Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Diğer SporlarHer Şeye Rağmen

Socrates'in 11. sayısında ana konu: Tutunamayanlar.

“Mükemmel olduğunu düşündüğünüz insanlar bile bazı zor şeyler yaşıyor.” -Madison Holleran

O günün sabahına Pensilvanya Üniversitesi’nin yurt odasında başlamıştı. Tarih, 17 Ocak 2014’tü ve alelade bir gündü. Akşam yemeği için arkadaşlarına söz vermişti. O gün sokakta yürürken çektiği ve Instagram’da paylaştığı ışıltılı fotoğraf, mükemmel görünen hayatının bir özeti gibiydi. Fotoğraftaki filtre, Rittenhouse Meydanı’ndaki ağaçların yılbaşı ışıklarını daha parıltılı hâle getiriyordu. Madison Holleran, o kareden birkaç saat sonra dokuz katlı bir otoparkın tepesinden koşarak atladı ve hayatına son verdi. Henüz 19 yaşındaydı.

Yetenekli bir uzun mesafe atletiydi. Filtrelerle kamufle ettiği sorunsuz gözüken hayatında, keşfedilmeyi bekleyen bir çaresizlik vardı. ESPN’den Kate Fagan, onun hikâyesini yazdığında ortalık sarsıldı. Madison resim yapmayı, günlük tutmayı ve okumayı seviyordu. Ailesi ile özel bir ilişkisi vardı. Fakat her düşük performansta kendini yıpratıyordu. Üniversite ona ağır gelmişti. Gelecek vaat eden bir sporcuyken tutunacak bir dal bulamadığını hissetmişti. Geriye, “Dışlanmış olmanın ne kadar tatsız olduğunu düşündüm ve sonra, içeride kalmanın ne kadar daha kötü olabileceğini” cümlesiyle başlayan bir intihar notu bıraktı. Günlüğünde ise daha önceki tarihlere dayanan, tepesinde “Yardım edin!”, dibinde de “Hayır, bu kadar yardım yeter” yazan bir sayfa vardı. Depresyondu yaşadığı. Onu yavaşça tüketmişti. Madison’ın dediği gibi, bazen çevrenizdekiler düşündüğünüzden büyük sıkıntılar yaşıyor olabilir. Bunu görmek için filtrelerin ardına bakmak gerekir. İnsanlar, mutluluğu seçme şansına sahip oldukları mitiyle büyür. Depresyon bir zayıflık olarak kabul edilir. Fagan haklı; bu, hafıza kartı olmayan bir bilgisayarın sırf ekranında çizik yok diye mükemmel çalışmasını beklemek gibi bir şey.

Thomas Bernhard, intihar eden piyanist Wertheimer’ın hikayesini anlattığı Bitik Adam kitabında şu satırlara yer verir: “Onu çeken, insanların kendileri değildi, mutsuzluklarıydı ve insanın olduğu her yerde buna rastlıyordu, diye düşündüm, insankolikti o, çünkü mutsuzluk özlemi çekiyordu. İnsan mutsuzluktur dedi hep, diye düşündüm, yalnızca budala aksini savunur. Doğmak mutsuzluktur, yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu. Bu, hep mutsuzuz demek değildir, mutsuzluk yoluyla mutlu olabiliriz.”

Bobby Fischer’ın yaşadığı belki de budur. Babasız büyüyen Fischer, çocukluğunu annesi ve kız kardeşi ile geçirmişti. Altı yaşındayken ablasından öğrendiği satrançta kısa sürede bir dahi olmuştu. 1958’de ikinci ABD şampiyonluğunu elde etti, 15 yaşında ‘büyük usta’ oldu. O ana kadar bunu başaran en genç satranç oyuncusuydu. İngilizce olanlar yetmeyince Rusça öğrenip Sovyetler Birliği’ndeki ustaların taktiklerini araştırmaya başladı. Bir yandan da babasız büyümenin sorumluluğunu bilinç altında annesine yüklüyor, paranoid şizofreninin ilk sıkıntılarını yaşıyordu. Satranç ise Fischer için; dalgaların kıyıya vurduğu, kuşların uçtuğu, bulutların hareket ettiği ve insanlarla iletişim kurabildiği bir yerdi, kendi biyosferiydi.

