Klişe söz “Sporcular iki kez ölür” der. Bunların ilki spot ışıkları sönüp, perde kapandığında gerçekleşir. Özellikle de kazanmaya, övülmeye ve alkışlanmaya alışmışlar için sıradan bir yaşam sürmek zordur. Niceleri bu bağımlılık yaratan hissin peşine yeniden takılmıştır. Kıpkırmızı Ferrari’si yerine Mercedes’in gri soğukluğuna gömülmüş Michael Schumacher’i izlemek biraz acı vericidir. Washington Wizards formasının iddiasızlığını omuzlarında yük edasıyla taşıyan Michael Jordan yine büyüleyicidir ama bir şeyler eksiktir. Yumrukları ağır çekime alınmış Muhammed Ali artık ne kelebek gibi uçar ne de arı gibi sokar. Her vuruştan sonra ağrıları nedeniyle yüzü ekşiyen Tiger Woods ise keyiften ziyade iç sıkıntısı yaratmaya başlar. Büyük şampiyonların yıkımları ve enkazları da gölgeleri gibi büyük olur.
Stephen Hendry ismiyle tesadüf eseri snooker izlemeye başladığım 2006 senesinde tanıştım. Henüz “Yedi kez dünya şampiyonu” ya da “Tarihin en büyük oyuncusu” şeklinde anons edilen adamdan daha fazlasını bekleyen sıradan bir takipçiydim. Gerçi spor izleyiciliğimin temelini oluşturan, en iyinin peşinden gitme dürtüm de o sıralar yol ayrımındaydı. Bir tarafta apoletindeki yıldızlar gözüme gözüme sokulan Hendry diğer tarafta ise oyunun en büyük heyecan kaynağı Ronnie O’Sullivan vardı. Bu kez herhangi bir taraf seçmemeyi yeğleyerek devam ettim. Kendime yeşil çuha ve renkli toplardan oluşan yepyeni bir dünya inşa ederken bu iki kahramandan ilham alacaktım. Yani hayal kırıklıkları peşimi bırakmayacak ama yeri geldiğinde mucizelere de tanıklık edecektim.
İlk büyük hayal kırıklığım Hendry’nin benim onu izlediğim dönemde asla kupa kazanamaması oldu. Dolayısıyla 2012’de biten kariyerinin son demlerinde onu hep yazının girişindeki hislerle takip ettim. Video paylaşım sitelerinde bulduğum ışıltılı zamanlara dair kesitler, yılların getirdiği kusurları daha da belirginleştiriyordu. Eski bir şampiyonun paramparça olmuş özgüvenini, her seferinde canlılığını biraz daha yitiren aurasını izlemek zorluydu. Ben dahi böyle hissederken onun kafasından geçenleri tahmin etmem imkansızdı. Yıllar sonra kaleme aldığı otobiyografisini, verdiği röportajları okuyarak bunu bir nebze başaracak; o hiç tanık olamadığım kusursuzluğunu daha iyi anlayacaktım. Şimdi ise anlatmaya çalışacağım…
***
İskoçya, seksenli yıllarda snooker kültürü bakımından kolaylıkla Britanya’nın en gerideki ulusu olarak tanımlanabilirdi. Modern dönem öncesinde iki dünya şampiyonluğu yaşayan Walter Donaldson haricinde isim üretememişlerdi. Kalabalık oyuncu grubuyla aslan payını İngiltere’nin aldığı, Galler ve Kuzey İrlanda’nın da önde gelen yıldızlar çıkardığı snooker atmosferinde pek iddiaları yoktu. Hatta Kanada, Avustralya, Güney Afrika gibi deniz aşırı topluluk ülkelerinden bile daha hatırı sayılır figürler çıkıyordu. Bu şartlar altında doksanlı yıllar yaklaşırken her şey değişecekti. 13 yaşında noel hediyesi olarak alınan masa üzerinde snooker oynamaya başlayan ve çok kısa sürede 60 küsurluk seriler yapabilecek kıvama gelen Stephen Hendry, değişimi başlatan kişi oldu. Amatör düzeyde kazandığı turnuvalar etkileyiciydi ancak daha mühimi, bunu yapış şekliydi. Genç yıldız adayı, snooker’ın o güne dek tanıklık edilmemiş bir formunu icra edecekti.
