“Bütün büyük komutanlar, büyük işleri terkiplerinin bilgeliğiyle, araçlar ve amaçların mantıklı dengesiyle ve zorluklarla mücadele etmekle başarmışlardır. Bu komutanlar savaşı gerçek bir bilim haline getirmişlerdir.” – Napolyon Bonaparte
Jose Mourinho, Manchester United’ı çalıştırdığı dönemde bir soru üzerine “Dünyanın en büyük kulüplerinden birinin teknik direktörüyüm ama ben de dünyanın en büyük teknik direktörlerinden biriyim” der. Bir başka muhabir de “Jose, eğer United ile Premier Lig’i kazanamazsan yine de dünyanın en büyük teknik direktörlerinden biri olacak mısın?” diye konuyu deşer. Mourinho da “Hegel der ki ‘Gerçek bütündür.’ Her zaman, bütünün içinde gerçeği bulursun” diye yanıtlar. Mourinho’nun bu alıntısı önce tam anlaşılmaz. Ancak Ken Early’nin The Irish Times’ta kaleme aldığı üzere konu Hegel’in Napolyon hayranlığına ve Mourinho’nun da Napolyon ilgisine uzanır. Hegel, 1806’da Jena’da yaşarken Napolyon şehirden geçmiştir ve Napolyon’un atın üzerindeki heybetli, mağrur ve kararlı görüntüsüne istinaden hayranlığını tasvir etmiştir. Bir figürü daha görse aynı tasviri yapabilirdi belki de.
Fransa Bisiklet Turu’nda 1970’lerde yarışı kentlerine getirmek isteyen belediyelerden organizasyon büyük paralar talep eder. 12 Temmuz 1978’de Valence d’Agen kasabasında sabah 158 km’lik 12a etabının finişi yapılacak, akabinde de 12b etabı başlayacaktır. O gün bisikletçiler organizatörleri protesto etmeyi planlarlar. Richard Moore’un Elveda Porsuk kitabında anlattığı üzere 11.30’da bitmesi beklenen etapta bisikletçiler düşük tempo gider, 13.30 sularında kasabaya ulaşır. Peloton, finişten 100 metre önce durur. Öne bir komutan edasıyla yavaş hareketlerle 23 yaşındaki Bernard Hinault çıkar. Dişlerini sıkar, keskin çenesini yukarı taşır ve başını kaldırır. Dakikalarca, tek kelime etmeden, atının üzerindeymiş gibi bisikletine dayanıp protestoya liderlik eder. Ne o anda sarı mayoyu taşıyan Joseph Bruyere ne de büyük tecrübe Jan Raas, genç Hinault’dur bunu yapan. Babası eski bir demiryolu işçisi olan Fransız bisikletçi, Lech Walesa misali bir sendika lideri gibidir. Paul Sherwen “Âdeta Napolyon gibi öne çıktı” diye tasvir eder onu. O gün yarış bekleyen seyircilerden biri de Hinault’ya “Küçük Napolyon” diye bağırır. Üç yıl sonra da 1981’de üçüncü kez Fransa Turu’nu kazanırken Paris’te bir pankart dikkat çeker: “Korsika’nın Napolyon’u varsa Bretonya’nın da Hinault’su var.”
Richard Moore’un deyişiyle Hinault; o gün gurur, inatçılık, gözü peklikten oluşan mitini yaratır. Gazeteci William Fotheringham da o günü ‘Le Blaireau’ yani ‘Porsuk’ efsanesinin doğduğu gün olarak anlatır. Hinault, artık pelotonun patronudur. Porsuk, kariyerinde beş Fransa, üç İtalya ve iki İspanya Turu kazanır. Yanına sayısız tek günlük klasik, haftalık yarış galibiyeti ekler. Ama yarattığı mit esasen hegemonya kurma tarzından kaynaklanır. Atlantik kıyısındaki Bretonya’nın sert ve rüzgârlı şartlarının savaşçı karakterde insanlar çıkardığı söylenir. Hinault da karakterini bu köklerden alır. Porsuk personası yarışma tarzını da yansıtır. “Porsuk çok güzeldir. Onu avlamaya çalıştığınızda inine çekilir ve bekler. Ama çıktığı ilk anda size saldırır. Ben de canımı sıkarlarsa önce inime çekilirim. Ama sonra pençelerimi çıkarır, atak yaparım. Ben porsuğum, nazik bir hayvan değilim” der 2003’teki bir röportajında.
Hinault takım arkadaşlarına liderlik yapar ama rakiplerine karşı da bir o kadar acımasızdır. Bunu rakipleri “Yıkıcı öfke” diye tasvir ederler. Laurent Fignon “Eğer ona iğneyi batırırsanız acıyı size çektirirdi” diye anlatır. 1954’te Yffiniac’ta doğan, lisede bir sac ustasının yanında kalfalık yapan Hinault, bisikleti bırakmasını isteyen babasına kafa tutan bir mücadele insanıdır. Öfkesinin ve hırsının çocukluk kaynaklı komplekslerini gizlemek için bir savunma olduğu söylense de yarışçı personasıyla hayatı arasında fark yok gibidir. Zincir vurulamayan bir demir iradeye sahiptir. “Nefes aldığım sürece atak yapacağım” demesi de bunun kanıtıdır. 1977 Dauphine’de uçuruma yuvarlandıktan sonra geri dönüp kazanırken, 1980’de karlar altında elleri donma pahasına Liege-Bastogne-Liege klasiğini alırken, 1984 Paris-Nice’te yolu kapatan protestoculara yumruk sallarken, 1985’te kırık burunla beşinci sarı mayosunu elde ederken de buna rastlayabilirsiniz. Sportif direktör Cyrille Guimard onu şöyle anlatır. “Temel dürtüsü gururdu. Çoğu zaman bir bisikletçiden ziyade boksör gibi tepki verirdi. Bir kavgada ya da savaştaysa daha güçlü olurdu. Karşıtlıkla beslenirdi. İşte o mücadelede rakip vücutları yere sererdi. İnsafsızdı. Tüm yarışların efendisi olduğuna inanırdı. Egosu ve maçoluğu bu imkânsız gözüken şeyleri yapmasını sağlayan ana güçlerdi. Herkese en güçlü olduğunu göstermek istiyordu.”
Mesela 1980 Fransa Turu’nda herkes ona hamle yapınca Roubaix’nin taşlı yollarındaki etapta öyle bir atak yapar ki dizindeki tendinitis nükseder. Bir hafta sonra sarı mayo üzerindeyken yarışı terk eder. Hayal kırıklığıyla dünya şampiyonu olacağına söz verir. Bu sözü tutar. Zaten gazeteci Philippe Brunel onun verdiği tüm sözleri tuttuğunu söyler. Biri hariç. 1985’te Fransa Turu’nu son kez kazanırken La Vie Claire takımında ona yardım eden takım arkadaşı Greg LeMond’a 1986’da yardım edeceğine söz verir. Ancak bunu yapmaz. Zira Hinault altıncı Fransa Turu’nu kazanma ihtimalinin çekiciliğine hayır diyemez. LeMond’a karşı atak yapar. Zaten onun gibi bir alfa karakter, başkasının emrinde nasıl yarışacaktır? Hinault son bir savaş verip kaybeder. Aynı Napolyon gibi. Bir sene sonra emekli olur. Uzun yıllar bisiklet dünyasında çalıştıktan sonra Bretonya’daki çiftliğine çekilir. Ama geçmişe gittiğinde şunu söylemeyi ihmal etmez: “Bisiklette patron, bir komutan gibidir. Böyle doğarsınız. Eğer Ortaçağ’da yaşasaydım kaleleri fetheden bir savaş lordu ya da bir amiral olabilirdim.” Kimbilir, belki de Napolyon olurdu. Belki de zaten oldu.
Bu sayı; en güçlü gözüken karakterlerin bile kırılganlıklar taşıdığını unutmayanlar için…