Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolHayat Fena Hâlde Futbola Benzer

Neo-liberalizm ile birlikte, futbol çok daha soyut bir hâle geldi. Artık izlediğimiz farklı bir oyun mu? Zeynep Özar yazdı.

Sonraları kadınlara nasıl aşık olduysam, futbola da öyle aşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerinde kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” – Nick Hornby, Futbol Ateşi

Karl Marx, dine ‘halkların afyonu’ derken onun toplumsal birleştiriciliğini ve koşulsuz itaatinin tartışılmazlığını vurgulamaya çalışıyordu. Tıpkı en ateşli alternatifi olan futbola da diyebileceğimiz gibi… Ve İngilizler her zaman, hem dünyanın en eski futbol federasyonuna hem de en eski takımlara sahip olduklarından kalplerinin derinlerinde futbolu en kadim mülkleri saydı. Ancak nasıl ki neo-liberalizm dokunduğu her şeyi dönüştürdüyse, neo-liberalizmin, futbol temasından ortaya da sokaktan soyutlanmış bir futbol çıktı.

Birazdan okuyacaklarınız, önceleri soyluların arasında kabul görmüş, daha sonraları halk tarafından da çok sevilmiş ve giderek toplumun tüm kesimlerine yayılmış olan futbolun kâr elde etme kaygısıyla taraftarlardan uzaklaştırılmasının hikâyesidir.

Taraftarlık, hızlı kentleşmeyle altüst olup geleneksel ve modern arasında sıkışan bireye aidiyet duygusu kazandırır. Sınıf konumu veya etnik kimlik ile birleştiğinde ilkini öne çıkarır ve pekiştirir. Manchester United dokuma işçilerinin, Arsenal silah fabrikasında çalışanların, Notthingham Forest ekmeğini kömürden çıkaranların, Liverpool ise liman işçilerinin mabedidir. Mabettir, çünkü kimliklerini ve aidiyetlerini burada yeniden ve yeniden üretirler. Kendilerininki ve ötekilerinkini…

Psikolojide fanatizm, bir düşünceye, bir kitaba, bir lidere, bir gruba katı şekilde bağımlı olma şeklinde tanımlanır. Konu futbol olduğunda ise iş farklı bir boyut kazanır: Holiganlık. İlk kez İngiltere’de ortaya çıktığına dair yaygın kanının aksine holiganlar ilk olarak 1960’ların sonunda Ada sınırında görülmüştür. İşleri ve toplumsal güvenceleri olmayan, toplum içinde adam yerine konmayan, kendileri, aileleri, kısacası içinde yaşadıkları toplumla sorunları olan işçi sınıfının alt katmanlarından çocuklardır holiganlar. Tepkilerini toplum normlarına karşı çıkarak; yakıp yıkarak, şiddet eylemleri gerçekleştirerek ifade ederler. Ve bu holiganlar, stadyum çevreleri dâhil olmak üzere büyük kalabalıkların arasına taraftar kimlikleriyle karışarak kendilerini gizlemiştir. Özcümle, holiganlar futbolu kullandılar. Barındırdığı şiddet ve saldırganlık gibi refleksleri normalleştiren ve kendi içinde erkekliği yeniden üreten holiganlık, tam da bu yönleriyle taraftarlıktan ayrılır. Takımlarla organik ya da inorganik bağlarla bağlı olan firmaları vardır; Arsenal-Gooners ve The Herd, Chelsea-Headhunters, Liverpool-The Urchins, Manchester United-The Red Army, Millwall-Bushweckers, West Ham United-Inter City Farm.

Sokakla hayat bulan futbol, güç ilişkilerinden ve ideolojiden uzak kalamaz. Özellikle 1970’lerin ortalarında yükselen aşırı sağın ilgisini çeken “siyah p.çler” tezahüratını komik bulan holigan grupları, ırkçı örgütlerin ve partilerin ideolojik etkisi altında olup olmadıklarına dair suçlamalarla karşılaşır. Bunun en iyi örneği için Londra’nın güneyindeki ırkçı ve rejim yanlısı uçların faaliyetlerinin odağı hâline gelen 80’lerin Chelsea’sine bakmak gerekir. Yine de İngiltere’de faşist geleneğin olmaması ve siyahilerin de bu gruplar arasında yer alması gözden kaçırılmamalıdır.

Kaldı ki holiganların geç saatte karıştığı kavga gürültünün yanında stadyum çevresinden öğlenden itibaren parabolik olarak artan trafik, gürültü ve çöp devede kulak kalır. Mevzunun bu kadar büyütülmesinin sebebi, büyütülebilmesidir. Yani holiganlık, taraftarları stadyumlardan uzak tutmak adına bir araç olarak görülür.

