Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolZidane’ın Karanlık Yüzü

Top ayağındayken, Zinedine Zidane bir şairdi. Peki ya saha dışında?

*Philippe Auclair imzalı bu yazı, 8by8‘te yayımlandı.

İKON: 1. Genellikle tahta üzerine işlenen ve Bizans ile diğer Doğu kiliselerinde seremonilerde kullanılan, İsa’nın ya da başka bir kutsal figürün dini tablosu. 2. Kutsal sayılmaya layık ya da tanıtıcı bir sembol olarak görülen kişi ya da eşya: “Amerikan adamlığının demir çeneli ikonu.”

Oxford’un İngilizce sözlüğü böyle söylüyor. ‘Zinedine Zidane’ da cazip bir ekleme olurdu: Kutsal sayılmaya layık görülen… Evet, kesinlikle. Tartışmasız kahramanı olduğunuz, Fransa’nın en devasa spor başarısının gecesinde Zafer Takı’nda yüzünüzden ışıklar saçılırken nasıl olmazsınız ki?

zidane 1998
1998 Dünya Kupası Finali’nde Brezilya’yı 3-0 ile geçtikten sonra sokaklara dökülen Fransızları, finalde iki golle yıldızlaşan Zidane’ın Zafer Takı’na yansıtılmış yüzü bekliyordu. Üstteki yazı: “Zafer bizimle”

Kısa süre önce Paris’te bir takside hatırlatıldığım üzere, Zidane’ın bu ikonik konumu, minnet duygusu ile birleşmiş bir halk tarafından ona verilmiş değil. Ne zaman bir taksiye binsem kendime aynı soruyu sorarım: “Konuşkan biri mi?” Radyo istasyonumun önünde durdurduğum taksici kesinlikle konuşkan biriydi. Ve konuşmak istediği konu Zinedine Zidane’dı.

İyi çalışılmış bir konuşmaydı. “Ben Cezayir’den geliyorum…” diye başladı. “Ama…” demesini bekliyordum. “Ama ben bir Kabiliyeliyim” dedi. Kabiliyeliler, Müslüman koloniciler tarafından yedinci yüzyıldan itibaren Araplaştırılmaya maruz kalmış ama dil ve kültürlerini korumayı başarmış Berberi etnik grubuna bağlı Mağrip yerlileridir. “Fransa’ya çok şey verdik ve bununla gurur duyuyorum” dedi. Ulusal hayatımızı zenginleştiren insanlarla dolu etkileyici bir listeyi ezberden saydı. Fransa’nın 6 milyon Cezayir asıllı vatandaşının en az üçte biri Kabiliyelidir – oyuncular, şarkıcılar (Edith Piaf’ın Berberi bir dedesi olduğunu biliyor muydunuz?), bilim adamları, politikacılar. Ama Zidane, “Oh, hayır! Nedenini anlatayım.”

Nedeni 2006 Dünya Kupası finalinde Materazzi’ye attığı kafa değildi, 1998’in ikinci maçında hırçınca Suudi Arabistan’dan Mohammed al-Khlaiwi’nin üstüne basması, ya da tüm bunlar bir yana yıldızımsı bir kariyere sahip Zidane’ın gördüğü 14 kırmızı kart da değil. Asıl sebep, benim taksicinin “alçakça” olarak nitelediği, nereden geldiğini unutan bir adamla ilgili.

“Keşke konuşsaydı!” dedi sürücü. “Ama o hiçbir şey söylemedi.”

Cezayir’in “kara bahar”ındaki kan banyosundan bahsediyordu; bir lise öğrencisinin polis karakolunda öldürülmesi üzerine sokaklara dökülen Kabiliyeli göstericilerden en az 120’sinin ölümüyle sonuçlanan, 2001 yılındaki hükümet destekli eşkıyalık, tecavüz ve şiddet dolu o üç ay.

Anne-babası Malika ve Ismail Kabiliye’den gelen Marsilya doğumlu Zidane, trajedi hakkında yorumları sorulduğunda fikirlerini kendine sakladı. 2001’de bu, kolayca affedilebilirdi. Zizou zirvesindeydi. Fırsatçı politikacılar tarafından isminin ve şöhretinin kullanıldığını görmek istememişti. ‘Maviler’in 1998’deki zaferinden sonra tüm ülkenin takıntılı hâle geldiği -ya da öyle göründüğü- yeni ‘gökkuşağı toplumu’ fantezisi (çok uzun soluklu olmayan bir yanılgı) sürecinde ‘entegrasyon’ ve ‘toplulukçuluk’ hakkındaki yapay tartışmaların içine çekilmeyi reddetmişti.

2006 yazına gelindiğinde Zidane artık emekli olmuştu ve 22 Temmuz’da, İtalya’nın Fransa’yı penaltılar sonunda yendiği son resmi maçından 13 gün sonra, Kabiliye diasporasının seçkin üyeleri tarafından imzalanmış açık bir mektup, Materazzi’nin düşmanı/kurbanınaydı. 18 Kabiliye ve Berberi organizasyon tarafından onaylanan bu dokunaklı, bir yanıyla da naif belge, bir karşılık bulamadı.

Tabii cevap bu değilse: Beş ay sonra, 12 Aralık’ta Zidane, Algiers Havalimanı’nın asfaltına adım attı ve neredeyse tarihi bir kalabalığın arasında kayboldu. Onu, atalarının geldiği -ama onun, haklarında çok az bilgiye sahip olduğu- topraklara getiren uçak, beş yıl önceki Kabiliye isyanının ölümcül şekilde bastırılmasına fikir babalığı yapan başkan Abdelaziz Bouteflika tarafından kiralanmıştı. Bouteflika’nın davet mektubundaki ifadeler tuhaflığın kıyılarında dolaşıyordu. (Seçilmiş) Diktatör, Zidane’ın “hırçınlık, zeka, küstahlık ve ağırbaşlılıkla, hepsinin üzerinde de, kıyaslanamaz bir fair-play ile oluşturduğun güzel, yürekli, sıra dışı kariyer”ini selamladı. Kanıt olarak da Zizou’nun “bir erkeğin onuruna yakışır şekilde” hareket ettiği ‘Materazzi Anı’na atıfta bulundu… Onur hakkında her şeyi bilen ve Zidane ailesine başkanlık sarayının kapılarını açan adam böyle söylüyordu. Zidane’ın annesi onu “iyi bir iletişimci” olarak niteledi.

zidane bouteflika
Zizou, Cezayir ziyaretinde başkan Abdelaziz Bouteflika ile birlikte. İkilinin arasında, arka plandakiler ise annesi Malika ve babası Ismail.

Zidane ev sahibini hayal kırıklığına uğratmadı, 2001’deki facia hakkında çenesini kapalı tuttu. Ona sürekli olarak Bouteflika’nın korumaları tarafından eşlik edilirken ‘dönüşü’ hakkında duygulu davrandı (ki bu, dönüşten ziyade ilk kez gelişiydi) ve yapması gerektiğinde insanların elini bile sıktı. Babasının köyünde tamı tamına bir saat geçirdi -beş gün içinde. Bu ziyaret üç saat olarak planlanmıştı ama eğer bir süperstarsanız programlar değişime açıktır. Şafak saatinden beri hazırlık yapan insanlar için çok kötüydü, yine de onlar pek umursamadı. Kuzenlerini (bir gazete o günkü katılımcılar arasında 200 kuzeni olduğunu iddia etti) ve kahramanlarını gördükleri için mutluydular. Ayrılmak zorunda bırakılmıştı, onun suçu değildi. Çaba sarf etmişti. Önemli olan da buydu. Ama bu çaba ne için, kim içindi? Baskı? Bouteflika?

