir takım United’ın 20, Liverpool’un 18 şampiyonluk sayısına yaklaşamadı bile.
Liverpool beş Avrupa Kupası kazandı, United üç. İngiltere’nin kuzeybatısında “İstanbul” dendiğinde, hâlâ akıllara Türkiye’nin en büyük şehri ve deplasman ziyaretleri değil, 2005’te oynanan ve Liverpool’un oldukça dramatik bir şekilde kazandığı Şampiyonlar Ligi finali gelir mesela. Liverpool çekişmesi bir yana, United’ın asıl kent içi rekabette olduğu komşusu Manchester City ise bir zamanlar Avrupa futbolunun yabancısıydı. Hatta United taraftarı uzun yıllar boyunca, Avrupa’da oynama şansları olmadığı için City taraftarıyla “Pasaporta ihtiyacınız yok!” diyerek dalga geçti.
Buna rağmen City, ülkenin en çok desteklenen takımlarından biriydi ama en iyisi değildi. 1950’li yıllardan beri United büyük kalabalıkları peşinden sürüklüyordu ve bu durum 1967-1993 yılları arasında, tek bir şampiyonluk kazanamadıkları 26 yıl için bile geçerli bir durumdu. Ama Sir Alex Ferguson’ın United’ı kazanmaya başladığında, bir daha durmak bilmedi. Kazanılan 13 şampiyonluk 1967 öncesi elde edilen 7 taneye eklendiğinde, Liverpool’un 18 kupası ikinci sıraya düşüyordu. Bu yazar Mayıs 1992’de, United Anfield’da Liverpool’a yenilerek şampiyonluğu Leeds United’a kaybettiğinde ve Liverpool taraftarı “Siz hiç United’ın şampiyon olduğunu gördünüz mü?” tezahüratıyla karşılaştığında, kendisini böyle bir geleceğin beklediğini düşünmüyordu.
Ama bir sonraki sezon kazandılar. Cantona geldikten ve Premier Lig kurulduktan sonra hem de… 1993’ten beri United 13 Premier Lig şampiyonluğu elde etti. Liverpool ise hiç kazanamadı. Manchester City bile kazandı, düşünün. United taraftarı ise iki takımı da kapsayan bir tezahürata sahip ki bu da hangi takımın gerçek rakipleri olduğunu gösteriyor.
“Bir ateş yakın, ama Liverpool’lular (Scousers) üstte olsun,” diye bağırıyorlar. “City’yi de ortaya koyun ve alayını ateşe verin!” United tarihindeki iki Avrupa kupası ve sayısız yerel kupa Ferguson önderliğinde kazanıldı. Ancak İskoç teknik adam 26 yıl sonra, 2013’te menajerlik koltuğunu bıraktığında United tökezlemeye başladı.
Belki de bu, Ferguson’ın son yıllarında mucizeler yaratmasıyla alakalıydı. Zira 2005 yılında ABD’li Glazer Ailesi’nin takımı devralması taraftarlar arasında derin bir memnuniyetsizlik yaratmıştı. Glazer’lar takımı ciddi bir borcun altına girerek almıştı, ardından da borcu karşılayabilmek için United’ı ipotek ettirdiler. İpoteği kaldırmanın yükü de taraftarlardan elde edilecek gelirlere bağlıydı. Takım o vakitten beri çeşitli borçların faizlerine 500 milyon sterline yakın ödeme yaptı. United her zaman için transferde büyük takımlarla baş edebileceğini düşünürdü ancak Karim Benzema’dan Wesley Sneijder’e kadar birçok girişimde parasal açıdan eksik kaldılar.
Ferguson, transferin pazarda karşılığı olmadığını söylüyordu. Ancak gerçekte, futbolda kendini gösteren bonservis enflasyonuyla baş etmekte başarısız olmuştu. Tüm bunlar olurken şehrin uzun zamandır sessiz kalan yakasında hareketlilik vardı. Manchester City güçleniyordu.