Takım tutmak ‘biz’ duygusu yaratıyorsa o takımın maçına gitmek de ‘biz’e olan bağlılığı göstermek açısından neredeyse zaruridir. İlişkiler de burada teatral hâle gelir. İster taraftar ister holigan deyin, takımını destekleyen herkes maçın oynanacağı gün bayrakları, atkıları, şapkaları ve formaları ile stadyumdadır. Arsenal’in Emirates Stadyum’u, Chelsea’nin Stamford Bridge’i, Liverpool’un Anfield’ı ve Manchester United’ın Old Trafford’u kutsal yerlerdir. Karşı takım taraftarlarına burada iyi gözle bakılmaz; onlara, başka bir yerde bulunduklarını, öyle istedikleri gibi hareket edemeyeceklerini ifade etmenin birden çok yolu vardır. 80’lerden sonra ortaya atılan güvenlik sorunu algısı sebebiyle stadyumlar taraftarların kutsal yeri olmaktan çıkarılır ve bir gözetim, denetim ve cezalandırma mekanına dönüşmeye başlar. Demir Leydi döneminde çekilen dikenli teller ile kümese dönen stadyumlar ve güvenlik önlemleri ile bir araya tıkıştırılan ve polis şiddetine maruz bırakılan seyirciler arasına ciddi bir mesafe konur. Holiganlar ve dolayısıyla taraftarlar stadyumların dışında tutulur. Taraftarlık ayrıştırılır; bir alt kültür olarak ötekileştirilir. Neo-liberalizm bu noktada dişlerini gösterir ve futbolu sokaktan ayırarak piyasanın ellerine teslim eder. Tabii taraftarları da televizyon ve yazılı basına…

Son 25 yılda serbest piyasa ekonomisinin ve uluslararası rekabetin ulusal kalkınma politikalarının yerini almasıyla dünya giderek tek bir pazar hâline getirilir; kapitalizm dönüşür ve küreselleşir. Üretim anlayışındaki değişim, toplumsal ve kültürel alanlarda da kendini göstermeye başlar. Bireysel kimliklerin ve farklılıkların ön plana çıkartıldığı bu süreçte, tüketim ve tüketimi sağlayacak olan düzenekler büyük önem kazanır ve hayatın her alanından kâr elde etmenin yolları açılır.

Peki futbola ne olur? Tüm dünyada yaşanan bu neo-liberal dalga futbolu da etkiler; futbol hızla metalaşır. 80’lerde beliren ve özellikle 1995 tarihli Bosman Kararı ile futboldaki endüstrileşme ivme kazanır; sektörün liberalleşmesi ve özel televizyon kanallarının artışıyla birlikte futbol kulüpleri mali değeri yüksek kağıtlara dönüşür; sponsor ve reklam gelirleri temel para kaynağı hâline gelir ve ürün satışları belirleyici bir maddi kalem oluşturur. Futbol, bir pazar olmuştur. Bu dönüşümde futbol kulüpleri ve dernekleri kadar profesyonel futbolcuların, spor malzemesi üreticilerinin, spor medyasının, reklamcıların, sponsorların ve hükümetlerin parmağı vardır.

Futbol tüketilebilir bir olgu hâline geldikçe futbol kulüpleri de bu yeni yapı içinde varlıklarını sürdürmek için yeniden yapılanır; sponsorluk ve maç hakları anlaşmaları yapar, borsaya açılır, forma reklamları alır. Bir nevi kapitalizmin çarklarına dahil olur. Amaçta sapma kaçınılmazdır; spor etiğini ve ahlakını savunmak, yerini yatırımlarını verimli kılıp kârlarını artırmaya bırakır. Hızla ve hoyratça piyasa ile bütünleşen ilk takım Londra kulüplerinden Tottenham olur; hisselerini borsaya açar. Bu dalga 1990’larda tüm Avrupa’ya yayılır ve kulüpler tamamen mali ağırlıklı bir mantığa yönelir. Takımlar artık taraftarlarına değil sermayedarlarına karşı sorumludur. Chelsea’nin 2003’te 140 milyon Sterlin karşılığında Rus iş adamı Roman Abramovich’e satılması, en büyük ele geçirme olarak İngiliz futbol tarihi kayıtlarına geçer.

Oyun oynama karşısında para kazanma düşüncesinin çekiciliği, amatörlüğü profesyonelleşme ve tabii ki ticarileşme ile yer değiştirmek zorunda bırakır. Daha çok maharet, daha çok seyirci ve dolayısıyla daha çok para demektir. Futbolcular sadece kendi ülkelerinde dünya çapındaki yıldızlara dönüşür. Markalaştıkça kimliklerinden, ahlaki değerlerini yitirdikçe de toplumdan uzaklaşırlar. İngiltere Milli Takımı eski oyuncularından David Beckham, Adidas, Pepsi, Armani, Motorola, Gilette ve Vodafone gibi firmaların reklam yüzü ve çizgi romanlara hayat veren bir karakter olurken UNICEF ve Malaria No More UK gibi yardım derneklerinde aktif katılımcılık sergiler. Milli takımda forma giymiş bir diğer oyuncu Rio Ferdinand ise oyunculuk ve müzisyenliğin yanı sıra alkollü şekilde araç kullanma, eşcinsellere hakaret etme ve porno kaset gibi başlıklar altında adını duyurur.