O anda benim taksici, 1-10 arasındaki öfke skalasında 11 seviyesine çıktı. Aynada onu başımla onayladığımı gördü. Zahir Belounis’i düşünüyordum; meşhur kafala sisteminin rutin sonucu olarak Katar’da kendi isteği dışında 19 ay boyunca tutulan Fransız-Cezayirli futbolcu. Belounis, Katar 2022’nin en meşhur elçileri Pep Guardiola ve Zinedine Zidane’a açık bir çağrıda bulunmuştu: “Yardım edin, lütfen. Bu cehennemden çıkmam için bana yardım edin.”

Guardiola, Zahir’in durumundan hoşnut olmadığının bilinmesini istedi ve orada durdu. Zidane cephesinden bir cevap, herhangi bir reaksiyon aradım ama bulamadım. Adil olmak gerekirse, Zizou için tepki göstermenin o kadar kolay olmadığını söylemek gerek. Katar’ın 2022 başvurusunu desteklemesi için ona bolca para ödenmişti. Desteğinin fiyatı 15 milyon dolar olarak açıklanmıştı (artı eğer Katar ev sahipliğini kazanırsa, turnuva gerçekleşene kadar her yıl bir milyon dolar daha). Bu, hemen ardından yalanlandı ama pek ikna edici değildi. Tüm para futbolcular vakfına bağışlandı.

Rakamlar bir kenara, gerçek barizdi: Zidane para için bu işin içindeydi, tıpkı Guardiola, Ronald de Boer, Gabriel Batistuta, Roger Milla ve diğerlerinin yaptığı gibi. Bunda skandal denecek bir şey yok. David Beckham’ın İngiltere 2018 için yaptığı destek de yalnızca milliyetçilik kaynaklı değildi. Onun futbol okulları da dolaylı da olsa turnuvanın İngilizlere gitmesinden fayda sağlayacaktı.

Garip olan, Zidane’ın yeni faydalanıcılarının amacını yaymak için söyledikleri ve özellikle de FIFA’nın onları seçtiği açıklandıktan sonraki sözleriydi. “Katar’ın zaferinden öte, bu özellikle Arap dünyası ve Orta Doğu için de bir zafer” dedi. “Beni en çok etkileyen de bu. Yeni bir şey görmek güzel. Futbolun herkese ait olduğunu göstermek güzel. Küçük bir ülke olduğu için Katar’ın kazanma şansının çok düşük olduğunu söylediler. Ama Katar, Arap dünyasını temsil ediyor, bugün ortaya çıkan mantık da bu. Bu zaferden dolayı gururluyum.”

Bağırmak istedim: “Ama Zinedine, sen bir Arap değilsin! Araplar 13 yüzyıldır Kabiliyelilerin burnundan getiriyor. Dillerini bile bilmiyorsun. Dinin gereklerini yerine getiren bir Müslüman değilsin, eğer temelsiz ümmet argümanını kullanmak istiyorsan… Sadece olup biteni söyle, iyilik aşkına. Seni sevmeye devam edeceğiz.” Korkarım ki bu argüman kimseyi bir yerlere getirmiyor.

Emmanuel Petit, “Zidane ve ben farklıyız. Birbirimize söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. Diğer insanlara hak ettiklerini vermeden rekor karlar elde eden büyük patronların amaçlarına hizmet ederken, ihtiyacı olanlara yardım ediyormuş gibi davranamazsın. Bu tür bir yol seçmişsen zaman zaman kendi inandıklarını belirtmende fayda var. O dokunulmaz hale geldi” demişti.

Gayet doğru. Ama Zidane’ın inanmakla işi olmaz. İnançlar iş dünyası için faydasızdır. Ve iş dünyası Zidane’ın bolca önemsediği bir konu.

Geçenlerde Fransa’nın eski first lady’si Carla Bruni’nin biyografisini ve Başkan Hollande yönetiminin gayet eğlenceli bir kaydını tutan Fransız gazeteci, Besma Lahouri 2008’de Zidane: Une Vie Secrete (Zidane: Gizli bir Hayat) kitabını yayımladı.  Eleştirmenlerin kitabın son hâlinin bir kopyasını alıp -genel olarak olumsuz- görüşlerini belirtmelerine oranla, kitap yayımlanmadan önce çok daha fazla tartışma yarattı.

Bir defa kitap son hâlini almadan önce yazarın evi iki kez soyuldu. İki vakada da Lahouri’nin laptopları çalındı. Bu işte bir iş var diye düşündük. Lahouri’nin ne bilgilere eriştiği konusunda insanlar fantezi kurmaya başladı. Zizou’nun özel hayatı hakkındaki tüm o dedikodular -özellikle Juventus’taki (ve başka yerlerdeki) performans arttırıcı ilaçlar- konuşuldu. Lahouri’nin elde ettiği bilgilerin pek de ortalığı karıştıracak şeyler olmadığı açığa çıktığında -karalama hukukunun iftiracıyı korumaya daha yatkın olduğu bir ülkede- onun işine olan ilgi de zayıfladı.

Bu kitap futbol ya da araştırmacı gazetecilikte bir mihenk taşı özelliği taşımıyor. Eleştirmenler kitabın tarzını, ‘tekrarcı’, ‘hantal’, ‘yorucu’ gibi kelimelerle yorumladı. Bomba haber yok. “Ooo” denecek bir konu da. Yine de Zidane’ı, 1998 zaferini kazananlar arasında Fransız ulusal tapınağına girmiş ve Fransa’nın en sevilen kişilikleri listesinde zirve yapmış kutsal karaktere sahip tek varlıktan sıyırıyor.

Zizou’nun bu statüyü kazanma şekli büyüleyici. Sıra dışı popülerliğinin temelinde, oyununun baletsel güzelliği ve en gerekli zamanlarda en iyi halinde olması (gerçi azizlerin biyografilerini yazanların iddia ettiğinden daha az da olsa) yatıyor. 1998 Temmuz’unda Brezilya’ya karşı o iki kafa golünü atmasaydı Olimpos Dağı’ndaki tanrıların arasında yerini alamazdı. Ama bu, komşuları arasında futbolu en az önemseyen ülkede nasıl o kahramansal boyuta -bir megastar değil, bir metastar- eriştiğini açıklamaya yetmiyor.

İnsanları etkileyen şey utangaçlığıydı; karşıdakini ele geçiren alçakgönüllü gülümsemesi, albenisi… Annemin deyimiyle gentillesse, yani kibarlıktan çok daha fazlası. Tabii görünüşü de. Zidane yakışıklıydı ama bunun farkında değil gibi görünüyordu; o bildiğiniz saatlerce saçını düzelten ve vücudunu bir arzu objesi haline getiren futbolculardan değildi. Aslına bakarsanız, doğal bir atlet gibi de görünmüyordu, Serie A’da etkileyici şekilde kas yaptığında bile. Saklamak için hiçbir şey yapmadığı erken kellik, ona cuk oturdu ve normalliğinin bir başka kanıtı oldu. Çocuklarını elbette seviyordu; ayrıca çocukları seviyordu. Kendi vakfı da dahil olmak üzere birçok yardım etkinliğinde boy göstermişti. Ünlü çemberinden uzak duruşu ve nadiren röportaj vermesi de tevazusunun kanıtıydı. İdeal bir futbolcudan çok daha fazlasıydı; ideal bir evlat, baba, eş, damat… Ve göçmenliğin masum yüzünü ortaya koyan, ikinci nesil bir ‘göçmen’ (Bir Kabiliyeli ama ana akım, beyaz Fransızların ortak akıllarıyla onu bir tür süper-Arap haline getirdi. Ah, keşke hepsi Zizou gibi olabilseydi!)

zidane riboud
Danone CEO’su Franck Riboud, Zidane’ın iş dünyasındaki dostlarından yalnızca biri.

