Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolDergiGündemHarika Çocuk

Alperen Şengün, 2002 doğumlu. Henüz sürücü ehliyeti bile yok ama dört ay içinde ligimizin en çok konuşulan oyuncusu olmayı başardı..

Bu sayı, Socrates‘in 71. sayısında yayınlandı. Socrates‘in tüm sayılarına buradan ulaşabilirsiniz.


Türk basketbolu son yıllarda maalesef birçok yıldız adayının potansiyeline ulaşamayışına tanıklık etti. Milli takımda devşirme oyuncularla günü kurtarma planları yaptık; altın jenerasyon dediğimiz 1995- 1996 doğumluların A Milli Takım’a geçişini bir türlü sağlayamadık. Vaktinde uzun bolluğundan aday kadroda kimin olacağına dair kavga gürültü çıkardı, şimdi Semih Erden’e alternatif üretmekte zorlanıyoruz. Kısacası, bugünlerde işler kesat, Alperen Şengün’ün omuzlarındaki yük ağır. Yolu açık olsun…

Giresun’un ülke sporunda çok kısa bir dönem haricinde futbol hatta hentbol ile gündeme geldiğini söylemek yanlış olmaz. 2000’lerin başında Fiskobirlik’in kadın basketbol takımının şehirde büyük heyecan yarattığı, maçlarını tamamen dolu salonda oynadığı hep anlatılırdı ama maalesef kulüp tahmin edilenden çok daha erken kapandı. Erkeklerde Yeşilgiresun Belediye, aynı hikâye… Karadeniz’de sen nasıl oldu da kaybolup gitmedin ve basketbola yöneldin?

Babam eski dalgıçtır benim. Denizle ilgisini tarif etmeye kalksam kelimeler yetersiz kalır herhalde. Aile geleneğimizdir deniz; büyüklerden dedeme, oradan babama, sonrasında bana… Hazırdı her şey.

Nasıl oldu? Açıkçası net bir plan, program vardı diyemem. Babamın eski bir dostu, Salim Taslı, vaktiyle gittiği ABD’den Giresun’a geri dönmüştü. Meraklıydı basketbola. Bir takım kurmak istedi. Sene 2009; ben yedi yaşındayım, abim 17 yaşında… Boyu uzun diye aldılar onu. Ben de babamla birlikte abimin idmanlarına gidip kenarda otururdum. Öyle başladı ilgim.

Ama sanırım bir de yüzmeye yazılma hikâyen var…

Dedim ya babam ‘balık adam’ gibidir… Boyum ve fiziğim yerinde diye de “Acaba bu çocuktan yüzücü olur mu?” dediler. Hatta havuza ilk götürdüklerinde oradaki antrenör de çok heveslenmişti. Fakat sorun şuydu ki; ben yüzme biliyordum ve onlar da her şeyi baştan öğretmeye kararlıydı… Aynı şeyleri sürekli tekrar etmek sıkıcı gelmişti biraz. Zevk alamadım, üç ay geçmeden bıraktım.

Peki abin ne kadar basketbol oynadı? Ondan sana geçiş nasıl oldu?

Sadece bir yıl denedi abim; ki bahsettiğim dönemde 16 yaşından büyüktü zaten, o yaşta kim basketbola baştan başlamış… Neyse işte, ben babamla gittiğimiz idmanların sonunda aşağı şut atmaya inerdim. Yaşıtlarıma göre boyum uzundu, dikkat çekiyordum biraz. Salim Hocam da hem bunu hem de bendeki isteği görünce heyecanlanmıştı. Sekiz yaşındaydım. Aldı beni yanına.

Nasıl biridir Salim Taslı? Basketbola ilgisi nereden?

Salim Hocam babamın eski arkadaşı ama Giresun’da para kazanamayınca şehri terk ettiği bir dönem olmuş. ABD’ye yerleşerek, orada bir Türk restoranında çalışmaya karar veriyor. O dönemlerde ailesi burada, Giresun’da kalıyor ama Salim Hocam dokuz sene boyunca ABD’de çalışıyor. Üç kızı var… En sonunda ne kızları ondan ne de o kızlarından ayrı kalmaya dayanabiliyor ve yurda dönüyor. Basketbolla zaten ilgili, Karadeniz’de uzun yıllar basketbol oynamış, ABD’de takibe devam etmiş… Giresun’a geri geldikten sonra da boş durmaya niyeti yok; belediye başkanı ve İl Spor Müdürü’nden toplantılar talep ederek Giresun Üniversitesi çatısı altında bir basketbol kulübü kuruyor. 12 yaşına kadar birlikte Giresun’dayız, sonra Bandırma’ya geçiyoruz…

Banvit’in nasıl haberi oldu? Nerede keşfedildin tam olarak?