United cephesinde ise post-Ferguson sendromu başlamıştı bile. Jose Mourinho, 2013 yılında Ferguson’ın yerini almak istemişti. Başında bulunduğu Real Madrid, Ferguson’ın son sezonunda United’ı Şampiyonlar Ligi’nden elemişti. Mourinho deplasmandaki bir hocanın övebileceği kadar United’ı övmüş ve iyi takımın kaybettiğini söylemişti. Ancak Portekizli göz ardı edildi ve Ferguson halefi olarak kendisi gibi bir diğer İskoç David Moyes’i gösterdi.
Huzursuzluk, uzun yıllardır görev yapan kıdemli yönetici (chief executive) David Gill’in istifa kararıyla katlanarak arttı. Moyes de Ferguson’ın yardımcılarını kovarak işini kolaylaştırmadı; halbuki onlar gerçek anlamda kendisine, yani dünyanın en büyük üç kulübünden birini yönetme işinin baskını hisseden bir adama destek çıkabilecek isimlerdi.
United taraftarı kazanmamaya alışık değildi ve daha da fenası Manchester City, 2008’de gerçekleşen Abu Dhabi kökenli yönetim değişiminin meyvelerini toplamaya başlamıştı. Artık paraları çoktu. United tarafı epey bir zamandır City ile 1976 yılından bu yana hiçbir şey kazanamadığı için dalga geçiyordu. Şarkılar ve bayraklar bu şakaların araçları olmuştu.
Old Trafford’daki Stretford End tribününe asılan bir sayaç, City’nin kupasız kaldığı seneleri gösteriyor ve yıllar geçtikçe de bu sayı birer birer artıyordu. 2011 yılında sayaç 35 yılı göstermişti artık. United taraftarı “35 yıl ve siz bir s.k kazanamadınız! 35 yıl, 35!” tezahüratını diline dolamıştı. 2011 yılında, City sonunda bir kupa kazandı. Üstelik FA Kupası finaline giden yolda United’ı elediler. Yaya Toure ve Sergio Agüero gibi güçlü isimleri göz önüne aldığınızda başarı kaçınılmazdı belki de. Bir yıl sonra City, son maçın son dakikasında Sergio Agüero’nun golüyle Premier Lig şampiyonu olmayı da başardı. O gol aynı zamanda, United’ı ikinci sıraya düşürmüştü.
City taraftarı artık kendine güvenebilirdi. İngiltere’deki diğer kulüp taraftarları takımın yeni para kaynağından hazzetmese de City taraftarı her zaman için takımlarını desteklediklerini söylüyorlardı. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı’ndan önce City, Manchester şehrinin en başarılı ve en çok desteklenen takımı olduğu on yıllık bir dönem yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Old Trafford, Alman uçakları tarafından bombalanmıştı ve savaş bittiğinde City, beş yıllığına United’ı kendi stadyumuna davet etmişti. United minnettar bir şekilde kabul etti. Biraz da komşuları sayesinde, o dönemde City’yi geçmeyi başardılar. Bunda harika bir teknik direktör olan Matt Busby’nin etkisi büyüktü.
İskoç teknik adam, genç oyuncu yetiştirmesiyle gurur duyuyordu; Busby’nin Bebekleri’ni. Genç oyuncuların yer aldığı ilk jenerasyonun büyük bir kısmı 1958 Münih Hava Kazası’nda ortadan yok olmuştu. Ama United yeniden ayağa kalktı ve on yıl sonra ilk Avrupa kupasını kazandı. Bunu başaran ilk İngiliz takımıydılar. Kupayı kaldıranlardan sadece bir oyuncu uçaktaydı, Bobby Charlton. Bu başarıları kazanırken, yanında George Best ve Dennis Law vardı.