Lahouri’nin kitabı, tüm kusurları bir yana, inşa edilmiş bu maskeyi çizip, para ve güç kazanmak için Zidane kültünü dikkatlice oluşturan, sömüren ve koruyan bir manipülatör, çok daha az baştan çıkarıcı bir karakter ortaya koydu. Fakir bir Marsilya banliyösünden çıkma, 15 yaşında okulu bırakmış cılız bir çocuk için kayda değer bir yükseliş ve hatta daha emekli olmadan, Franck Riboud (Danone Grup’un CEO’su ve başkanı) ve Jacques Bungert (Young&Rubicam reklam ajansının ve Courreges moda evinin eş başkanı) gibi kodaman iş adamlarının dostluğunun tadını çıkarmaya evrilen bir hayat. Riboud -Temmuz 2006’da- 2001 yılından beri markasının tanıtımını yapan futbolcunun, çok uluslu şirketinin yönetiminde bile kendine bir yer bulabileceğini söylemişti. Real Madrid’de oynarken seyahatleri için bazen Zidane’a özel jetini ödünç veren Kering Grup’un milyarder sahibi François-Henry Pinault da bu eksendeki bir diğer bağlantı.

Emmanuel Petit’i şaşırtan türdeki ağlar işte bunlar. Top ayağındayken, Zidane bir şairdi. Oyundan uzakta ise kendi çıkarları için çalışan bir iş adamı hâline geldi. Bunda nahoş ya da kınanacak bir mesele yok. Aslında Zidane, “bir marka olarak futbolcu” tanımındaki gibi modern süper-spor adamlarına örnek olarak incelenebilir. Buna üzülebilir, hayıflanarak sporun yalnızca zaferler için olduğu (ya da bizim öyle olduğuna inanmayı seçtiğimiz) zamanları yad edebiliriz. Fakat kendisinden önce kurulmuş bir sistemi sömürdü diye onu suçlayabilir miyiz?

Peki neden onun kişiliğinin bu iki yüzünü birleştirmekte bu kadar zorlanıyorum? Belki de ayrılmaz şekilde iç içe geçtikleri için. Ve kulağa alabildiğine saçma gelebilir ama futbolun başlı başına bir amaç değil de kendini pazarlamak için kullanılan bir araç olduğu gerçeğini kabullenmek zor, hele ki bahsedilen futbolcu, oyununun saf güzelliğiyle kalbimizi kazanmışsa. Bu sporu izlememizin sebebi o olmamalı değil mi?

Nisan 2005’te, film yapımcısı Douglas Gordon ve Philippe Parreno, Madrid’in Santiago Bernabeu Stadyumu’na 17 senkronize kamera yerleştirdi. Tüm bu kameralar Real Madrid ile Villarreal arasındaki karşılaşma süresince Zidane’ı izleyecekti. Belgesel yapımcılarıyla ilk kez yolları kesişmiyordu: 2002’de arkadaşı Stephane Meunier, onu göklere çıkaran bir portre ortaya koymuştu –Comme Dans un Reve (Bir Rüyadaki Gibi)- ama 2002 Dünya Kupası hem milli takım hem de sakat oyun kurucu için kabus gibi geçince bu iş Fransa’da ancak ortalama bir başarı yakalayabildi.

Gordon ve Parreno’nun filmi, Zidane: A 21st Century Portrait (Bir 21. Yüzyıl Portresi) başka bir türe ait. Başka hiçbir oyuncu bu kadar hırslı ve pahalı bir projenin konusu olmadı. Amaç yalnızca bir sanat parçası değil, bir başyapıt ortaya koymaktı. Sonuç abartılmış, aşırı dozda biçimlendirilmiş, her MTV izleyicisinin aşina olduğu video yanılsamalarıyla dolu bir yapıt oldu: Zidane olma ürününün 91 dakikalık reklamı.