Denizli’deki Minikler Şenliği’nde. Banvit’in altyapısından Ahmet Gürgen ve Muharrem Candesteci oraya gelmişlerdi. Daha önceden hiçbir temasımız olmamasına rağmen, tek turnuvada beni görüp beğendiler. Kader işte… Salim Hoca ve velilerimiz büyük fedakârlıklarla para toplayıp Denizli’deki masraflarımızı karşılamasa orada olmayacaktım ben. Yola bile çıkamayacaktım.

Banvit’in teklifini biraz anlatır mısın? En nihayetinde daha 12 yaşındasın, ailen Giresun’da kalmış…

Evet. Salim Hocam olmasa yapamazdım da. Birlikte gittik Bandırma’ya. O bıraktı beni gurbete. Küçük yaşlarda çok ağlardım, Salim Hoca sadece bana bağırıyor, benim üstüme gidiyor diye… Yakın çevremdekiler, “Seni önemsediği için yapıyor bunu” gibi cümlelerle yatıştırmaya çalışırdı beni ama durmazdı hocam. Ben de böyle zorluklar karşıma çıktığında hep basketbolu bırakmayı düşünürdüm. Yaşım çok küçüktü sonuçta, sürekli azar yerken ister istemez size bağıran kişiye karşı “Tamam ben yapamıyorum galiba” gibi bir düşünce aklınızdan geçiyor. Salim Hoca’dan çok daha sert bir tutumla Bandırma’da karşılaştım. Başta çok zordu ama yine onun telkinleriyle atlattım.

Bandırma teklifi…

Hah doğru. İşte biz birlikte Bandırma’ya gittik Salim Hoca’yla. Sonra o da döndü. Ailem zaten evdeydi, o yaşta peşimden gelemezlerdi ki… Babam balıkçı, annem çocuk bakıcısıydı. Abim de fabrikada çalışıyordu. Ablam üniversiteye girdi, sonra evlendi. Kısacası herkesin yapması gereken bir şeyler vardı…

Yalnızlık çekmedin mi? O yaşta, evden uzakta… Nasıl üstesinden geldin?

Çektim tabii. Hocam yanımda olsa da ailenin etkisi başka. Banvit’in altyapıyı biliyorsun; salon, ranzalı odalar, yemekhane… Hepsi bir arada. İster istemez arkadaşlarınızla kaynaşıyorsunuz ama benim yaşım 12’ydi. Nasıl özlemezsin aileni… Arardım, ağlardım “Beni buradan alın” diye. Babam da annem de iyi dayandılar. Doğru olanı yaptılar. Salim Hocam, “Eğer Giresun’a dönersen senden bir şey olmaz. Basketbolu unut” derdi ve eklerdi: “Ailen için kal…” Banvit’teki herkes de benzer şeyleri söylerdi. Ben de ailemi düşünerek motive olurdum.

Giresun’dan Bandırma’ya geçişte ne gibi farklar hissettin?

Bir kere daha önceden tamamen içgüdüyle oynuyormuşum basketbolu, onu gördüm. Doğal olarak idman temposu çok farklıydı. Banvit’e gelir gelmez beni kendimden büyüklerle oynatmaya başladılar. Küçük B oynamam gerekirken Küçük A ile oynuyordum. Fiziken yeterli seviyede olmadığım için maçlarda süre almıyordum ama büyüklerle yaptığım o idmanlar beni çok olgunlaştırdı. Küçük B ile Türkiye ikincisi, Küçük A ile de Türkiye şampiyonu olduk. Oradan sonra da hep yıldızlarda, büyüklerde oynadım.

Hep uzun pozisyonunda mı oynadın? “Altyapıdayken guard oynardım” gibi bir hikâyen yok mu senin de…

Valla yok. Küçüklerde biraz forvet gibi oynuyordum ama yıllar geçtikçe hep bir pozisyon kaydım. Üç numara başladı gibi düşün; sonra dört, sonra beş… Pozisyonlardan ziyade ben hep gözlemlemeye önem vermeye çalıştım. İzlediğim neyse idmanlarda da onu yapmaya gayret ederdim. Mesela pas özelliğimin olduğunu söylerdi antrenörlerim. Ben farkında değildim… Ancak bana belirli pozisyonlar üzerinden “Şu videoyu izle Alperen. Sonrasında da dene bakalım” dediklerinde yapabildiğimi görürdüm. İyiydim kopyalamak konusunda.

Kimleri örnek alırdın?

Tim Duncan, Hakeem Olajuwon, Nikola Jokic ve Shaquille O’Neal… Shaq tabii dipçizgi tarafına çok dönerdi, sırtı dönük oyunlarda o dönüşlerini izlerdim. Michael Jordan benim pozisyonum değil ama onun da pas fake’ine çok çalıştım. Zaten… Banvit’te bire bir idman çoktur; biz de çok severdik. Diğer altyapıları çok bilmiyorum ama oralarda daha çok 5-5 antrenman yapılıyor sanırım. Bizde sadece turnuva dönemlerinden önce 5-5 idmanlar vardı; onun haricinde hep bire bir oynatıp bireysel gelişimimize önem verirlerdi. Buralarda da alçak post oyunumu geliştirme şansı buldum.

Alçak post oyunu için “Pratik mükemmelleştirir” denebilir ama bu hususta doğuştan gelen bir oyun hissiyatın olduğunu düşünüyor musun?

Bilmiyorum. Öyle diyorlar. Muharrem Candesteci benim antrenörümdü ama altyapı sorumlumuz Ahmet Gürgen tüm idman düzenini kurgulardı. Biliyorsunuz o da uzun, eskiden oynamış… Post-up’ın kitabı yazılacaksa, bunu yapacak kişidir Ahmet Hoca. NBA’den izlediğim videoları idmanlarda yaptığım tekrarlara ekledim ve bir süreden sonra hissetmeye başladım. Kas hafızası devreye girdi, doğaçlama yapmaya başladım. Ama her şeyin çıkış noktası antrenörlerimdir. Muharrem Hocam’la Yıldız B’ye kadar birlikte çalıştım. Bugün biraz daha sert bir oyuncu olabildiysem onun sayesinde.

Banvit’teki çalışma rutinini biraz anlatır mısın?

Bandırma’da tabii şöyle bir avantaj var… Türkiye’de birçok kulüpte gece gidip salonun ışığını açmanız dert, oynamak istediğinizde orada görevli bulmak problem, malum. Biz direkt salonun içindeydik. Akşam yatmaya hazırlanırken “Hadi biraz oynayalım” dediğimizde yataktan kalkıp salona geçerdik. Lojmanda, yatakhanede birlikte geçirdiğimiz vakit bir aile ortamı oluşturabilmemizi sağladı. Hep beraber basketbol oynuyorduk…

Ben çoğunlukla uzun pozisyonunun gerekliliği olan idmanları yaptım. Şut da çalıştım ama fazla değil. Çok istemezlerdi şut atmamı. Ribaund, post-up, face-up, bire bir… Maymun merdiveninde çalışırdık, sağlık toplarıyla idman yapardık. Gerektiğinde stada gider, orada koşardık. Günde asla tek idman yapmazdık. 13.30’da salonda başlayan idmanın bitmesi 19.00’u bulurdu. Bir duş yapar, yemek yer ve ardından 22.00 gibi tekrar salona çıkıp kendi aramızda oynardık. Bu imkân sanırım başka hiçbir yerde yoktu.

Bandırma’da kulüp kapanmadan önce orada A Takım’ın parçası olduğunu da düşünürsek, Beşiktaş’la birlikte performansındaki keskin değişimi neye bağlamak lazım?

Geçen sezon sorumluluk vermediler bana. Altyapıda çok ön plandaydım, Bandırma Kırmızı’da yine istediklerimi yapabiliyordum sahada ama Teksüt’te A Takım’a çıkınca işler değişti. Takımı sahiplenemedim. Kırmızı’da mesela Ayberk Alen hocamız gelene kadar yine bu bahsettiğim ortamı bulamamıştım. Milos Obrenovic beni çemberden çok uzakta oynatmıştı. Teksüt’te de aynı hikâye… A Takım’da önümde çok yabancı vardı; önce biraz süre alıp sonra sürelerim düşünce sahada kendimden emin olarak yaptığım bazı şeyleri unuttum. “Bunu denemesem daha iyi. Kenara gelirim yoksa” diye düşünüyordum pek çok pozisyonda. Özgüvenim zedelendi, boş şutları denemiyordum ve yerine yaptığım şeyler de yanlış oluyordu. Beşiktaş’ta bu değişti.

Aslında Beşiktaş hikâyesi de öyle çok tozpembe başlamamıştı…

Biz sezona çok rahat girdik. Tamam, yabancılar sonradan gelmiş olabilir ama genel olarak idmanda, maçta çok rahattık biz. Kimse bize bir şey demiyordu. Altı maçı üst üste kaybettikten sonra, Ahmet Kandemir de takımın başına geçince “Beyler ne yapıyorsunuz?” durumu oldu biraz. Ahmet Abi sert bir insan zaten, herkes bilir. Şımarıklık ihtimalini ortadan kaldırdı. Kimseyi rahat bırakmadı. Biraz bu gerekiyormuş bize de… Genç takıma karşı belki biraz böyle olmak lazım. Burak Bıyıktay çok iyi niyetli, çok kaliteli bir insan gerçekten. Ahmet Abi de öyle ama; işte, ikisi biraz farklılar. Burak Abi’den sonra rahatlığımız gitti, idman yapma şeklimiz değişti. Yardımcı antrenör ve bireysel koçumuz Djordje Sijan idman temposunu çok artırdı. Sırp disiplini hesabı…

Bireysel gelişim idmanlarını Djordje Sijan’la yapıyorsun daha çok, değil mi?

Evet. Yazdan itibaren birlikteyiz. Gerçekten çok iyi çalıştık. Asistanı Bojan’la birlikte şut mekaniğimin değişmesini sağladılar. Böyle bayağı yandan çıkarıyordum topu, şimdi kafamın üstünden atıyorum. Yazın her gün çift idman yaptık, sabah-akşam şut mekaniği çalıştım. Başta çok zorlanmış, hiç atamamıştım ama pratikle biraz oturttuk. Yine de hâlâ zamana ihtiyaç var. Ara ara bozulabiliyor mekaniğim.

En önemli eksik olarak şutunu mu görüyorsun?

Herhalde herkes hemfikirdir bu konuda. Potaya yakın bitirmeye çok alıştığım için bazen kolaya kaçıyorum, şutu pas geçiyorum… Normalde tam tersi olur. Ayak çabukluğumu biraz daha geliştirmeye çalışıyorum, perde savunmalarında Bryant Dunston ve Jan Vesely gibi oyuncuları örnek almaya çalışıyorum. Gerçi şöyle bir şey de var, EuroLeague’de sezon bu açıdan o kadar kötü başladı ki perde çıkışları da anca yeni yeni oturuyor. Serbest atış çalışıyorum. Djordje bana “20/20 atacaksın, atamazsan en azından iki saat daha idmandasın” diyor hep. Hand-off’tan şut fake’i çalışıyoruz. “Örneğin post-up’tan aldın, ne tarafa döneceğini herkes biliyor ama buna Dirk Nowitzki’ye benzer şekilde bir şut katarsan durdurulamaz olursun” diyor bana. Ama serbest atışlar benim için gerçekten önemli. Ne zaman çalışmazsam kötü atıyorum. Djordje ile çalışmadan önce hiç “Bugün 50/50 atabilirim” gibi hedefler koymamıştım kendime. Şimdi öğrendim, 50’de 49 atarsan 100’de 89 yapacaksın. Yapamazsan, en az beş tane daha, atana kadar devam… Bu disiplin bana iyi geldi çünkü tam sayıyla hedef olunca ben konsantre şekilde atıyorum o serbest atışları. Eskiden “10 tane giren atayım, 15 tane giren atayım, bitireyim” diye düşünürdüm. Bu yönden de psikolojimi değiştirdim.

