Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

DergiNisan 2016YorumKURGUDAN DA ÖTE

Socrates'in 13. sayısında ana konu: Sinema.

“Gerçek şu ki, ahlaktan önce sevgiyi bulmalı insan. Yoksa ikisi de yok olup gidiyor.”
Albert Camus

JFK suikastinin üzerinden henüz üç yıl geçmiş, Robert Kennedy ve Martin Luther King Jr.’ın aynı kaderi paylaşmalarına ise henüz üç yıl var. ABD’nin, bilhassa güney eyaletlerinde Mississippi Burning filmindeki gibi bir hava hâkim. Siyahlara karşı ırkçılık vahim boyutlarda. Siyahlar, böyle bir ortamda kendilerini daha fazla ifade ettikçe onlara yönelen nefret ve tepki daha da güçlenir. 1964’te çıkan Medeni Haklar Yasası da buna merhem olmaz, zihinsel nefret bariyerleri korunur.

O esnada, yıllarca kadınlar takımını çalıştıran basketbol koçu Don Haskins, 1961’de Texas Western Üniversitesi’nin erkek takımını devralır. Siyah oyunculara nadir şans verilen bu bölgede, dört yıl boyunca beyaz oyuncuların kabul etmediği bursları ülkenin dört bir yanından siyah basketbolculara vermeye başlar. El Paso kentinin bu mütevazı okulunun 1966’da sabırla inşa ettiği takımıyla, kimse şans vermediği hâlde NCAA Turnuvası’nda şampiyonluğa ulaştırır. Asıl vurucu olan ise final maçına tamamen siyah oyunculardan kurulu bir ilk beş ile çıkmasıdır. Takım sadece yedi siyah oyuncudan oluşuyordur. Üstelik kupayı, tamamen beyazlardan kurulu, efsane koç Adolph Rupp yönetimindeki Kentucky’ye karşı kazanırlar.

Bu, büyük bir kırılma noktasıdır. Aynı, 20 yıl önce Jackie Robinson’ın beyzbol profesyonel ligindeki ilk siyah olmayı başarması gibidir. Şöyle açıklarsak daha net olacak; o yıllarda NBA’de Wilt Chamberlain, Bill Russell gibi siyah basketbolcular yıldız olsa da kolej basketbolunda, belli bölgelerde takımlar kendi evlerinde en fazla bir siyah oyuncuya yer verirken, bu sayı deplasmanda ikiye, skorda geriye düşüldüğünde üçe yükselirdi. Don Haskins ve kendi ifadesiyle “Başarı için onların oynaması gerekiyordu” dediği yetenekli, zeki ve hırslı siyah basketbolcuları bir devrime imza atmışlardı.

Don Haskins ve Texas Western Üniversitesi, şampiyon olup tarihe geçerken birçok düşünceyi de yıktı.
Don Haskins ve Texas Western Üniversitesi, şampiyon olup tarihe geçerken birçok düşünceyi de yıktı.

2006 yılında Hollywood da bu hikâyeye kayıtsız kalmadı. Don Haskins ve öğrencilerini anlatan Glory Road çekildi. Yapımcı Jerry Bruckheimer, Remember The Titans’ta olduğu gibi ırkçılık vurgusunu derinden vermeye gayret ediyor, tatlı sert öğretmen-koç tiplemesiyle bu büyük başarı öyküsünü aktarmaya çalışıyordu. Fakat filmde farklı olan şuydu: Haskins, 1965’te göreve gelip sadece bir yılda şampiyonluğa ulaştırıyordu takımı. Gerçekte ise zafere ulaşmak için dört yılını harcamıştı. Hollywood sineması, özünde zaten çok derin ve ilgi çekici olan gerçek öyküyü, satabilmek için kendine göre yorumlamıştı.

Evet, tarihin en efsane spor filmlerinden Hoosiers’ta da durum böyleydi. Fakat Bill Simmons’ın ‘Black Hoosiers’ dediği bu öyküde farklı olan, isimlerin ve mekânların aynı şekilde korunmasıydı. Yine de film, bu ilham verici öyküyü yeni nesillere hatırlatmasıyla önemli bir iş başardı. Filmin jeneriğinde ise hikâyenin kahramanlarıyla beraber özel bir isim daha konuşuyordu; finali kaybeden Kentucky’nin o takımdaki en önemli ismi Pat Riley. NBA efsanesi, maçın başında ‘Big Daddy D’ lakaplı siyah uzun David Lattin’in kendi üzerinden yaptığı smacı anlatırken bunun gözdağı olduğundan bahsediyordu. Lattin, deplasman yolculuğunda Doğu Texas’ta otel odalarına yapılan saldırıdan sonraki otobüs sahnesinde “Beni küçükken sıkıştırdılar ve sonra, bir daha, hiçbir şeyden korkmadım” diye anlatıyordu. Fakat takım başarılı olduktan sonra, artık tüm dünyanın karşılarında olduğunu hissettiğini söylüyordu. Takım olmak bu noktada devreye giriyor, korkuyu beraber bertaraf ediyorlardı. Dağıttıkları bu korku bariyeri yıllar sonra, yendikleri Kentucky’nin tarihte siyah bir koçla şampiyonluğa ulaşan ilk takım olmasını sağladı.

Spor ve sinema ilişkisinde genelde bu tarz ilham kaynağı olan öyküler tercih edilir. Sokak basketbolu efsanesi Earl Manigault’un hikâyesini anlatan The Goat bu örneklerin dışında kalır. Million Dollar Baby veya Foxcatcher gibi filmler de sizi iyice karanlığa doğru çekerler. Tarihin en iyi motor sporları, hatta spor filmlerinden biri denen Rush’ta James Hunt-Niki Lauda rekabetinin sonunda Hunt’ın vardığı nokta ise pek de ilham verici değildir. Yaşamın, başka şekillerde ta kendisidir hepsi.

rush
Rush da bir şekilde yaşamın kendisi olan filmlerden.

Hayatın bir başka yansıması daha vardır. Bugünlerde, ülkece fazlasıyla unuttuğumuz bir tarafı… Space Jam’i izlerken aldığımız keyiften bahsediyorum. Ama mevzubahis Michael Jordan olunca akan sular durabilir. Bugs Bunny ve arkadaşlarından oluşan Looney Tunes ekibi ise hayatın afyonu gibidir zaten. Voltron veya Tom & Jerry ile büyümüş bir nesil için, MJ’in Bugs Bunny ile konuşması muhteşem bir olaydı. Bugünlerde oğlu basketbol koçu olan aktör Bill Murray ise filmin Scottie Pippen’ı gibiydi. Yeteneği uzaylılarca çalınan NBA yıldızları esprisi bugün dahi devam ediyor. Çocukluğunda cuma okul dönüşü kung-fu filmleri alıp Bruce Lee izleyen bir çocuk için 1996 yapımı Space Jam, astronot olup Mars’a gitmek gibi bir şeydi.

Bu sayı; tek başına da, kalabalık da olsa korku, nefret, ayrımcılık, istismar, ırkçılık, paranoya, baskı, kaos, sığlık, hoşgörüsüzlük, adaletsizlik, izansızlık, vicdansızlık, mutsuzluk ve umutsuzlukla nefesleri kesilen ama buna rağmen, bir şekilde hayatlarının pelikülüne özgürlük, barış, kardeşlik, sevgi, saygı, hoşgörü, adalet, empati, mücadele, samimiyet ve vicdanı düşürenler için… Yaşamın ta kendisine sahip çıkmanız dileğiyle.

Belle & Sebastian – Like Dylan In The Movies

 “Seni takip ederlerse
Arkana bakma
Filmlerdeki Dylan gibi
Kendi başına…”

İlginizi çekebilecek diğer içerikler