Futbol endüstrileştikçe, toplumla dolayısıyla da taraftarı ile arasındaki bağı kurutur. Holiganların uyguladığı şiddetin basın tarafından tüm taraftarlara atfedilerek güvenlik tehdidi olarak lanse edilmesi ekmeğe yağ sürer. Basın aracılığıyla kulüplerinden koparılan taraftarlar yine basına mahkum edilir; futbol artık televizyondan izlenir, gazeteden okunur. Federasyon Kupası’nın 1938’de ilk kez BBC tarafından yayınlanmasının üzerinden geçen süre zarfında masumiyetini kaybeden futbol-medya ilişkisi 1992’de BSkyB kanalının ITV’nin lig maçlarının yayın hakları için 30-40 milyon Sterlin teklifine karşılık 300 milyon Sterlin üzerinde bir teklif sunmasıyla topyekun bir değişikliğe uğrar. Yayın haklarını satın alarak hissedarlar arasına adını yazdıran şirketler, kulüplerin medya ilişkilerindeki tek aracı konumuna gelir. Futbol toplumdan iyice koparılarak sermaye akışının sürekliliğine bağlı ve bağımlı kılınır.

İngiltere, taraftarlarının coşkusu ve ateşli kop’larının muhteşem şarkılarıyla tanınan bir ülke olsa da gelenek yerini seyirci işletmeciliğine bırakır. En şanlı İngiliz kulüplerinden Manchaster United, ateşli taraftarlarını stadın bir köşesine yerleştirip o alanla sınırlamayı tasarlar. Bunun resmi gerekçesi seslerini daha iyi duyurmalarını sağlamaksa da asıl neden bugünün eskiye göre daha az halk ağırlıklı ve daha burjuva nitelikli seyircisinin, ‘yaygaracı’ların bağırtı ve şarkılarındansa daha sessiz bir ortamı yeğlemesidir. Futbol artık seyircisini tezahürat edip çırpınan proleterlerden değil, stadyum localarına kurulan VIP’lerden seçer. Yıllık kiralanan ve kulüpler açısından önemli bir gelir kaynağı hâline gelen locaların hostesleri, kanepe ve gastronomik yemek servisleri, şampanya ve televizyon ekranlarıyla birlikte kiralanması futbolun yeni yatırımcılarının istediğinin taraftar kimliğine sahip bireyler değil ileri gelen hisse sahibi, akıllı uslu, iyi yetiştirilmiş müşteriler olduğunu apaçık gösterir.

1990’ların başında 10 Sterlin vererek bir futbol maçına gitmek ve bir koltukta oturmak ya da basamaklarda ayakta durmak, bir bira ya da kek alıp sonra eve cebinizde biraz bozuklukla dönmek mümkünken bir bölümünün astronomik fiyatlarla kiralanan localara ayrıldığı stadyumların kalan bölümlerindeki bilet ve kombine fiyatlarının da oldukça yüksek tutulması taraftar tipolojisinin giderek burjuvalaştırılmaya çalışıldığına işaret eder. Bu açıdan bakıldığında futbol, eğlence sektörünün sermayedarları tarafından keşfedilmekle kalmaz, en kârlı yatırım araçlarından birine dönüştürülerek ruhu paramparça edilir; kitlesinden uzaklaştırılmak adına toplumdan koparılır, toplumsal normlara karşı çıktıkları için suçlulaştırılan ‘holiganlar’ ve taraftarlar neo-liberalizmin yeniden ürettiği toplumsal normlar tarafından sahalardan dışlanır.

Sözün özü, neo-liberalizmin tahrip edici politikalarınca dönüşen futbol, küreselleşme adı verilen olgunun doğal bir laboratuvarına dönüşür. Dünyaya egemen olmaya çalışan bu yeni mali kapitalizmin en gaddar ve en karikatürleşmiş bazı yönleri bu alanda da karşımıza çıkar. Nasıl ki futbol hayata dair pratiklerin sahalara ve taraftar profillerine yansıdığı bir alansa, konu neo-liberalizm olduğunda bu süreçte gerçekleştirilen politikalardan nasibini alan hayat ve futbol fena hâlde birbirine benzemeye başlar.

Hikâyenin sonu.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce