Klişeyle başlayalım: Yılların “eskitemediği” ses Levent Özçelik, Arnavutluk’un korner atışı sırasında ses veriyor: “Ceza sahası içinde dört Arnavut var!” Peşi sıra ekran başında düzeltiyoruz, “Ne dördü, içeride en az 7-8 Arnavut var, ama bazıları İsviçre pasaportlu.” İlerleyen dakikalarda bir ara, hadiseye devam ediyor, “Kendi ülkesinin takımına karşı oynamak çok farklı bir duygu olsa gerek.” E tabiİ, bohçada biriktirdiğiniz, bildik milliyetçi azık olunca, hadiselere böyle şaşırıp durursunuz. Yoksa, endüstriyel futbol uzun zamandır hadiseyi halletmiş durumda, halledememiş olan gündelik sağcı, lüzumsuz bir siyaset. Levent Bey’i dışarıda bırakıyoruz tabii, zira kendisinin üzerimizde emeği çok, yine kendisi nadir kalmış izan sahibi spikerlerden…
Peki bu kadar tatava niye. Özetleyelim; cumartesi günü İsviçre ile Arnavutluk Euro 2016 A Grubu’nda ilk maçlarına çıktılar. Bildik, ulus-devlet terminolojisinden okuyunca, iki “millet” maçı gibi gözükse de, sahadaki 11’ler farklı konuşuyordu. Zira sahaya bir sofra kurulmuş ama davet yapılırken biraz kafalar karışmış, neden mi? Açıklayalım, ama farklı bir reçeteyle…
Önce, İsviçre doğumlu ve hatta İsviçre genç takımlarında oynamış futbolculara bir bakalım (soy isimleri kafi olsun, meraklısı secerelere dalabilir): Xhimshiti, Aliji, Veseli, Basha, Gashi, T. Xhaka (ki bu arkadaşa tekrar döneceğiz), Abrashi, Ajet, Lenjan. Tam 9 İsviçre doğumlu futbolcu. Buraya kadar normal, zira Avrupa’dan bahsediyoruz ve Türkiye’de yaşıyoruz, özetliyoruz: “Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde…” Hız kesmeden devam ediyoruz, total futbolun gereği bu: Shaqiri, Behrami, Mehmedi, Dzemaili, Abdi (Yine İsviçre doğumlu ama Arnavut ailelerin çocuğu G. Xhaka ve Kasami). Hiç uzatmayalım, zira muhabbeti saldıkça kafalar iyice ambale olacak: İlk saydığımız 9 kişilik İsviçre doğumlu ekip Arnavutluk milli takımı oyuncusu iken, son saydığımız grup İsviçre için ter döküyor. Ortalıkta bu kadar Arnavut olunca ecdat biraz tereddüt edebilir. Zira bunun İskender Bey’i var, Tepedelenli Ali Paşa’sı var, İttihatçı (ve Abdülhamit suikastı müsebbiblerinden) İbrahim Temo’su var. Var da var yani. Neyse ecdadın canını sıkmayıp, hadiseyi Mehmet Akif Ersoy’la kapayalım, böylesi de var kıvamında… Hem ben Arnavutları sever, Nihal Atsız’dan hiç haz etmem, dolayısıyla benim pozisyonum yerinde.
Bu çocukların böyle yollara düşmesinin nedeni de işte bu milliyetçi bela. Zira yaşlarına bakılınca, hadiseye vakıf oluyoruz; mevzu tam da Yugoslavya’nın dağıldığı, Arnavutluk’un yamulduğu zamanlara denk geliyor. Ama asıl hadise Kosova menşeili, zira bir çoğunun kökeni orası, ki Kosova, Sırp milliyetçiliğinin son hedeflerinden biriydi. Hadi tamam eski Yugoslavya’yı anladık, peki bu sözde çokkültürlü -ne çok kültürü yahu, basbaya Arnavut tasdikli- İsviçre’ye ne oluyor? Bilmeyenlere hatılatalım; hani şu sefil ‘beyaz koyunların itelediği kara koyun’lu seçim afişi vardı ya (o kara koyun bizim de içinde bulunduğumuz insancıklar oluyor), hah işte o afişi yapan İsviçre Halk Partisi’nin çoğunlukta olduğu bir parlementonun yönettiği bir ülkenin takımı bu takım, ki içindeki diğer ‘kara koyun’ oyunculardan bahsetmiyoruz. Ne kadar sıkıcı bir sağcı, yılışık bir millici muhabbet. Ben yazarken bezdim.
Bu bir (pipo) pozisyon değil: Kör inek Loric Cana
Maç boyu, gönül her türlü Arnavutlardaydı tabii. Ortalıkta bu kadar Arnavut olunca, tekmil vermekte fayda var; göğsünde kartal (şkiptar) olanındaydı yani. Özellikle iki ayrı takımda oynayan Taulant ve Granit Xhaka (“şaka” gibi okunabilir, serbest) kardeşleri görünce içimiz başka türlü bir cız etti, aynı Boateng kardeşlerde olduğu gibi. Ama bu başka tabii, daha bir yakın, daha bir sahici. Hele İsviçre forması giyen Granit’i aile içinde düşünmek bile istemiyoruz, zira bahsettiğimiz de Arnavut ailesi, öyle böyle değil hani… Böyle giderken, bu stresi öteleyen başka bir hadise oldu. 36. dakikada Lorik Cana kırmızı kartı yedi. Ve o meşhur Arnavut inadı -ki hiç fena gitmiyordu- bile maçın sonunu getiremedi. Cana’nın gördüğü o ilginç kırmızı kart pozisyonunda aklıma, vaktinde yaptığımız bir Balkan yolculuğunda Tanıl Bora’nın (ki kendisi de bir Şkiptar’dır) anlattığı bir hikâye geldi. Enver Hoca zamanlarında, özel mülkiyet külliyen yasakken, Arnavut ahali, bodrumlarında, can ve Enver “can” korkusundan, camı çerçevesi yekten izole yerlerde inek besler. İnek de malum, özel mülkiyet. İnekcağız, buzağı döneminden ineklik donemine kadar hayatı kapkaranlık, küçücük bir mekan içinde geçirir. Sonra, tek inek serbestisi çıkınca, Arnavut kardeşler inekleri çayırlara salar. Ama karanlık içinde büyüyen ineklerin gözüne perde inmiştir, ve nereye gideceklerini, nerede otlayacaklarını şaşırırlar. Olay uluslararası “baytar” camiasının ilgisine bile mazhar olur. Neyse konumuz bu değil, konumuz Loric Cana’nın, hayatını sanki karanlık bir bodrumda geçirip de sahaya fırlamış inek gibi gördüğü kırmızı kart… İskender Bey duymasın valla… Enver Hoca’ya hiç girmiyorum!