Lise yıllarından bir perşembe günü, son iki saat. “Beden” diye ismini, verdiği sınırlı özgürlükle günü kısalttığımız dersler. Sıkı bir basketbolcu olan Lale Hoca ile yine serbest atalım diyor, 10’ar tane sallıyoruz. Ne zaman 8 ile galip geleceğimi düşünsem, 10’uncuyu da eli titremeden çemberden geçiriyor ve benim hâlâ sorguladığım bir düşüncenin tohumunu atan diyalogu başlatıyor: “Şunun keyfi hiçbir şeyde yok. Ne anlıyorsun voleyboldan, bilmiyorum… Hep aynı değil mi, her şeyi?” Haklı, kısmen.
Voleybolun, diğer kardeşleri arasında sakin, misafir geldiğinde odasına kapanan ve teması sevmeyen bir havası var. Gösterişi, abartıyı bir kenara koymuş, sükûneti tercih etmiş haliyle kendini ayırıyor diğer spor alanlarından. Uzaktan kuzeni bocce gibi tamamen görmezden gelinmemekten memnun; ancak kabuğunu kıramayan bir yapısı var. Odasından çıkıp vuracağı bir bacakarası smacı veya “twinner”ı yok. Dahası, en ufak bir numarası için bile, en azından bir kişinin elinden tutmasına ihtiyacı var. Aslında yalnız, kalabalık olduğu halde yalnız olan bir spor voleybol. Ancak gerçek bir eşitlik duygusu doğasının değişmez parçası haline gelmiş durumda. Bu, biraz da mecburi eşitlik, ağır ifadeyle bir bıçak, hafif ifadeyle bir zımpara gibi sallanıyor takımın üzerinde; sivrilenlerin kafasını uçurmuyor, ama ufak ufak en zayıfa doğru yontuyor. Dolayısıyla, neredeyse kimse, kalan 5’liyi sırtlayıp zafere götüremiyor.
Elbette bu iş seyirlik. Oynayana ve izleyene keyif ve para etrafında birer tur attırıyor, yere değen veya değmeyen toplar o günkü kurları belirliyor. Sahada kalabalık gördüğümüz sporların izleyicisi bir formanın peşinden giderken, yalnız olanlar kendi markalarını yaratıyor, yaşatıyor ve yarıştırıyor. Takım içinde yıldızlaşanlar Curry ve Ronaldo’dan ibaret değil; öyle ki Froome’un yokuş çıkışında kafasını kendine has biçimde sallayışı, Mo Farah’ın artık sıradan hale gelen “duble”lerinden sonra ellerini kafasına götüren hali gibi akıllara kazınıyor.
Yalnız bütün bu spor habitatının içinde, sanırım, sivrilip göğe çıkan bir yıldız en zor voleybolda bulunuyor. Yanlış ifade etmiş olmayalım, bahsettiğimiz yıldızlar, spora anlık dokunuşlar yapan, eldeki içeceği yere döktüren, ertesi gün üzerine konuşturan cinsten. Bu yüzden, en azından voleybol için “star” diye nitelendirdiğimiz isimleri, istikrarlı başarıları, kariyerleri ve ödülleriyle kutluyoruz. Öyle karakterler var ki, yıllar boyu üst liglerde mücadele etmiş, sayısız şampiyonada madalyaları boyunlarına asmışlar. Ama hiçbiri, biraz da oyunun doğası gereği, bizi ayağa fırlatmamış, tek başına yaptığı işlerle üstünde konuşturmamış, her şeyin ötesinde “Ya bu ne şimdi?!” dedirtmemiş. Belki de bu yüzden, birkaç üst düzey lig – İtalya ve Polonya – haricinde, voleybol hala odasında sakince oturuyor.
Ancak voleybolun yakın takipçileri YouTube’a girdiklerinde sınırları zorlayan, camı çerçeveyi indiren ve hatta çamurlu ayaklarıyla halıya basan bir yıldız adayını artık bulabiliyor: Earvin N’Gapeth. 25 yaşındaki Kamerun asıllı Fransız oyuncu, voleybolu o 81m2 dışına çıkarmaya oldukça kararlı gibi görünüyor. Uluslararası voleybol arenasının takipçileri N’Gapeth’in “vukuatlarını” daha önceden de biliyor olabilir; fakat onun “deliliklerinin” iyiden iyiye tanınması geçtiğimiz yıl Avrupa Şampiyonası Finali’nde yaptığıyla oldu. Fransa, çok iyi bir turnuva geçiren ve antrenörlüğünü de İtalyan yıldız Andrea Giani’nin yaptığı Slovenya karşısında setlerde 2-0, son sette de 28-27 öndeydi. Fransız pasör son top tercihini N’Gapeth’ten yana yaparken sonrasında olacakların farkında mıydı, bilemiyoruz, ancak olan şuydu: Turnuvanın son topuna havada 180 derece dönüp karşı sahaya bile bakmadan vuran N’Gapeth, Fransa’yı şampiyonluğa taşıyor, 15 dakika sonra, O altın madalyasını boynuna takarken, yaptığı son “delilik” Instagram’da binlerce kez beğeniliyordu. Olmayacak yerlerden çıkan topların kattığı heyecan dışında hatrı sayılır bir durağanlığa sahip voleybol, N’Gapeth’in gözü kapalı darbesiyle kabuğunu kırıyor, işin “başka türlü” de olabileceğini düşündürtüyordu.
Ufak bir araştırma bu hareketin Fransız’ın ilk “vukuatı” olmadığını gösterecektir. Evet, daha önce de ligler seviyesinde buna benzer çılgın denemeleri var; fakat olayları yalnızca bunlarla sınırlı değil. 2011 yılında takım disiplinine uymadığı gerekçesiyle milli takımdan uzaklaştırılan N’Gapeth, bir yıl sonra Montpellier’de bir bar kavgasına karıştı. 2015 Dünya Ligi’nde altın madalyayı ve en değerli oyuncu ödülünü kazandıktan sonra ise bir tren görevlisiyle tartışmaya giren oyuncunun son ve belki de en acı kazalarından biriyse geçtiğimiz yılın sonunda meydana geldi. Aracıyla üç kişiye çarpan ve birini ağır yaralayan N’Gapeth, halen oynadığı DHL Modena takımından bir süre uzaklaştırıldı, ancak başka branşlardan da örneklerine aşina olduğumuz “problem çocuk” bir süre sonra takımına geri dönmeyi başardı.
Hamurundaki rekabet ve kazanma dürtüsü sporu iştah açıcı hale getiriyor. Şovlar, yıldızlar ve seyirlik hareketler ise lezzeti katlıyor, kimi zaman ağızda yıllarca unutulmayacak tatlar bırakıyor. Voleybol mutfağının bu eksikliğini gidermek içinse çizginin biraz dışında baharatlara ihtiyacı var. N’Gapeth ise mutfağın yenisi; kimi zaman ağızlarda fazlasıyla buruk bir tat bırakıyor, ama menüyü değiştirmeye niyetli olduğu ise aşikar.
DHL Modena geçtiğimiz günlerde Şampiyonlar Ligi 12’li Playoff’unda Halkbank’a konuk oldu, ve voleybolun sadık Ankara seyircisine N’Gapeth’i izleme fırsatı verdi. Şubat ayına İtalya Kupası’nı kazanarak giren ve ligde de liderliğini sürdüren DHL Modena Türkiye’den 3-0’lık – beklenmedik – bir mağlubiyetle evine döndü. Kadrosunda daha alıştığımız türden yıldızlar barındıran Halkbank, “süper yıldız”lık sınavı veren N’Gapeth’in takımını eli boş gönderirken, akıllarda birtakım sorular kaldı. Voleybolu izlenir kılan acaba takım içerisinde var olan ve izleyicisine yansıyan eşitlik duygusu mu? Yoksa voleybolun parlayıp, diğer takım spor dallarının şanına ve piyasa değerine ulaşması için birtakım “anlık” yıldızlara, ağzımıza bir parmak bal çalan ellere mi ihtiyaç var? Öte yandan ismini ve lakabını “Magic” Johnson ile paylaşan Earvin N’Gapeth’i takıma katma sorumluluğunun altına kim girer? Bunları, ilgilenenlerle uzun uzun tartışalım. Ama lütfen arkada bu yetenekli Fransız’ın 3 metre çizgisinin üzerinden smaç vuracakmış gibi yapıp sakince takım arkadaşına gönderdiği pasların videosu olsun. Hatta o “beden” hocam da burada olsun, soralım, hâlâ her şey aynı mı?