Bunu, formatın ilham kaynağıyla kıyaslayın: Helmuth Costard’ın 1971 Fußball Wie Noch Nie adlı eseri için sekiz adet 16mm kameranın, Manchester United’ın, Coventry City karşısındaki 2-0’lık galibiyetinde George Best’e odaklanışı. Costard’ın, Best’in izniyle çekilmiş filmsel makalesi Gordon ve Parretto’nunkine kıyasla daha iyi yaşlandı. Zidane: A 21st Century Portrait filmini, (2-1’lik galibiyetinden sonunda kırmızı kart gören) kahramanı tarafından kontrol edilen, oyuncunun sanatının hak ettiği kutlamadan ziyade danışmanları tarafından karlı bir markayı güçlendirme amacı güden bir ego tatmini denemesi olarak görmemek zor. 2007’de yine Meunier tarafından yönetilen bir belgesel, Le Dernier Match, daha var. Zidane bu projede eş yapımcı olarak bizzat yer alıyor.

Buna aşırı yükleme deyin. Belki bunların hiçbiri, kendi mitolojisinin mimarı olan Zidane görünüşünü, futbol sahasında nefesimizi kesen dehadan ayırabilseydik pek bir önem arz etmeyecekti. Ama manipülatör, bu kadar kolay kenara atılamıyor. 2004 yılında, maçları şekillendirme gücü azalırken, Fransa, Zidane’ın bayrağı devredebileceği bir başka harikulade yetenek ile kutsanmış görünüyordu. Thierry Henry kariyerinin zirvesine yaklaşıyordu. Bir önceki yıl harika bir Konfederasyonlar Kupası (Zidane’ın yer almadığı bir turnuva) geçirmişti ve sonunda Arsenal’deki istikrarlı formunu ‘Les Bleus’ ile de gösterebileceğinin sinyallerini veriyordu.

zidane henry

Zidane ve Henry’nin sahada uyum sağlayamaması, kızgınlık yaratan bir konu hâline gelmişti. Henry’nin, Fransa’nın onun güçlü yönlerini ön plana çıkaracak şekilde oynamadığı (acemice ifade etmek gerekirse doğru) yönündeki yorumları iyi karşılanmadı. Söyledikleri, dokunulmaz Zidane’ın katkısını sorgulamak anlamına geliyordu. Daha zarar verecek şekilde, Arsenal tayfasının (Patrick Vieira, Robert Pires, Henry ve ismi verilmeyen birkaç kişi daha) Zizou’ya karşı bir cephe aldığına dair, medya tarafından abartılan dedikodular vardı.

Bu komplo teorisini yemeyenlere -ben de onlardan biriydim- bu durum şüpheli geldi, sanki Zidane kendi arazisine yeni gelen neslin uzun gölgeler oluşturmasından rahatsızdı. Neden ‘Maviler’in ana yaratıcı gücü, Henry’nin hızını ve keskin hareketliliğini kullanamıyordu? İstatistikler anlaşılmaz durumdaydı. Zidane, Premier Lig ve Avrupa’nın en golcü oyuncu ödüllerini toplayan adama tek bir asist bile yapamamıştı. Tek bir tane bile. 2006 Dünya Kupası’na gelindiğinde, beraber oynadıkları 51 maçta, 10 numaranın, takımın 12 numarasına verdiği tek bir pas bile golle sonuçlanmamıştı (Bu, çeyrek finaldeki Brezilya maçında Henry’nin, Zidane’ın kullandığı serbest vuruşu tamamladığı voleyle nihayet sona erdi). Aradaki sürede, Zidane tam 12 farklı Fransız takım arkadaşına asist yapmıştı. Hastalıklı şekilde, hatalı taraf Henry olarak değerlendirildi, Zidane’ın kendi aurasını korumak için bir takım arkadaşının kuyusunu kazacağı düşünülemezdi.

Bunun çılgın bir tesadüf olduğuna inanmak istiyorum, farklı güneşler etrafında dönen iki farklı gezegen gibi. İnanmak istiyorum, ama çok güç.

Çeviri: Buğra Balaban (@BugraBalaban_)

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce