Camp Nou’nun 1957’teki açılışına gelmiş yüzbinlerce taraftardan herhangi birini çevirip burada oynanacak en unutulmaz maçın aktörleri arasında bir İspanyol takımı olmayacağını söylesek, yüksek ihtimalle Katalancanın en ağır ifadelerine maruz kalırdık. Gerçi aynı taraftara, -muhtemelen- yarım asır sonra kutsal saydıkları formalarının Katarlı para babalarına reklam malzemesi yapılacağını da anlatamazdık ama olsun…
Yine de duygusallıktan uzaklaşıp biraz daha gerçekçi olabiliriz. Futboldan bir 90’lar rüzgârı geçti ve mevzubahis maç da bu on yıllık zaman diliminde gerçekleşti. Yani, futbolcuların yeni yeni -tabiri yerindeyse- paraya para dememeye başladığı yıllara denk geldi. Yaklaşan milenyumda arabaların artık uçması gerektiğine inanan bir jenerasyon için, ilk uçuşa geçenin futbol olması biraz sürprizdi açıkçası.
Bayern Münih ve Manchester United, bir çarşamba akşamı, milenyumun son Avrupa şampiyonu olmak umuduyla, Freddie Mercury’nin Barcelona adlı şarkısıyla coşan 100 bin seyircinin önüne çıktı. Kimse onlardan bir şeyleri değiştirmelerini beklemiyordu. Beklenen, sadece güzel bir mücadeleydi. Olmadı. En azından, maçın sonlarına doğru stadı ‘kurnazca’ erkenden terk eden binlerce taraftar ve United efsanesi George Best gibileri için… En nihayetinde futbol, tıpkı İngiliz futbol efsanesi Gary Lineker’in de dediği gibi 90 dakikadan ibaretti ve sonunda Almanlar kazanırdı. Anlayacağınız; duraklama anlarına girilirken, İngilizler için tam bir “Adamın gol diyor!” durumu söz konusuydu.
Oysa maç hızlı başlamıştı. Mario Basler, henüz altıncı dakikada, United kalesindeki son maçının gerginliğini yaşayan Peter Schmeichel’ı kapattığı köşeden serbest vuruşla avlamıştı. Maçın geri kalanı da birkaç cılız United atağı dışında tümüyle Alman kontrolünde geçmiş, tribünler de “Şimdi çıksak Las Ramblas’da trafik olur mu?” havasına girmişti. İki teknik direktör; Alex Ferguson ve Ottmar Hitzfeld, maçı hareketlendirmek adına değişikliklere başvurdu. United adına, 67. dakikada oyuna 33 yaşındaki Teddy Sheringham girerken 81. dakikada da süper yedek Ole Gunnar Solskjaer, Andy Cole’un yerini aldı. Hitzfeld ise aynı sıralarda, alkışlatmak için Lothar Matthaus’u yedeğe çekiyordu.
Peki, yıllar sonra “Oradaydım” ya da “Ben bu maçı canlı izledim” demeyi sonuna kadar hak ettirecek, normal bir Şampiyonlar Ligi finalini bu kadar özel kılacak şey neydi? İki köşe vuruşu ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir 85 saniye, hepsi o.
Önce, 90+1’de Sheringham beraberlik golünü kaydetti. Almanlar duraklama anlarında gelen golün şokunu yaşarken, United bir korner daha kazandı. Topun başına yine David Beckham geçti. Sheringham yükseldi, kafayı vurdu ve Solskjaer’in kale sahası içinde dokunuşu tarihi değiştirdi. Öyle ki 90. dakikada kupayı takdim etmek için yerinden kalkan ve atılan golleri göremeyen dönemin UEFA Başkanı Lennart Johansson, sahaya indiğinde bir yandan kupanın kırmızı-mavi kurdelelerine bakıyor, bir yandan da dans eden takımın renklerine dikkat kesilip durumu anlamaya çalışıyordu. Trajedi; ama Heywood Broun’un ‘gerçek trajedi’ dediği türden, ‘az kalsın kazanacak’ olanın, ‘değişim’in trajedisi…
Maç, o gün sahada olan herkesin hayatında izler bıraktı. Gary Neville o günü, “Biliyorum, iki çocuğum ve çok güzel bir hayatım oldu ama ömrümde en mutlu olduğum an o andır” sözleriyle hatırlıyor. Maçtan iki hafta sonra şövalye ilan edilecek ve ‘Sir’ unvanını alacak Alex Ferguson, “Ben kaybetmeyi Almanlardan öğrendim” diyor. Yıllar sonra bir internet kanalı için bir araya gelen Peter Schmeichel ve Oliver Kahn’ın da o gün hakkında söyleyecekleri var. Özellikle de kaybeden tarafta yer alan Kahn’ın: “O maçı kaybetmeseydik, 2001’deki kupayı alamaz ve şimdi olduğumuz Bayern Münih olamazdık. O maç, bizi çok değiştirdi.”
*Bu yazı Socrates‘in Mayıs 2016 sayısında yayımlandı. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.