Oğuz Savaş geçenlerde Bursa maçından sonra “Alperen’i tutarken çok zorlandım. Onu yaşıtlarından farklı kılan çok tecrübeli bir oyuncuymuş gibi hareket etmesi” demişti. Sık aldığın bir övgü mü bu?

Veteran oyuncular genellikle bana “Seninle gurur duyuyoruz oğlum” diyor. Oğuz Abi de aynı şekilde. “Ellerin hep yukarıda, bu çok önemli özellik. Sahada hep böyle ol. Empati yapmaktan vazgeçme” diyenler var. Son dönemde işte bu transfer haberleri çıkmasına rağmen iyi performans gösterince “Oğlum helal olsun be. Bu olgunluğu senden beklemezdik” demişti ligden birkaç kişi.

Nasıl karşıladın bu sezonki Fenerbahçe transfer haberlerini?

İster istemez dikkatinizi çekiyor ama ben konsantrasyonumu bozmadım. Sonuçta her oyuncu bunları yaşıyor… İzzet Türkyılmaz’da benzer bir hikâye oldu. Beşiktaş’ın başarısı dışında hiçbir şeyi önemsemiyorum şu anda. Sezon sonunda bakarız artık Efes’tir, Fener’dir… Çünkü ben şu anda “Gitsem iyi olur” diye düşünmüyorum. Mutluyum burada. İstediğim süreleri alıyorum, Banvit’teki arkadaşlarım buradalar. Ortamım değişmedi. Hemen ayrılırsam bu lüksü de kaybedeceğim. Şu an çok mutluyum.

2020 yazında verdiğin bir röportajda “NBA’de Boston Celtics, Avrupa’da ise Anadolu Efes’te oynamak isterim” dediğini okudum. Kısa sürede köprünün altından çok su aktı sanırım…

Boston güzel. Avrupa’da esas Barcelona olabilir. Renklerini seviyorum… Felipe Reyes’ten ötürü Real Madrid’e yakıştıranlar oluyor; ikimiz de 4-5 oynuyoruz diye. Bakalım ya. Kısmet.

Peki takımlardan bağımsız senin kafandaki kariyer planlaması nasıl?

Türkiye’de böyle bir sezon daha geçirmek istiyorum. EuroCup ya da EuroLeague’de olur belki, bilemiyorum… Ama bir yıl daha burada pişip sonra NBA’e gitme hedefim var.

Aslında bu yıl ilk turdan seçilme ihtimalin hiç de az gözükmüyor…

Evet, farkındayım ama ben 20. sıradan lige gireceğime ilk 5’ten seçilmeyi tercih ederim. O yüzden acele etmiyorum. Hedefim elbette NBA’de kalıcı bir oyuncu olabilmek.

Nikola Jokic gibi geçmişte NBA’de başarılı olmasına pek ihtimal verilmemiş bir oyuncunun bugün itibarıyla ligin MVP adaylarından biri oluşunu nasıl değerlendiriyorsun?

Bazıları fizik avantajını kullanmaya çalışır, bazıları zekâyla oynar… Nikola Jokic’e dışarıdan baksan süperstar demezsin ama adam aşağı yukarı her eksiğini zekâsıyla kapatıyor. Sahada kaldığı her saniyede en az bir takım arkadaşıyla göz teması kuruyor. Çok özel bir oyun hissiyatı var. Onun iyi yerlere gelmiş olması beni elbette yüreklendiriyor.

Kariyerin için muhakkak ki karar anları gelecek. Burada aileni nereye koyuyorsun?

Ailem benim her şeyim. Söylediğim gibi biz üç kardeşiz. Bir tane de çok yakın olduğum yeğenim var. Annem, babam İstanbul’da benimle birlikteler. Hiçbiri çalışmıyor şu anda. Hiçbirinin de çalışmasını istemiyorum çünkü babamın da işi zor, balıkçılık…

Evde bolca birlikte vakit geçiriyoruz. Maçlar ve idmanlardan arta kalan vakitte babamla oturup bütün maçları izliyoruz. EuroLeague’de ya da BSL’de maç kaçırmıyoruzdur, ben dediğim gibi NBA’i de takip ediyorum. Gündüz idman, akşam maç, gece yine basketbol… Çok mutluyum. Basketbolu çok seviyorum.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler