7 Şubat 1964 sabahı The Beatles, Londra’dan kalkan bir uçakla New York’a varmış ve devasa bir kalabalık tarafından karşılanmıştı. John F. Kennedy suikastinin üzerinden henüz sadece 11 ay geçmişti, paranoyayı en derinden hisseden Amerika Birleşik Devletleri’nde yepyeni bir dünyanın kapıları açılıyordu. İngiltere’de parlayan bu dört adamın etkisi gitgide büyüyordu ve bu ziyaret sıradan bir turne olarak kalmayacaktı. Hep hatırlanacak, dönüm noktası olarak anılacaktı.
Tek dönüm noktası bu değildi. Aynı günlerde boks dünyası da son yılların en büyük maçına hazırlanmaktaydı. 22 yaşındaki Muhammed Ali, döneminin bir numarası Sonny Liston’a meydan okumuştu, ikili birkaç gün içinde kapışacaktı. Ali ya da o dönemki adıyla Cassius Clay rakibinin özgeçmişini umursamıyor, bu dövüşe ikna etmek için defalarca kışkırttığı Liston hakkında ileri geri konuşmayı sürdürüyordu. Çenesi en az yumrukları kadar kuvvetliydi, en yakınındakiler dahi onu kontrol altına alamıyordu. Tarafsız bakanlar aslında bu genç adama çok şans vermiyordu ve ilk bakışta bunun sıradan bir kapışma olacağı düşünülüyordu. Ali biraz konuşacak, iddialı sözler sarf edecek, bilet sattıracak, en nihayetinde dayak yiyecekti. Plan buydu.
İngiliz dörtlü için her şey yolunda gidiyordu. Vardıkları her durakta milyonlar onları karşılıyor; saçları, tavırları ve müzikleri farklı olan bu adamların yaptığı devrim konuşuluyordu. O günlerin en popüler televizyon programı Ed Sullivan Show’daki performansları, ilk ABD ziyaretlerinden en çok akılda kalan andı. Ünleri çoktan Britanya haritasının dışına taşmıştı ama pek kimse Amerikan televizyonlarını fethedeceklerini, 70 milyonun üzerinde insan tarafından canlı izleneceklerini bilmiyordu. O sırada, bütün bunları yaparken dünyanın yeni büyük boksörüyle tanışacakları da tahmin edilmiyordu.
Talih, genç gazeteci Robert Lipsyte’ın yanındaydı. 22 yaşındaki Ali’ye umut bağlamayan ve Liston’ın unvanını koruyacağını düşünen New York Times, bir numaralı boks yazarını bu dövüşü takip etmesi için görevlendirmemişti. Ali-Liston maçı, deneyimsiz Lipsyte’a uygun bulunmuştu. Genç kalem, bir anda kendisini The Beatles ile aynı odada bulacaktı. Yaklaşan dövüşü parlatmak isteyen organizatörler, İngiliz grubu önce Liston’ın antrenmanına götürmüştü. Şampiyon, “Tüm bu insanları heyecanlandıran bu hergeleler mi?” diye sorduktan sonra Ringo Starr’ı işaret ederek “Köpeğim bile şu koca burunlu gençten daha iyi davul çalar” demişti.
Sırada Muhammed Ali ile tanışma faslı vardı. The Beatles, genç sporcunun çalıştığı salona götürülmüştü. Tek bir sorun vardı. Ali ortada yoktu. Grup üyeleri mızmızlanıyor, görevlilere boksör hemen gelmediği takdirde salondan ayrılabileceklerini söylüyordu. Fakat salon çalışanları kapıları kitlemiş, onları zorla mekanda tutmuştu. Davete geç katılan Ali’nin ağzından çıkan ilk söz ise “Haydi Beatles. Biraz para kazanalım” olmuştu. Önce karşısındaki müzisyenler ile sohbet eden şampiyonluk adayı, anlatılanlara göre İngiliz dostlarına “Göründüğünüz kadar aptal değilsiniz” demişti. Gülümseyen John Lennon’ın cevabı ise “Hayır ama sen öylesin” olmuştu.
Şans Robert Lipsyte’a sadece dövüşte değil, sanatta da gülmüş, o günlerde daha ne kadar ünlü olduklarını bilmediği The Beatles ile tanışmasına vesile olmuştu. Basın tribünün demirbaşı olan birçok duayen, genç adamların sporuna ve müziğine dayanamadığı için ortalığı boşaltmış, Lipsyte gibi gençlere de saldırmaya başlamıştı. Yepyeni bir çağ kapıdaydı ve herkes koltuğunu korumanın peşindeydi.
Bu, sıradan bir tanışma değildi. Belki organizatörler fark etmemişti ama hem müziği hem sporu hem de dünyayı değiştirecek dört müzisyen ve bir sporcu o gün aynı salondaydı. İki taraf da birbirini pek tanımıyordu ama şans eseri aynı yollardan yürüyordu. Geçmişe meydan okuyor, alışılmış kalıpları kırıyor, bu uğurda iddialı sözler sarf ediyorlardı. Yakında politik bir çemberin içine düşecekler, yaşadıkları dönemi ideolojik olarak da etkilemeyi başaracaklardı. Şu anda sadece eğlenmek, para kazanmak ve biraz ünlenmek isteyen adamlardı.
Sancılı bir yıl ve Şubat ayıydı. Lousville’de büyüyen, 12 yaşında ringlere ayak basan, amatör seviyede yavaş yavaş basamakları tırmanan, 1960 Roma Olimpiyat Oyunları’nda altın madalyayı boynuna takan ve Olimpiyat Köyü’nde genç kızların kalbini çalmak için şekilden şekile giren Cassius Clay, Liston ile dövüşmesine birkaç gün kala sadece spor sayfalarını işgal etmiyordu. ABD’deki İslam Birliği ile arasının iyi olduğu ortaya çıkmış, kimi kaynaklar tarafından Müslüman olacağı açıklanmıştı. Babası iddiaları araştıran bir gazeteye geniş röportaj vermiş, oğlunun beyninin yıkandığını ifade etmişti. Bunu haber yapan gazeteci ölüm tehditleri alıyor, maç yaklaşırken etraftan yükselen gürültüler artıyordu.
Bütün bu inişler ve çıkışlar, kitlelerin ilgisini büyük kapışmaya çekmeye çalışan görevlilerin de işini zorlaştırıyordu. Karşılaşmanın tanıtımını üstlenen ve Florida’ya boksu getirmek için 625 bin dolar yatırım yapan Bill MacDonald, Clay’i yanına çağırmış ve kamuoyu önünde Müslüman olduğunu reddetmemesi durumunda bu maçı iptal edeceğini belirtmişti. Clay bu tehditi umursamamış, geri adım atmamıştı. Çevresindekiler ise arayı bulma taraftarıydı. En sonunda MacDonald’ı ikna etmişlerdi ama tek bir şartla: Clay ile yakın arkadaş olan Malcolm X, maçın başlama saatine kadar şehri terk edecekti.
Şubat 1964, aynı zamanda Muhammed Ali’nin hayatını ve etkisini özetleyen bir karmaşının takvimdeki anısı olmuştu. Ali, daha Cassius olarak çağrıldığı yıllarda bile bir boksör olarak kendisine çizilen sınırların çok ötesinde konuşmuş ve davranmıştı. İlham aldığı politik görüşler, popüler kültürü ve dünya müziğini değiştirmek üzere olan bir grupla yaptığı sohbet, tırnaklarıyla kazıya kazıya elde ettiği ve bunu yaparken geleneksel hazırlanma metotlarını hiç dinlemediği büyük bir maç da bu süreçte denk gelmişti. Yaşamı fırtınalı bir şekilde yaşıyordu ve henüz yavaşlamaya niyeti yoktu.
Kimi yazarlara göre The Beatles, New York’a ayak bastığında altmışlı yılları da ABD’ye getirmişti. Yeni Kıta o günden sonra kültürüyle, müziğiyle, siyasetiyle değişmiş, bir daha aynı olmamıştı. Robert Lipsyte buna katılmıyor. Bugünlerde tecrübeli bir spor yazarına dönüşen kaleme göre aslında The Beatles ile Muhammed Ali’nin tanıştığı gün Amerika Birleşik Devletleri için altmışlı yılların başlangıcı. Haklı olabilir. Haklı olmasa bile, burada defalarca anılmayı hak ediyor. Çünkü bu hikâye, biraz da onun hikâyesi.
20. yüzyılın başında radyo gittikçe daha çok eve giriyor, müziği, politikayı ve sporu farklı dünyalara taşıyordu. Boks da büyük sesler ve gürültüler eşliğinde haneden haneye taşınıyordu. Yazı da bu taşınma sürecinde etkiliydi. Televizyonun emekleme çağında yazarlar toplumsal muhayyilede geniş yer tutuyor, en yeteneklileri devasa birer şöhrete sahip oluyordu. Bu en çok da Amerika Birleşik Devletleri’nde hissediliyor; Grantland Rice, W.C. Heinz ve Jimmy Cannon gibi kalemler kitleleri etkiliyordu.
Spor henüz endüstriyel devrimin parçası olmamıştı ama paradan tümüyle uzak da değildi. Mafya ve bahis devleri sonuçlara etki etmeye çalışıyor, özellikle boksta her şeyi kontrol altına almaya uğraşıyorlardı. Spor yazarları bu kahramanlar ve yumrukları üzerine odaklanıyor, edebiyatçılar da gözlerini sık sık ringlere çeviriyordu. Yaşamla ölüm arasındaki çizginin çok kısa olduğu bu dal şüphesiz ki onların da ilgisini çekmişti. Jack London’ın ringde hayatını kaybeden genç bir boksörü anlattığı The Game kitabı 1905’te çıkmıştı, aradan geçen yarım yüzyıla rağmen bu spor ve kahramanlarının parıltısı dinmemişti.
Muhammed Ali, Cassius Clay’ın Müslüman olduktan sonra kendisine seçtiği isimdi. The Greatest ise Müslüman olmadan önce kendisine yakıştırdığı lakap. Daha yirmili yaşlarına basmadan egosu belirgin bir noktaya gelmişti. Meşhur rivayete göre 12 yaşında, çalınan bisikletinin intikamını almak için başladığı sporda aslında pratik bir amacı da vardı. Köşeyi dönmek istiyordu. Boks o yıllarda kısa yoldan zenginliğe ulaşmanın aracıydı ve dindar bir anne ile sanatçı olmak isterken geçiçi, günlük işlere mahkûm olan bir babanın dünyaya getirdiği Cassius da büyük paralar kazanmak istiyordu. Hem kendisi hem ailesi için.
Boks dünyasında hızı ve azmi ile dikkat çekmişti. Kimse büyük bir yeteneği olduğunu henüz bilmiyordu ama kararlılığı ve ilk günden açılan çenesi onu yaşıtlarından ayırıyordu. Daha sonra antrenörü olacak efsane Angelo Dundee’yi 15 yaşındayken aramış, kendisini ‘Lousville’in Altın Eldivenler Şampiyonu’ olarak tanıtmış, ilerde kazanmayı planladığı şeylerin kabaca bir listesini sunmuştu. Sevimliydi, yakışıklıydı ve bu sayede aslında başkalarında rahatsız edici durabilecek ukalalıklarını örtüyordu. Medya için biçilmiş kaftandı. Thomas Hauser imzalı unutulmaz Ali biyografisinde gazeteci Dick Shaap bu yönünü “Yaşlandığında bile Ali yüzünden sıkılmak, herhangi birisi tarafından eğlendirilmekten daha iyiydi” diye açıklayacaktı.
Yine de her şey güllük gülistanlık değildi. Değişimin ortasında eski ile yeni arasında büyük bir kavga vardı. Bu sadece Ali ile Liston arasındaki maç değildi. Basın tribünü de ikiye bölünmüştü. Yıllarca boks üzerine yazıp çizen kalemlerin çoğu Cassius Clay denilen bu ukala gençten rahatsızdı. Demeçleri, tavırları ve eski tüfek kalemlere yeterince saygı duymaması onları çılgına çeviriyordu. Bu rahatsızlığın bir başka kaynağı da stiliydi. Ali maçların başında rakiple dalaşmak yerine ringde daireler çiziyor, rakibinin çevresinde dans ediyor, gelen yumruklara karşı yüzünü kapatmıyor ve savunmada iki eli aşağıda korunmasız bir şekilde bekliyordu.
The New Yorker yazarı A.J. Liebling, genç boksörün altın madalya kazandığı 1960 Olimpiyat Oyunları’ndan sonra şöyle yazıyordu: “Clay’in suda seken çakıl taşlarına benzeyen bir stili var. İzlemesi iyiydi ama sadece kaçamak bakışlar fırlatıyor gibiydi.“ O dönem basın tribünün kralı olarak tanınan Jimmy Cannon ise Liston maçından önce çok daha ağır yazıyordu: “Clay bir ağırsıklet olmasına rağmen öyle dövüşmüyor. Yumrukları nadiren hedefini buluyor ve çoğu kez ıskalıyor. Onun 53 kiloluk bir amatör olarak dövüşmeye başladığını unutmamak gerek. Bedeni irileşti ama tarzı gelişmedi. Clay bir bakıma ucube sayılır. Doksan kilodan daha ağır, bodur bir tavuk gibi. Böyle iri bir bodur tavuk da bu işi beceremez.”
Tahmin edeceğiniz üzere bu yorumlar Ali’yi daha da sinirlendirmekten başka hiçbir işe yaramadı. Spor tarihinin en unutulmaz akşamlarından birinde Sonny Liston’ı mağlup etti ve 22 yaşında dünyanın zirvesine çıktı. Karşılaşma sonrası uzatılan mikrofonlara “En büyük benim. Kral benim. Dünyayı salladım” diye bağıran efsane, soyunma odasına gittiğinde de hızını alamadı ve kendisine şans vermeyen gazetecilere salladı. Onlara uzun bir de söylev çekti ve sonunda “Sensin” cevabı alana kadar “Kim en büyükmüş, söyleyin bakalım” diye sordu.
Ali, pazarlamanın öneminin farkındaydı. Bu işin sadece dövüşerek yapılmayacağını düşünüyordu ve reklamcı John Cordon ile çalışmaya başladığı ilk andan itibaren kendi ‘persona’sını yaratmanın ne kadar mühim olduğunu biliyordu. Kendisinden önce sahneye çıkan sporcular gibi mikrofonlardan kaçmıyordu. Suç listesi kabarık olan ve herkesi korkutan Sonny Liston’a kimse yaklaşamazdı. Yaklaşsalar bile ondan sağlam bir cümle gelmeyeceğini bilirlerdi. Liston kötü polisken siyahlar için iyi polis olmaya soyunan Floyd Patterson da yeterince güçlü ve yaratıcı değildi. Basının ve eski tüfek kalemlerin taptığı, kimilerine göre tarihin en büyük boksörü olan Joe Louis de sessiz sakin bir adamdı ve ring dışında gazetecilere “Bayım” diye hitap ederdi. Ali bunların hiçbirini istemiyordu. En büyük olduğunu düşünüyor, bunu da o dönemin en güçlü kitle iletişimi aracı vasıtasıyla dünyaya duyuruyordu. Bir keresinde gazetecilere dönerek “Benim sayemde para kazanıyorsunuz” diye bağırmıştı. Yine de çoğu zaman nazikti. Gazetecilere iyi davranıyor, bir kere röportaj verdiği çoğu ismi bir daha unutamıyordu.
Yazı da onu sevmişti. Ali gerçekten de güzeldi. İnce, uzun fiziği onu film yıldızlarıyla aynı statüye koyuyordu. 1964’te Liston’ı yendikten bir gün sonra Müslüman olduğunu açıklamış, üç sene sonra Vietnam’a savaşmaya gitmeyi reddettiğini söylemiş, ceza olarak bokstan üç seneliğine men edilmişti. İlhamı, sadece ringle sınırlı değildi. Politik, dini söylevleri onu milliyetçi ve ırkçı Amerikalılar için büyük bir nefret objesi hâline getiriyordu. Fakat bir yandan da altmışlarla birlikte filizlenen yeni, barış yanlısı, eşitlikçi bir gençlik vardı. Siyah hareketi ve Müslümanlarla birlikte onlar da Ali’yi bağırlarına basıyor, onu dövüşlerden uzak tutan otoritelere meydan okuyorlardı. Ali’den ilham alan John Carlos ve Tommie Smith, 1968 Meksika’da yumruklarını Kara Panterler için kaldırıyor, yine ünlü boksörün izinde giden Billy Jean King ise teniste kadınlarla erkeklerin eşit haklarla mücadele etmesi için elinden geleni yapıyordu.
Bütün bunlar Lousville’de orta hâlli bir siyah ailede büyüyen ve okulda başarısız olan bir çocuğun etkisiydi. Vietnam’a gitmeyi reddettiği için aldığı cezanın dönüşünde çıktığı maçlarda ünlü yazarlar Norman Mailer ve George Plimpton onu takip ediyor, Frank Sinatra ise olan biteni ringin kenarında fotoğraf makinesiyle takip ediyordu. Hakkında kitaplar yazılmaya başlanmış, belgeseller çekilmişti. Joe Frazier, George Foreman gibi isimlerle yaptığı maçlar klasikler arasına girmişti. Boks onu değiştirmişti ve bunun karşılığında o da bu spora tarihinin en başarılı dönemini yaşatmıştı. 1964’ten bugüne dek Ali yeryüzünün en ünlü insanlarından biri olmuştu. Yüzü ona bakan herkese bir şeyler ifade etmiş, sırasıyla ve bazen karışık olarak aziz, nefret sembolü, büyük bir dövüşçü, gerçek bir şovmen, pazarlama harikası, fenomen, sanatçı, politikacı, lider, provokatör, ilham kaynağı, sahtekâr, peygamber olmayı başarmıştı. Spor tarihinde böyle bir etki bırakan hiç kimse olmamıştı ve bundan sonra da olmayacaktı.
Muhammed Ali, 4 Haziran 2016’da hayata gözlerini yumdu. 74 yaşındaydı ve başta Parkinson hastalığı olmak üzere doksanlardan beri yakasını bırakmayan belalar, bu haberi de çok da şaşırtıcı kılmıyordu. Birçoğumuz için Ali siyah-beyaz görüntüleri dışında hep hasta, titrerken gördüğümüz bir efsaneydi. Büyüklerden hikâyelerini dinler, babamızın ve dinine bağlı bir Müslüman olan dedemizin nasıl maçlarını izlediğini işitirdik. Kıley olarak başladığı yolculuğu Muhammed olarak sürdürmüştü ve bu sırada gezegenin bu taraflarında da birçoklarının kalbini çalmıştı. Modern dönemde en çok akıllarda kalan görüntüsüyse 1996 Atlanta Olimpiyat Oyunları’nda meşaleyi yaktığı andı. Hem ağlatmış hem de dünyayı yeniden kendisine aşık etmişti.
Ölüm haberinden birkaç dakika sonra New York Times’ta obituary yazısı yayımlandı. Yani vefat haberi. Ali’nin hayatını anlatan bu uzun ve detaylı metin muhtemelen epey bir süre önce Robert Lipsyte tarafından kaleme alınmıştı. Evet, o Lipsyte. The Beatles ve Ali ile aynı salonda bulunan, pek kimsenin gitmek istemediği o maçı yazarak kariyerine başlayan gazeteci. Ardından yazılanlar elbette bununla sınırlı kalmadı. Gazeteler, haber siteleri, spor mecraları anında ‘The Greatest’ hakkında yazılanlarla doldu. Yüzlerce sporcu, ondan nasıl ilham aldığını yazdı. Tıpkı Nelson Mandela, Gandi ya da Rahibe Teresa gibi Ali de bir iyilik elçisi olmuştu. Konuşma yetisinin zayıfladığı son yıllarda onun etrafında oluşturulan hale işe yaramış gibi görünüyordu. Ali’nin radikal görüşleri çok konuşulmuyordu, daha çok bahsedilen ne kadar büyük bir şampiyon olduğu ve hayatlarımızı nasıl değiştirdiğiydi. Peki ama nasıl? Gerçekten nasıl değiştirdi? Bu sorular artık sorulmuyor gibiydi. Ali onu Ali yapan şeylerden ayırılmış, sadece nur saçan bir aziz mertebesine getirilmişti.
Bu bakış, yaşadığımız çağ açısından çok da şaşırtıcı değildi. Bugün Ali’den ne kadar etkilendiğini, onun maçlarıyla büyüdüğünü, posterleriyle uyuduğunu söyleyen sporcular bunu Twitter hesaplarını yönetmeleri için tuttukları profesyoneller aracılığıyla aktarabiliyor. Birçok isim, yanında halkla ilişkiler danışmanı olmadan röportaj veremiyor. Birçok efsane, spor yaptıkları alan dışında söyleyecek anlamlı bir cümleye sahip değil. Kendi sporuna yaptığı etki Ali ile kıyaslanabilecek Roger Federer, başarıları ve kariyeri sayesinde dünyayı dolaşıyor ve tenis dışında sarf edebilecek tek bir cümle bulamıyor. Etkisi bir dönem Ali’den de öte olan Michael Jordan, kariyerinin bugünlerde çok hatırlanan bir ânında politik tercihi sorulduğunda sponsorunu düşünerek susuyor. Son çeyrek yüzyılın en büyük futbolcularından Zinedine Zidane, geldiği topraklarda yaşananlara dair ağzını açamazken evine dönüşünü ancak bir diktatörün çağrısı ve uçağıyla yapabiliyor.
Bu ortam içerisinde ezilenler ezilmeye, bir ara Ali’nin sözcülüğünü yaptığı siyahlar Amerika Birleşik Devletleri’nde polis tarafından öldürülmeye devam ediyor. NBA’de Derrick Rose, Dwyane Wade gibi meslektaşları ile birlikte buna tepki gösteren ve önce Trayvon Martin, arkasından Eric Garner için parkede eylem yapan LeBron James, yine iddialara göre sponsorlarının etkisiyle bir noktada susmak zorunda kalıyor ve memleketi Ohio’da polis şiddetinin kurbanı olan Tamira Rice’a dair sorulan bir soruya -hem de onu sevenler şehir meydanında ‘No LeBron, No Justice’ diye eylem yaparken- cevap veremiyor. O yüzden yaşadığımız çağda Ali’ye bakış da birkaç klişenin etrafında düğümleniyor.
Elbette bütün bunlar bir tercih ve bu sporcuların kendi alanlarında ortaya koydukları performanstan bir şey götürmüyor. Ama Muhammed Ali tarafından değiştirildiğini tekrar tekrar söylediğimiz bu dünyada, Muhammed Ali’den ilham aldıklarını bağıran sporcuların izinde vardığımız nokta bu mu olmalıydı? Ondan pazarlamayı, nev-i şahsına münhasır bir persona yaratmanın önemini, kendilerine devasa lakaplar bulmayı öğrenen süper yıldızlar aynı kaynakta duran cesaretten, kararlılıktan ve duyarlılıktan niçin nasiplenmiyorlar?
Muhammed Ali de çelişkilerin adamıydı. Bir yandan siyahlar ve ezilenler için savaşıyor, diğer yandan en azılı rakibi olan Joe Frazier’e ırkçı saldırılarda bulunuyor, çevresindeki kadınlara (dört kez evlenmiş, dokuz çocuğu olmuştu) ise bazen çok kaba davranıyordu. Altmışlarda radikalleştikten ve tarihi çıkışlar yaptıktan sonra kariyerinin sonlarında tam ters istikamette adımlar atıyor, bazı siyasetçiler ile yakınlık kuruyordu. Fakat günün sonunda bütün bu çelişkilerden ve hatalardan paçayı sıyırmayı başarıyordu. Belki her şey Dave Kindred’in dediği gibi çocuksu gülüşüyle alakalıydı. Ona göre Ali’yi aşırılıkları nedeniyle affediyorduk çünkü onun içindeki çocuksu yanı görüyorduk. Onu affediyorduk zira onu cezalandırmak, gökkuşağını karanlığa karıştığı için cezalandırmakla aynıydı. Kindred için Muhammed Ali hem fırtına hem gökkuşağıydı.
Muhammed Ali bir melek değildi. Kariyeri boyunca bir yandan otoritelere, kalıplara ve klişelere itiraz edip bir yandan da paranın peşinden ayrılmamıştı. Her şeyin başında o ailesini ve kendisini rahata kavuşturmak isteyen küçük bir çocuktu. İlk çıkış yaptığı yıllarda hayallerinden bahsediyor, birkaç sene içerisinde bu vahşi sporu bırakacağını ve kendisini şöhreti için değil, gerçekten seven bir kadınla evlenerek izini kaybettireceğini söylüyordu. Ama bunun yerine gereğinden fazla dövüştü, yirmi yıllık kariyerinde inişler ve çıkışlar yaşadı, kafasına ağır darbeler aldı ve boksu bıraktıktan sonra acılar içerisinde son yıllarını geçirdi.
Efsanenin ölüme yaklaştığı son dönemleri nasıl geçirdiği sıkça yazılıp çizildi. Kovboy filmleri izliyor, kendi gençliğine ait olan yılların televizyon programlarına bakıyormuş. Bir noktadan sonra röportaj vermeyi, televizyona çıkmayı istememiş çünkü görünüşünden hoşlanmıyormuş. 22 yaşında olduğu gibi 74 yaşında da Muhammed Ali için imaj belki de her şeyden önemliydi ve insanların onu hasta yatağında görmesini istemiyordu. 1998’de onun hakkında King of the World isimli bir kitap yazan gazeteci David Remnick, Ali’nin evinde geçirdiği saatleri sarsıcı bir şekilde yazmıştı. Ali, onunla röportaj yapmaya gelen gazeteciye eski maçlarını açmış, efsaneleştiği günleri beraber seyretmişlerdi. Ali ekranda gençliğini gördüğü her an “Güzel değil miyim?” diye soruyor, odadaki herkesi bu soruyu cevaplamaya mecbur bırakıyordu. Güzel değil miyim? Kaç yaşındayım burada, yirmi kaç?
Muhammed Ali’nin izlediği o maç, Sonny Liston kapışmasıydı. Her şeyin başladığı yer. O zaman 22 yaşındaydı, The Beatles ile tanışmıştı ve güzeldi. Sonra da öyle kaldı.