Avrupa’nın bir kimlik sorunu var. Daha doğrusu, Avrupa’nın bir kimlik inşası sorunu var. “Avrupalı kime denir?” ya da “Avrupalıları diğer kimliklerden ayıran ortak özellikler nelerdir?” gibi sorular hâlâ cevapsız. Herkes kendince bir cevap önermekte. Son beş yıldır bir arada çalışan bir grup Avrupalı siyaset bilimci, sosyolog, tarihçi ve antropolog olarak “Avrupa nedir?” sorusuna cevabımız oldukça farklı: Avrupa futboldur ve Şampiyonlar Ligi tüm Avrupa’yı kapsayan en önemli (ve hatta yegâne) Avrupa geleneğidir.
Sonucu baştan verelim; Şampiyonlar Ligi kadar Avrupa’nın en geniş coğrafyasında takip edilen başka bir organizasyon yok. Haziran 2016’ya kadar İzlanda’dan Kazakistan’a kadar bir alanda her salı ve çarşamba gecesi televizyonlarda aynı müzik/marş çalınacak. Böylesine bir etkiyi ancak en baskıcı dönemlerinde Sovyetler Birliği yaratabilmişti. Avrupalılar bu dönem zarfında nereden olurlarsa olsunlar, aynı konu üzerinde yakın ilgi ve bilgi düzeylerinde, tutku ile iletişim kuracaklar. Bu tartışmalarda ortak hafızalarda yer edinen maçlar, oyuncular hatırlanacak ve o anlar tekrar tekrar yaşanacak, yaşatılacak.
Avrupa düzeyinde böylesine bir ortak hafıza ve etkileşim yaratan başka bir sosyal olgu yok. Kısaca Avrupa’nın inşası, Brüksel veya Strazburg’un cicili bicili koridorlarında değil, her salı ve çarşamba gecesi tribünlerde doksan dakikalık vardiyalar şeklinde devam etmekte.
Avrupa’nın ruhunu ararken:
İnsanlar konuşa konuşa…
Avrupa Çalışmaları literatüründe, Avrupa kamusal alanının eksikliği konusunda bir uzlaşı var. Jürgen Habermas’ın ortaya attığı kamusal alan kavramı, bireylerin bir araya gelerek siyasi konularda görüş alışverişinde bulundukları, kendilerini ve çevrelerini daha iyi kavradıkları ve hatta ortak kimlikler oluşturdukları ortamları kapsar. Avrupa bütünleşmesinin, tarih boyu gözlenen tepeden inmeci, nispeten elit yapısı ise tam bu noktada bir Avrupa kimliği ile Avrupalıların temas ve etkileşimde bulundukları ortamların oluşmasına imkân vermez. Bu eksiklik, günümüzde farklı ülkelerde yükselmekte olan Avrupa Birliği karşıtı dalganın nedenlerinden biri olarak da görülür. Habermas’ın kendisi de Avrupa kamusal alanının zayıflığına dikkat çeker ve Avrupa’da eksikliği hissedilen sosyal bütünleşmenin ancak Avrupalılar arasında kurulacak güçlü etkileşimler ile mümkün olabileceğini savunur. Segal (1991) ise, Avrupalılık kimliğinin tepeden inmeci ve ulus devlet ile özdeşleşmiş klasik din, folklor ve milli güvenlik çerçevesinde değil; etkileşim, değerler ve farklılıklara duyulan saygı ve kabullenme sayesinde oluşabileceğini öne sürer. Avrupa kimliği inşası ile ilgili en temel sorun ise bu kavramın içinin doldurulmasının güçlüğüdür. Ulusal kimlikler, Hegelvari bir ruh taşıyıp vatan için şehit olanların omuzlarında yükselirken, değerler ve kültürel farklılıkları temel almaya çalışan Avrupalılık ise ulusal kimliklerle sürekli karşı karşıya kalır.
Avrupa’yı birey düzeyinde ele almak
Avrupa Çalışmaları alanında eksikliği duyulan bir diğer konu ise birey düzeyinde yapılması gereken analizlerdir. Avrupa Parlamentosu, Euro politikaları, Avrupa Güvenliği vb. gibi ağır konuların yanında, Avrupa vatandaşlarının düşünce ve tutumları ve daha da önemlisi birbirleri ile girdikleri etkileşimler arka plana itilmiş ve daha az çalışılmıştır. MacDonald’a (1995) göre ise Avrupalılar arasında yaşanan gündelik etkileşimleri ve bunların sonuçlarını anlamadan, Avrupa bütünleşmesinin dinamikleri tam olarak kavranamaz.
Avrupalılar arasındaki bu etkileşim, son 20 yılda katlanarak artmıştır ve hızla artmaya devam etmektedir. Günümüzde; ucuz uçak biletleri, Schengen vize rejimi sayesinde tek vize ile birden fazla ülkeye seyahat imkanı ve Erasmus benzeri değişim programları sonucu, Avrupa içi seyahat eden birey sayısı birkaç kuşak öncesinin çok ötesine geçmiştir. Buna ek olarak, gelişen teknolojinin sunduğu imkanlar ile insanlar fiziksel olarak seyahat etmeden bile birçok farklı ülkeden farklı kişilerle etkileşime girmektedir. Bütün bu gelişmeler, Avrupalıların farklı mecralarda farklı konularda tartıştıkları ortamlar oluşturmaktadır. Bu etkileşim alanlarından en faal ve büyüğü ise Avrupa futboludur.
Avrupa Futbolu veya Futbol Avrupa’sı
Amerika’nın ‘yumuşak gücü’ Hollywood ve tüm dünyaya Amerikan rüyasını pazarlayan unsur sinema ise Avrupa kıtasının en başarılı küresel ürünü de futbol olmuştur. 1960’lardan itibaren tüm kıtaların en iyi oyuncularının yolları Avrupa kıtasına çıkarken, Soğuk Savaş döneminde Doğu-Batı arasında süreklilik arz eden futbol turnuvaları ve karşılaşmalar, Avrupa’nın bölünmüşlüğünü bir nebze de olsa unutturmuş ve Demir Perde’nin arkasında yaşayanların insani yüzünü hatırlatmıştır. İletişim kanallarının artması ve futbolun küresel ekonomik dengelerin önemli bir parçası olması ile kar amacıyla olsa da futbolun uluslararası boyutu genişlemiş ve yine özellikle Avrupa futbolu, tüm dünya tarafından bilinen ve takip edilen bir olgu haline dönüşmüştür. Şampiyonlar Ligi maçlarının tüm dünyada yayınlanması, Avrupa liglerinde oynayan küresel oyuncu sayısının hızla artması ve takımların birer markaya dönüşmesi ile futbolun pusulası şaşmaz bir şekilde Avrupa’yı kuzey bellemiştir.
Avrupa kıtasının tüm dünya için futbol cazibe merkezi olmasının sosyal, kültürel, iktisadi ve siyasi birçok yansıması ve etkisi vardır. En başta siyasi, kültürel ve coğrafi açıdan üstünde çokça tartışılan Avrupalılık kimliği açısından hiçbir alanda görülmeyen ölçüde geniş, kapsayıcı ve kabul gören bir yaklaşım sadece futbol alanında yaşanmaktadır. “Avrupa neresi?” sorusu hâlâ tartışılırken, Avrupa futbolunun coğrafyası İzlanda’dan Kazakistan’a uzanır.
Avrupa futbolu, coğrafi genişliğinden de öte Avrupalılar arasında başka hiçbir alanda rastlanamayan bir ortak dil, tarih ve kültür yaratır. Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden inşası sırasında temel amaç, yarım yüzyıl içinde iki Dünya Savaşı çıkaracak kadar yoğun çatışma ve rekabetin hüküm sürdüğü bu yaşlı kıtada, yeni bir savaşı fiziksel olarak ihtimal dışı bırakmaktı. Bu hedef her ne kadar sağlanan ekonomik refah ve ortak politikalar ile Avrupa’nın batısı için kısmen başarıya ulaşmış olsa da (Nobel Barış Ödülü’nün Avrupa Birliği’ne verilmesinin temel nedeni de bu barış dönemidir) Avrupalıları kültürel açıdan bir araya getirecek ve ortak bir kimlik yaratacak politikalar her zaman eksik ve yetersiz kaldılar. Avrupa bayrakları ve Beethoven’ın 9. Senfoni’sinden hareketle bir Avrupa marşı insanlara çekici gelmezken, suni ve metazori uygulamalar kitleler tarafından bir kenara itildi. Hatta bir dönem Eurovision şarkı yarışmasını Avrupa’nın kültürel çatısı olarak pazarlamaya kalkışanlar bile ortaya çıktı. Bütün bu suni çabaların arka planında ise futbol etrafında, sessiz ve derinden, doğal biçimde bir Avrupa ortak tarih-kültürü gelişti.
Futbol, Avrupa’nın en popüler kültürel aktivitesi olmanın yanı sıra, takipçilerinin hayatlarına olan etkisi ve gündelik hayatta kapladığı alan itibarıyla da önemli bir etkileşim aracı. 2013 yılında Avrupa’nın en kapsamlı futbol araştırma projesi olan FREE (www.free-project.eu) kapsamında sekiz Avrupa ülkesinde yapılan kamuoyu araştırması bulgularına göre, katılımcıların yarısı (%51) futbol ile ilişkili olduklarını belirtmiş ve sadece yüzde 17’si futbolu sevmediğini ve ilgilenmediğini ifade etmiş.
Avrupa’nın yeniden inşası ve kimliği konusunda yaptığı çalışmalar nedeniyle en önemli Avrupa tarihçilerinden biri olan Tony Judt, futbolu her yerde, her an mevcut ve hazır bir istisna olarak tanımlarken, Avrupalıların birbirlerine karşı olan cehalet ve ihmalinin kırıldığı tek alan olarak gösterir. Judt’a göre futbol, Avrupa çapında ortak görüş ve ilgilerin buluştuğu ve insanların, yetiştikleri ulusal devlet ideolojilerinden nispeten kurtularak bir araya geldikleri bir kurtarılmış bölgeye benzemektedir.
Futbolun böylesine etkin bir etkileşim alanına dönüşmesi 1990’ların sonunda başlar ve bu dönüşümün arkasında farklı faktörler bulunur. Bu faktörler; futbol yayınlarının Avrupa’ya yayılması ve farklı liglerin takibinin mümkün hale gelmesi, Bosman kuralını takiben artan oyuncu ve teknik direktör hareketliliği, ucuz seyahat ve vize kolaylıkları ile artan seyirci dolaşımı, futbolun giderek ticarileşmesi ile ortaya çıkan futbol ekonomisi, profesyonelleşme, değişen taraftar profili ve son olarak Şampiyonlar Ligi geleneğinin oturması ve yaygınlaşması olarak sıralanabilir.
Şampiyonlar Ligi
Gelenekler, bir toplumu bir arada tutan en önemli sosyal olgulardan biridir. Bireyler içine doğdukları toplumların geleneklerini benimsemek, onlara uymak ve gelenekleri devam ettirmekle mükelleftir. Bu geleneklerin ‘icat edilmiş’ yani sonradan yaratılmış olup olmadığı sorgulanmaz. Bu konuda yazılmış en temel eser olan Geleneğin İcadı kitabında ise Eric Hobsbawm ve Terence Ranger tam olarak bunu sorgular. İngiltere’den Afrika’ya kadar geleneklerin ‘icadı’ ele alınır ve modern toplumun dönüşümüyle geleneklerin bu dönüşümdeki rolü incelenir. Bu yaklaşımı Avrupa’ya uygulayacak olursak, Şampiyonlar Ligi’nin Avrupa’nın son dönemde icatedilmiş en yaygın ve gerçek geleneği olduğu iddia edilebilir.
Alanının en önemli sosyologlarından Anthony King (2003) Şampiyonlar Ligi sembol ve ritüellerinin gerçek anlamda ilk Avrupa sembolleri ve ritüelleri olduğunu savunur. 2012/2013 Şampiyonlar Ligi finalinin tüm zamanların en çok izlenen spor faaliyeti (360 milyon izleyici) olarak tarihe geçtiğini de hatırlayacak olursak, bu geleneğe ne kadar çok bireyin iştirâk ettiğini anlayabiliriz.
Coğrafi kapsam olarak da Şampiyonlar Ligi, Avrupa’nın en katılımcı yapısı unvanını taşır. 2015-2016 sezonunda ulusal ligi olmayan Lihtenştayn hariç, UEFA üyesi 54 federasyonun 53’ünden toplam 78 takım bu turnuvaya katılmaktadır (Ön eleme maçları dahil). Bu da Şampiyonlar Ligi’nde oynanan maçların coğrafi çeşitliliği, takımlar ya da seyircilerin seyahat ettikleri ülke ve şehir kombinasyonları ile futbolcuların milliyetlerinin zenginliği hakkında bir fikir verebilir. En yaygın Avrupa kültür aktivitesi olarak pazarlanan Eurovision şarkı yarışmasının kapsamı ve etkisi, Şampiyonlar Ligi ile mukayese bile edilemez.
Bir Marka Doğuyor: Avrupa Kupası’ndan Şampiyonlar Ligi’ne
Nisan 1955’te ‘Avrupa Kupası’ olarak Avrupa’nın en iyi kulüplerini birbirleri ile oynatmak amacıyla ortaya çıkan bir fikrin, geçtiğimiz 60 yıl içinde sadece Avrupa’nın değil, tüm dünyanın en önemli spor faaliyetlerinden birine dönüşmesi de Avrupa futbolunun önemli bir nişânesi. Bu altmış yıl içinde bu faaliyet sürekliliği ve kapsamı da dikkatle incelenmesi gereken bir konu. Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı acımasızca ikiye bölen Demir Perde’yi aşabilen ve her iki taraftan seyircileri bir araya getirip tüm Avrupalılara ortak hafıza ve etkileşim sunabilen en önemli organizasyonun, o zamanki adıyla Şampiyon Kulüpler Kupası olduğunu Avrupa tarihçileri çoktan not etmiş durumda. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile ortaya çıkan yeni dünya düzeni ve coğrafyasına da uyum sağlamayı başaran bu organizasyon, 1992-1993 sezonundan itibaren yeniden yapılanmadan geçti ve daha da güçlendi.
Albrecht Sonntag, 2012 yılında yayınladığı Şampiyonlar Ligi analizinde bu dönüşümün öneminden şöyle bahseder:
Luzern’deki TEAM ekibinin (Şampiyonlar Ligi’nin 1992 yılından itibaren pazarlamasını yapan şirket -y.n.) yarattığı bu turnuva, kazanan kulübe muazzam prestij sağlasa da aynı Tour de France gibi organizasyonların da ötesinde bir anlam kazanmış durumda. Bunu yaparken izledikleri yol ise tüm organizasyon için standart bir görsel-işitsel ortam oluşturup bunu tüm katılımcılara empoze etmelerinden, yaratılan markanın zekice adlandırılmasından ve bu yeni adın tüm Avrupa dillerine sorunsuzca çevrilebilmesinden, herkes tarafından kolayca tanınabilecek bir logo yaratmalarından, milli maçlara benzeyen ancak uluslararası neo-barok bir marş eşliğinde bir açılış seremonisi ritüeli yaratmalarından, maç nerede oynanırsa oynansın stadyumun dizaynında ve sponsor markaların sergilenmesinde bir uyum ve standart oturtmalarından ve en önemlisi Şampiyonlar Ligi maçlarının kati bir biçimde aynı saat ve dakikada başlayacak şekilde senkronize edilmesinden geçiyor.
Avrupa kıtasındaki çeşitli zaman mefhumlarını dikkate alacak olursak, özellikle değişik kültürlerde akşam vakti veya yemek vakti gibi kavramların gösterdiği muazzam farklar ortadayken, Şampiyonlar Ligi’nin saat 20:45’i (Türkiye için 21:45) Avrupa futbolunun mutlak başlama vuruşu zamanı olarak oturtması piyasanın yeni standartlar/gelenekler oluşturmadaki gücünün en çarpıcı örneği. Bu özel durumu daha iyi anlamak için herhangi bir siyasi yapının tüm Avrupa televizyonları için standart bir haber saati dayatmaya kalkmasının nasıl bir tepki doğuracağını düşünmek bile yeter. Şampiyonlar Ligi, uluslararası kendi zaman dilimini oluşturdu ve Avrupalılar bu diktatörlüğü gönüllü olarak kabul etti.”
Aslında Şampiyonlar Ligi’nin Avrupa’nın inşasına katkısı konusunda en çarpıcı tespiti, şu anda AB Komisyonu’nda eğitim, kültür ve spor işlerinden sorumlu kabinenin başında bulunan Jonathan M. Hill yapıyor:
Şampiyonlar Ligi’nin Avrupa Parlamentosu’nun beceremediğini başardığını iddia etmek absürt olur. Ancak, milyonlarca Avrupalının aynı anda aynı maçları seyrediyor olmasının da kesinlikle bir anlamı var (2011).
Son olarak, Şampiyonlar Ligi’nin ulus ötesi boyutuna da değinelim. Bosman kanunundan itibaren artan oyuncu hareketliliği, Avrupa takımlarını milli takım görüntüsünden çıkarıp karmalara dönüştürmekte. Böylece, Manchester United bir İngiliz takımı olmaktan çok İngiltere’den bir takım olarak mücadele etmekte. Bu durum bir yandan milliyetçiliği törpülemekte, diğer yandan da farklı Avrupalı oyuncularla kurulan bağlar ile Avrupalılık kavramını zenginleştirmekte. En güvenilir istatistik kaynaklarından biri olan CIES Football Observatory tarafından hazırlanan 2014 raporuna göre, Avrupa liglerinde oynayan yabancı futbolcuların yüzde 62’si başka bir Avrupa ülkesinden gelen oyunculardan oluşmakta. Aslında bu konu için örnekleri çok da uzaklarda aramak gerekmiyor; 5 Ağustos 2015 tarihinde Shakthar Donetsk ile Fenerbahçe arasında oynanan Şampiyonlar Ligi ön eleme rövanş maçında sahaya çıkan Fenerbahçe ilk 11’nin sadece üçü (Volkan, Şener ve Caner) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı.