Billie Jean King, Rosie Casals, Julie Heldman, Peaches Bartkowicz, Judy Dalton, Kerry Melville Reid, Kristy Pigeon, Nancy Richey, Valerie Ziegenfuss… ‘Orijinal 9’, sadece tenisin değil, sporun tarihini değiştiren bir oluşumdu. Tüm kariyerlerini riske edecek kadar cesur dokuz sporcu, kortlarda cinsiyet eşitliğini sağlamak için çıktıkları yolda günümüzün kadınlar tenis atmosferini ve WTA’i (Kadınlar Tenisi Birliği) ortaya çıkardı. Sayelerinde bugün 2020 Roland Garros’un tek kadınlar şampiyonu Iga Swiatek, Rafael Nadal’la aynı miktarı kazanıyor; en yüksek turnuva geliri elde edenler listesinde Serena Williams’a denk gelebiliyoruz. Peki bu nasıl başarıldı? Yetmişli yılların en iyi tenisçileri arasındayken eli raketli bir aktiviste dönüşen Rosie Casals’a kulak verelim…
-Her şey ‘Orijinal 9’ ile başladı… Arkadaş olsak da birbirinden ayrı dokuz bireyin ortak paydada buluşması enteresandı. Evet, birbirimizi tanıyorduk ama hepimizin farklı hisleri, hayat görüşleri vardı. Dokuz kadının aynı anda aynı şeyleri hissetmesi nadirdir. Bizim ise bunun için ciddi sebeplerimiz vardı. Zira teniste ‘Açık Dönem’ 1968’de başlamıştı ve sporda gözle görülür bir büyüme vardı. Turnuva ödülleri konusunda ise kadınlar nezdinde ciddi bir büyümeden bahsetmek son derece zordu. Bu çok açıktı çünkü tüm turnuvalarda erkek tenisçilerle yan yana kortlarda mücadele ediyor ve her şeyi görme şansına erişiyorduk. Onlar hem ilginin merkezindeydi hem daha çok para kazanıyorlardı hem de istedikleri her imkâna sahiplerdi. Biz değildik.
-1970 yazında ulusal turnuvamız Amerika Açık’ı oynamak için Forest Hills’e geldik. Kadın tenisçiler olarak bir şeyler yapmak, sesimizi duyurmak niyetindeydik. Tanınmıyor, ilgi görmüyor oluşumuz hatta sporcu olarak dahi algılanmıyor oluşumuz can sıkıcıydı. O sıralar Pacific Southwest Turnuvası’nı düzenleyen efsanevi tenisçi Jack Kramer şunu açıkça söyledi: “Kadınları önemsemiyoruz ve bunu değiştirmeyeceğiz. Onlar erkeklerin 10’da 1’i oranında kazanacak.” İnanabiliyor musunuz? Tabii erkekler de onların parasına ortak olmamızı istemiyordu. Bunun üzerine dönemin World Tennis Magazine yayıncısı Gladys Heldman’dan yardım istedik. Açıkçası o da Kramer’ın tavrını değiştiremedi. Köşeye sıkışmıştık; fark yaratacak, ses getirecek bir harekete ihtiyacımız vardı. Kendi turnuvamızı oluşturmaya karar verdik.
-Bir yerlerde oynamamız, sponsor bulmamız, para ödülü kazanmamız gerekiyordu. Gladys o dönemde yaşadığı Houston’daki tenis kulübüne durumu anlatıp olumlu dönüş aldı. Yakın arkadaşlarından biri, Phillip Morris yöneticilerinden Joseph Cullman’dı. O da yeni kuruyor oldukları Virginia Slims isimli sigara markasını kadınlar için son derece uygun bir sponsor addederek masaya getirdi. Aradığımız desteği bulmuştuk. Tabii USTA (Birleşik Devletler Tenis Birliği) bu girişimden dolayı bize kızgındı. Turnuvayı düzenleyeceğimiz kulüp USTA üyesi olduğu için federasyonla olan sözleşmelerimizi feshettik ki ceza almasınlar. Dokuzumuz da bunu yaptık, Gladys ile 1 dolarlık sembolik kontratlar imzaladık. O meşhur fotoğraf da bu sırada ortaya çıktı.
-Dönemin en büyük oyuncularından Billie Jean King’in liderliği çok önemliydi. Ayrıca Gladys ve Joseph Cullman’ın da… O üçlü olmadan bu yaşananlar kesinlikle gerçekleşmezdi. Billie Jean’in varlığı bize ciddi kredibilite sağladı. Margaret Court’la beraber o dönem kadın tenisinin zirvesindeydiler. Margaret ve Virginia Wade gibi diğer büyük oyunculardan ise pek destek almadık. Belki başka odak noktaları vardı, belki de başarılı olmamıza pek ihtimal vermediler, bilinmez. Yola çıkarken fazla şeyimiz yoktu ama neyimiz varsa riske ettik. Bu hareket yüzünden bir süre Grand Slam oynayamayacak, ülkelerimizi temsil edemeyecektik. Her şeyi göze alıp gerekli cesareti gösteren kızların hepsi ile gurur duyuyorum.
-Houston’daki ilk Virginia Slims turnuvasında finalde Judy Dalton’ı yenerek şampiyon oldum. Şansa bakın ki aynı hafta Kramer’ın Pacific Southwest turnuvasında galip gelen Stan Smith’ten 250 dolar fazla kazanmışım. Bu belki çok büyük bir zafer değildi ama kesinlikle gözdağıydı. Ne olursa olsun istediğimizi almış, sesimizi duyurmuştuk. Kendimiz ve kadın tenisi için doğru olduğuna inandığımız şeyi yapıyorduk. Komiktir, günün sonunda kârlı çıkan da biz olmuştuk. Virginia Slims’in de katkılarıyla beraber on turnuvalık bir sezonumuz oldu. Hepsi de 10 bin dolar civarında ödül veriyordu.
-İlk seneler kolay olmadı çünkü her kademede kendimiz çalışmak durumundaydık. Tanıtım, organizasyon, bilet satışı, klinikler, gösteri maçları… Bir de üstüne tenis kortuna çıkıp en iyi performansımızı ortaya koymamız gerekiyordu. Phillip Morris ekibi bize bazı konularda çok fazla şey öğretti. Marka uzmanlığı, pazarlama ve reklam konularında kendimizi geliştirdik. Elimizdeki malzemeyi ürüne dönüştürmeyi onlardan öğrendik. Kadın tenisi bir anda istenen, izlenen, merak uyandıran bir kimlik kazanmıştı. Zaten o yıllarda tenis iyiden iyiye ilgi gören bir televizyon sporuna dönüşüyor, reklam dünyası tam anlamıyla şekilleniyordu. Bunu birkaç sene sonra çok yakından deneyimleme şansımız olacaktı.
-1973 senesinde WTA kuruldu ve Billie Jean ilk başkanımız oldu. Bir yandan da ‘Battle of Sexes’ yani iki cinsiyetten oyuncuları karşı karşıya getiren o meşhur maç için harekete geçildi. 55 yaşındaki eski dünya 1 numarası Bobby Riggs’in ilk planı dönemin en popüler oyuncusu Billie Jean King ile korta çıkmaktı. Bille Jean, ona “Hayır” dedi çünkü yaşı geçmiş bir oyuncuyla oynamanın kendisine fayda getirmeyeceği fikrindeydi. Ardından Chris Evert da bu teklifi reddetti. Riggs’le maç yapmayı kabul eden Margaret Court olmuştu. Bence Margaret’ın bu konudaki tek motivasyonu paraydı. Pek hazırlık yaptığını düşünmüyorum ki gayet kötü oynayıp hiç kaybetmemesi gereken o maçı kaybetti. Biz o esnada Japonya’da oynanan bir turnuvadan dönüyorduk; Hawaii’de aktarma yaparken maçın birazını izleme fırsatı bulduk. Margaret kaybetti ve Billie Jean şunu söyledi: “Bu maça çıkmam lazım çünkü durum bizler için gurur meselesi haline geldi.”
-Bobby Riggs ilerleyen yaşına rağmen bu maçı heyecan verici kılabilmek için neler yapılması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Tüm şov planını da özgürlük ve eşitlik için savaşan kadın hareketinin karşısında olmak üzerine kurdu. Biz o dönemde sadece sporda değil, hayatın her alanında bir arayış içindeydik. Yetmişler kadınların özgürlük hareketinin tam anlamıyla kendini bulduğu zamanlardı. Bobby ise kendine erkek şovenizmine uygun bir zemin hazırlamıştı. Kadınların sadece mutfakta, çocuk büyütmekte iyi olduğu algısını besledi ve kullandı. Aynı görüşü benimseyen insanları arkasına almak için bu fikrin takipçisi oldu diye düşünürüm hep. Kadınların spordan çok fazla para kazanmamasını, sporu erkeklerin kontrol etmesini isteyen bir güruh vardı. Bobby kendini onlara ustaca pazarladı. Eğer “Ben 55 yaşında bile Billie Jean’den daha iyi bir oyuncuyum” diyerek ilerlese bunun altını dolduramazdı. Evet, yaşına göre fena oynamıyordu ama kariyerinin zirvesindeki Billie Jean’i yenmesi imkânsızdı.
-İnanın bana, Billie Jean ‘Cinsiyetlerin Savaşı’ için çok sıkı çalıştı. Formu, oyunu ve zihinsel odaklanması çok yüksekti. Margaret’ın aksine maçın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Zaten o oynamayı kabul ettiğinde olayın çapı daha da büyüdü. Maçtan bir gece evvel yayıncı kanal ABC’nin yetkilileriyle karşılaştık. Eski dostumuz Jack Kramer’ın maça yorumculuk etmesini istiyorlardı. Billie Jean, eğer bu olursa oynamayacağını söyledi. Şanslıyız ki son dakikada kararlarından döndüler. Amacımız Kramer’a kadınları, kadın sporunu kötüleyebileceği bir platform daha vermemekti. Tenis oynayışımız hakkındaki negatif yorumlarını dünyanın dinlemesine gerek yoktu.
-Normal bir maçtan ya da turnuva ortamından bahsetmiyoruz. Evvelindeki şovlar, sirk atmosferi, devasa Houston Astrodome’u dolduran binler, TV başındaki milyonlardan bahsediyoruz. Çok çok büyük bir baskı bu. Ancak Billie Jean öyle konsantreydi ki yapması gerekeni yaptı. Mesela maça servis vole oynayarak başladı ama sonra rakibinin yaşını hatırlayıp kortta onu yorma yoluna gitti. “55 yaşında her yere koşmak zorunda kalacaksın” dedi âdeta. Bunu başardı da… Bobby kendini ve maçı pazarlama işine öyle çok vakit harcadı ki antrenman dahi yapamamıştı. Pili bitmiş gibiydi. Yine de sanmıyorum ki takılmış olsun, bence istediğini fazlasıyla başardı. Sonuçta 55 yaşında emekli bir tenisçi nasıl milyonlar tarafından izlenebilir ki? Para kazandı, tekrar hatırlandı, yeniden doğdu…
-Ben de maçı ABC televizyonu için canlı yayında yorumladım. Yanımda bir diğer erkeklik şovenisti Howard Cosell vardı. Kendisi spor yayıncılığının tanrısal figürüdür ama ilginçtir, tenis hakkında çok az şey biliyordu. Ben bir şey söyledim, o tersini söyledi ve biz yayın boyunca epey zıtlaştık. Bazen o gün aklıma geliyor; sanırım şimdiki aklım olsa maçı kort kenarında izleyip Billie Jean’in heyecanını paylaşmayı tercih ederdim. Yine de televizyonda bu şansı bulmak, dünya çapında sesimi duyurmak güzel bir tecrübeydi.
-Yeni bir Billie Jean King gelir mi? Açıkçası herkesin tek ve biricik olduğunu düşünüyor, öylesini bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Ancak muhakkak ki kadın tenisinin yeni bir lideri olacaktır. Örneğin Naomi Osaka’nın ırkçılık hakkında, yaşanan haksızlıklar hakkında sesini ne kadar gür çıkarabildiğini gördük. Bizim zamanımızda mesaj iletmek bu kadar basit değildi. Artık sosyal medyanın erişim gücü muazzam, sporumuz da her zamankinden büyük bir platform haline gelmiş durumda. Genç oyuncular bu platformu iyi kullanmalı. Gerçek şu ki şimdiki kadın tenisçiler ve hatta tüm kadınlar işimizin bitmediğini anlamalı. Hâlâ birçok farklı alanda cinsiyet eşitsizliği mevcut ve bence ortada çözülmüş bir problem yok. Biz; ardımızdan gelen Chris Evert, Martina Navratilova, Steffi Graf, Monica Seles, Serena Williams gibileriyle bir miras bıraktık. Şimdiki kızlar umuyorum üzerine koyacaklar.
-Biz aslında 2020’de, ‘Orijinal 9’un üyeleri olarak ellinci yılımızı tüm Grand Slam’lere giderek kutlayacak ve yeniden bir araya gelme şansı bulacaktık. Ancak bu, malum sebeplerden dolayı gerçekleşmedi. Olsun, ben geride bıraktıklarımızdan duyduğum mutluluğu şu an olduğu gibi sık sık anlatıyorum. Bence her başarılı insan doğru zamanda doğru yerde olma şansına sahiptir. Başardıklarımızın nedeni biraz da buydu; doğru zamanda doğru yerdeydik ve geri adım atmadık. Sonuçta elli yıllık, gurur duyulacak bir mirasa sahibiz. Baksanıza, Billie Jean hâlâ cinsiyet eşitliği için savaşmayı sürdürüyor. Ben de içten şekilde umuyorum ki dünya bir gün değişecek.
-Kadın tenisinin milli takım organizasyonu Fed Kupası’nın isminin değişmesinden ve Billie Jean King Kupası oluşundan da bahsetmemiz gerekiyor. Bu açıdan ITF’i (Uluslararası Tenis Federasyonu) ve başkan David Haggerty’yi tebrik ediyorum. Billie Jean’le beraber o turnuvada ABD’yi birçok kez temsil ettik, çok da başarılı olduk. Onu bu onura layık gördükleri için son derece mutluyum. Ayrıca Amerika Açık’a ev sahipliği yapan USTA Billie Jean King Ulusal Tenis Merkezi de var. USTA’yle geçmişte verdiğimiz büyük savaşı hatırlayınca kulağa ne kadar garip geliyor değil mi?
*Bu röportaj, Socrates’in Kasım 2020 tarihli 68’inci nüshasında yayımlandı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.