1972’de Rus rakibi Boris Spassky’yi yenerek dünya şampiyonu oldu. Üstelik o maça çıkması bile başlı başına olaydı. Fischer’ın Soğuk Savaş’ın idealizm kalelerinden biri olan satrançta ABD’yi temsil edecek olması herkesi heyecanlandırmıştı. Büyük para ödülü ve ilginin ortasında bunalmıştı. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger onu arayıp gitmeye ikna etti. İzlanda’nın başkenti Reykjavik’teki asrın maçında Spassky’yi mağlup etti. Asıl sorun da bundan sonra başladı. Turnuva sistemine itirazı kabul edilmeyince 1975’te Anatoli Karpov ile unvan maçına çıkmadı. Akabinde ortadan kayboldu. Hayalete dönüşmüştü. Hakkında filmler çekildi, kitaplar yazıldı. 1992’de ambargo altındaki Yugoslavya’da Spassky’yi bir kez daha yendi. Akabinde yine ortadan kayboldu. Muhalif söylemleri yüzünden Amerikan vatandaşlığından çıkarıldığından haberi olmadığı için Japonya’da tutuklandı. Ülkesiz, köklerinden uzak, kimseye veya bir yere bağlı olmayan bir adamdı. Bir zamanlar gitmek istemediği İzlanda ona vatandaşlık verdi. Hayatını da 2008’de orada kaybetti.

Evet, düşmek için önce yükselmen gerekir. Ancak her düşüşün aynı sebepten olması gerekmiyor. Yao Ming de bir noktadan sonra ‘tutunamadı’ ama onun hikâyesi Fischer kadar karanlık değil.

2002 NBA Draft’ı öncesinde herkes, 2.29 boyundaki birinden bahsediyordu. Çin devletinin eski milli basketbolcu ebeveynlerine sağladığı çocuk yapma teşviği sayesinde dünyaya gelen Yao’nun ünü, 2000’lerin başında dünyaya yayıldı. Yine de hakkında soru işaretleri vardı. Bazıları ABD-Çin pazarının ortak abartısı olduğunu iddia ediyordu. Houston Rockets formasıyla NBA’e adım attığında gerçekten de farklı bir oyuncu olduğu anlaşıldı. Hantal değildi ve çemberden uzaklaştığında bile sayı bulabiliyordu. Pas yeteneği ve oyun zekasıyla hayranlık uyandırmıştı. Yükselişini sağlayan fiziği, çöküşünün de sebebi oldu. Ağır bir sol ayak ameliyatının ardından 2008 Beijing’de forma giymesi ve açılış töreninde bayrağı taşıması için tedavisi hızlanmıştı. Ülkesinden gelen baskı nedeniyle, parkelere olması gerekenden erken döndü. Bu onda, fiziksel açıdan geri dönülmez yaralar açtı. 2011’de emekli olmak zorunda kaldı. Bir uzun olarak basketbolda türünün son örneklerinden Yao Ming, hâlâ Çin’in soyu tükenme tehlikesi yaşayan pandalarıyla birlikte en büyük simgelerinden biri.

Bu sayı, hayatın belki de kimsenin hayal bile edemeyeceği karanlık tünellerine giren, yolunu kaybetse dahi bizlere öyküleriyle ışık tutan, tek başına kalsa da huzuru arayan ve tutunacak dalı kalmasa dahi sonunda kendine tutunanlar için…

David Bowie’nin dediği gibi:

“Haydi haydi,
İyi giden bir şeylere sahibiz,
Başaracağımızı düşünüyorsan,
Kendine tutunmaya çalışmak en iyisi.”

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Sessizliği Kırmak

Sessizliği Kırmak

3 sene önce
Kazanmak

Kazanmak

4 sene önce
Dönemler Üstü

Dönemler Üstü

4 sene önce