759 kere United forması giyen ve sadece Giggs’in egale edebildiği bir rekorun sahibi olan Charlton, hâlâ United yönetiminde yer alıyor. 2013 ve 2014’te Mourinho’nun takımın başına geçmesine karşı çıkmıştı. Bu yıl başında Mourinho göreve gelirken, aynı Alex Ferguson gibi, çok sıcak baktığı söylenemezdi. Ama United’ın Mourinho’ya ihtiyacı vardı, özellikle baş düşmanı Pep Guardiola City’nin başına geçmişken. United, 2015’in ortasından beri böyle bir ihtimalin varlığından haberdardı aslında. Guardiola, United için bir numaralı adaylardan biriydi ama City’nin başına geçmesine engel olunması zordu. Onun yerine -Louis van Gaal ile işlerin yürümemesiyle de birlikte- United eldeki seçenekleri değerlendirmeye başladı. İki opsiyon vardı; Ryan Giggs veya Chelsea tarafından kovulan, dahası hâlâ United’ı isteyen Jose Mourinho.
United, romantik tercih olan Giggs’i değerlendirdi. Galli, 13 yaşından beri kulüpteydi ama menajerlik deneyimi yoktu. Bela çıkarmasıyla ünlü Mourinho ise yedinci, dördüncü ve beşinci bitirilen sezonların ardından, büyük başarı vaat ediyordu. Geçtiğimiz 20 yılda, United hep ya birinci ya da ikinciydi. Bunu özlemeye başlamışlardı. Görevinin başındaki Louis van Gaal, United’ı Şampiyonlar Ligi’ne taşıma şansına sahipti ama başarısız olmuştu. Oynattığı futbol sıkıcıydı ve taraftar yavaş yavaş güvenini kaybediyordu. United bu yüzden, Mourinho’yla; yani Pep Guardiola’nın dehasına karşılık verebilecek tek isimle şansını denemek istedi.
Bu yaz bir anda Manchester derbisi dünyanın geri kalanı için çok daha ilginçleşti. İspanya’da cepheler belli olmuştu bile; Real Madrid taraftarı Mourinho’nun, Barcelona taraftarı ise Guardiola’nın başarısını bekliyordu. Futbol dünyası, birkaç yıl önce ikilinin rekabetiyle hem büyülenmiş hem de ürkmüştü. 2011 yılında, bir ay içinde oynanan dört El Clasico maçı rekabetin zirvesiydi. Guardiola’nın takımı daha iyiydi ve Mourinho’nun işi, onların oynamasını engellemekti. Bunda da genelde başarılı olamadı.
Guardiola-Mourinho ikilisi, aralarındaki çekişmeye rağmen 90’lı yıllarda, Barcelona’nın Bobby Robson ve Louis van Gaal dönemlerinde beraber çalışmışlardı. Hatta Guardiola’nın lider özelliklerini öven, Robson’ın yardımcısı Mourinho olmuştu.
“Aklımıza bir şey yatmadığında konuştuğumuz, fikirlerimizi paylaştığımız oluyordu ancak aramızdaki ilişkiyi belirlemedi” diye anımsıyor o günleri Guardiola, “O Robson’ın yardımcısıydı, bense futbolcuydum.”
İkili birçok defa basın önünde de kafa kafaya geldi. 2011’deki bir atışma sonrasında Guardiola, geçmişteki ilişkilerini “Arkadaşlık? Hayır, arkadaşlık diyemeyiz ama iş ilişkisi söz konusu” diyerek yeniden değerlendirdi.
En iyi olma adına verdikleri yarışta, Pep’e karşı Jose rekabetinin yenilenmesi Manchester şehrinin işine yarayacak gibi. United-Liverpool rekabeti ise şu günlerde eski önemini yitirmişe benziyor. United tribünlerine, Ibrahimovic’in kariyerini yakından takip eden zengin İsveçlilerin yanı sıra, diğer turistlerin de ilgisi kat kat artıyor.
Ibrahimovic de daha önce arasının açıldığı Guardiola’ya kendisini kanıtlamaya çalışacak bir diğer isim olacak.
İspanyol gazetesi El Pais’in muhabiri, bu yaz Manchester şehrini ilk ziyareti sonunda “Dünyanın gözü Mou ve Pep rekabetinin üzerinde” sonucuna varmıştı. Aslında doğrusu şöyle olmalıydı: “Dünyanın gözleri Manchester’ın üzerinde.”