“Okulu bıraktığımda snooker oynamaktan başka yapabildiğim hiçbir şey yoktu” sözleriyle anlattığı günlerde, Hendry hayattaki en büyük tutkusuna dört elle sarıldı. 15 yaşında kazandığı İskoçya Amatör Şampiyonası, geleceğine dair beliren en büyük umut ışığıydı. Kendisine idol olarak belirlediği Jimmy White’ın izinden gidecek ve bu rengârenk dünyanın bir parçası olacaktı. Mübalağasız şekilde snooker, seksenli yıllarda renkli bir dünyaydı. O sıralar sadece iki kanaldan yayın yapan BBC’nin de katkısıyla Britanya’daki her eve ulaşıyordu. White, Alex Higgins ve Kirk Stevens gibi asiler reyting üretim yükünü çekiyordu. Kötü alışkanlıklardan ve rock yıldızı hüviyetinden uzak Steve Davis, Terry Griffiths ve Cliff Thorburn gibileri ise dengeleyici unsurlardı. Özellikle de Davis, başarılarıyla diğer herkesten ayrılıyordu. Şimdi genç Stephen’ın önünde yapması gereken ciddi bir seçim vardı: Kahramanı White gibi eğlenceli bir oyuncu mu olacaktı yoksa Davis gibi bir kazanan mı?
Yapacağı seçim hem Hendry’nin yaşamını hem de snooker tarihini değiştirecekti ancak çocuk yaşlarda bunun tersine niyetlendiği zamanlar da oldu. The Big Issue‘ya verdiği röportajda, “Jimmy White’ı kumar oynarken, içki içerken ya da gece kulüplerinde eğlenirken görüyordum ve bu göz alıcıydı” diyerek yaşadığı kafa karışıklığından bahsediyordu. Bu noktada menajeri Ian Doyle’un sert tavırları ve koyduğu yasaklar epey faydalı oldu. Hendry’nin yeteneğini harcamasına katiyen izin yoktu. Hatta Doyle, 1986’da bir dizi gösteri maçı tertip ederek Hendry ve Steve Davis’i karşı karşıya getirdi. Bu sayede oyuncusuna gıpta etmesi gereken asıl karakteri gösterecek, bir yandan da unutulmaz dersler almasını sağlayacaktı. O maçların istisnasız hepsinde paramparça olan Hendry ise kazanma hissine uzaktan bakacak ve bir gün aslında ne olmak istediği konusunda nihai kararını verecekti.
Altı dünya şampiyonluğu ve sayısız diğer zaferle seksenlerin ve o tarihte tüm zamanların en iyisi olarak anılan Steve Davis’in unvanlarına her defasında şu şerh düşülüyordu: “Eğlence ve heyecandan uzak, sadece kazanan bir robot…” Hendry’nin doksanlı yıllarda, üstelik epey de heyecan verici bir oyunla daha fazlasını yapmayı başarması onu aynı kaderden kurtaramayacaktı. İlkini 1990’da tüm zamanların en genci olarak kazandığı yedi dünya şampiyonluğuna ve 36 sıralama kupasına büyük saygı duyuldu ama her zaman rakipleri ondan fazla alkış aldı. Özellikle bir zamanlar hayranlıkla izlediği Jimmy White’ın kalbini kırdığı dört Crucible finali yüzünden seyirci Hendry’yi hiçbir zaman bağrına basmadı. Hak ettiği sevgiyi görmeye başlaması ise kendi sözleriyle ‘kaybetmeye başlayınca’ gerçekleşti.
***
1999’da Mark Williams’ı mağlup edip snooker’ın modern dönemde en fazla dünya şampiyonluğu kazanan oyuncusu olmayı başarmasından kısa süre sonra Stephen Hendry’nin önlenemez düşüşü başlayacaktı. Henüz 30 yaşındaydı ve en azından birkaç dünya şampiyonluğu daha cepte görünüyordu fakat işler plana uygun gitmedi. Hendry, geçmişte Alman golfçü Bernhard Langer’in ve dart efsanesi Eric Bristow’un en bilinen örneklerini yaşadığı ‘yips’ rahatsızlığının bir benzerinden muzdarip olduğunu fark etmişti. Bu kısaca, sporcunun motor becerilerinde yaşanan ani ve nedeni açıklanamayan bir meleke kaybıydı. Psikolojik temelli olduğu düşünülen yips, Hendry’nin oyununa isteka hareketinin bitişi, yani topa vuruş anında küçük bir kusur olarak tezahür edecekti. Snooker kadar hassas bir oyunda bu ufak bozulma dahi ölümcül olabilirdi.
Hendry, geçtiğimiz sene The Guardian‘dan Donald McRae’e verdiği röportajda yips mevzusunu, “Bir sandalyede oturup seviyenizden katbekat aşağıda oyuncuların, sizin artık yapamayacağınız vuruşları yapmasını izlemek korkunç” sözleriyle anlatmıştı. Ancak Hendry tüm sıkıntılarına rağmen milenyumun ilk yıllarını savaşarak geçirdi. 2002 senesinde Crucible’da sekizinci şampiyonluk için Peter Ebdon’ın karşısına çıktı ama kaybetti, 2005’te son sıralama turnuvası zaferini yaşadı ve uzun seneler daha elit ilk 16 oyuncu içerisinde kalmayı sürdürdü. Bizzat bahsettiği, ‘sevgi görmeye başladığı günler’ ise hemen hemen o sıralarda geldi. Britanya spor kültürünün sarsılmaz bir parçası olan, kaybedenin yanında durma mefhumu şimdi geçmişin büyük şampiyonunu omuzlara taşımıştı. Hendry ise bundan tüm kalbiyle nefret ediyordu çünkü Steve Davis gibi o da kazanmayı her zaman sevgiye değişirdi.
Tabii Davis nasıl kazanma konusunda ona ilham olduysa İskoç efsane de snooker’a kendi mirasını bırakacaktı. Zira Hendry’nin skor üretimi temelli oyunu, sporun son 30 yılda başına gelmiş en devrimsel şeydi. Çabuk bir pot ile içeri girdikten sonra kırmızıları dağıtarak tüm masayı temizlemek şimdinin yaygın taktiği olabilir fakat seksenlerin sonunda bunu istikrarla yapabilen tek bir oyuncu vardı. Günümüzde Ronnie O’Sullivan, Judd Trump ve Neil Robertson gibi yetenekli hücumcuların en nadide örneklerini sunduğu oyun Hendry’nin ellerinde şekillenmişti. Artık neredeyse herkesin uyguladığı, mavi toptan kırmızıları dağıtmaya yönelik vuruş bizzat onun icadı ve imzasıydı. Bir vadede keskinliği azalsa da hiçbir zaman korkutucu stilinden ödün vermeyecekti. Ucunda kaybetmek olsa bile…
***
Tıpkı Schumacher, Jordan, Ali ve Tiger gibi; tıpkı yaptığı işte zirveye çıkmış ama bir noktada görkemini yitirmiş tüm büyük karakterler gibi Stephen Hendry’nin yıldızı da bir gün ansızın sönüverdi. Alkışların bittiği yerde onun için de hayal kırıklığı vardı. Kazanmayı, hayatını adadığı oyundan daha fazla sevdiğini fark ettiği safhada artık kazanamıyordu. Uzun seneler süren bu ikilemin sonu 2012 Dünya Şampiyonası biterken verdiği emeklilik kararı oldu. Yine de Hendry son turnuvasına dahi imza atmaktan geri durmayacaktı. Bir önceki şampiyon John Higgins’i de yol üstünde eleyerek çeyrek finale gitti, kariyerinin 11’inci maksimum serisini gerçekleştirdi ve hepsinden önemlisi bir zamanlar olduğu muazzam oyuncudan küçük enstantaneler sundu. Her ne kadar çeyrek final maçında vatandaşı Stephen Maguire’a farklı mağlup olsa da ben bu kez hayal kırıklığına uğramamıştım. Geçmişte en iyi olduğu yerde, en iyi günlerinden esintiler sunarak giden kahramanıma veda etmeye artık hazırdım.
Yine de Mark Williams’ın 43 yaşında gerçekleştirdiği akılalmaz Crucible zaferini, aynı yaştaki Ronnie’nin dünyanın en iyilerinden oluşunu, John Higgins’in geçen yıllara inat başardıklarını gördükçe “acaba” derim. Zaten snooker kamuoyu da “Acaba Hendry 43 yaşında bırakmasa daha farklı olur muydu?” sorusunu pek sık dillendirir. Muhtemelen olmazdı. Tarihin en büyük snooker oyuncularından birisinin sıradanlıkla imtihanı her hâlükârda bitecekti ve bitti. Artık rekorları yaşıyor, Stephen Hendry de onlar vasıtasıyla yeni nesillerle mücadele etmeyi sürdürüyor. Amacı ise her zaman olduğu gibi kazanmak.
*Bu yazı, ilk olarak Socrates’in Ocak 2020 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.