Eski profesyonel snooker oyuncusu, işadamı ve bir dönemin Derby County futbol kulübü başkanı Mike Watterson geçtiğimiz sene hayatını kaybetti. Britanya’nın belli başlı yayın organlarında Watterson’ın ölüm haberi geçilirken ise ondan kısaca, “Snooker’ı Crucible’a getiren adam” sözleriyle bahsediliyordu. Watterson’ın 76 yıllık ömrüne sığdırdığı en büyük miras buydu. Biraz tesadüf eseri olsa da…
-I-
Snooker ilk kez 1969’da; o dönem yeni yeni yaygınlaşan renkli televizyonlar sayesinde halkla buluşmuş, ‘fısıldayan spiker’ Ted Lowe’ın kendine has anlatımlarıyla nispeten ilgi uyandırmaya başlamıştı. Aynı zamanda polis memuru olan Galli Ray Reardon oyunun en başarılı ismiydi. John Spencer, Eddie Charlton ve Cliff Thorburn gibi başka yıldızlar da mevcuttu. Dikkat çekme hususunda ise Kuzey İrlandalı Alex Higgins’in eline kimseler su dökemezdi. Ağır tabiatlı spor, Higgins’in ellerinde âdeta bir temaşa sanatına dönüşüyordu. Akılalmaz pot vuruşları ve isteka topuna verdiği reaksiyonlar görülmeye değerdi. Disiplinsiz ama eğlenceli karakteri onu kendi sporunun George Best’i, James Hunt’ı yapıyordu. Higgins, o günlerde yeşil çuhanın birinci reyting kaynağıydı. Yine de snooker bir televizyon sporu olarak henüz kimlik arayışındaydı. Hâlâ eksik şeyler vardı.
Aynı arayış hali, tıpkı diğer birçok spordaki gibi ‘dünya şampiyonası’ şeklinde isimlendirilmiş en prestijli turnuva için de geçerliydi. Büyük çoğunluğu Britanyalı olan oyuncu grubunun verdiği en çetin mücadeleler her sene burada gerçekleşiyordu. Yetmişli yıllarda Dünya Snooker Şampiyonası’nı tam altı kere kazanan Ray Reardon’a göre turnuvanın en öncelikli sorunu, bir yere ait olmayışıydı. “Dünya şampiyonası oynamak için iki kez Avustralya’ya gittik, ülke içinde Manchester ve Birmingham bölgelerinde oynadık. Snooker’ın âdeta evi yoktu” sözleriyle durumu özetliyordu. 1976 senesinde turnuvanın Middlesbrough ve Manchester’daki iki farklı salonda düzenlenmesi bardağı taşıran son damla oldu. Sponsor bulma konusunda yaşanan problemlerle birlikte, elli yıllık maziye sahip şampiyona için artık yolun sonu görünmeye başlamıştı.
Carole Watterson, aynı yılın ağustos ayında Sheffield kentinde bir tiyatro oyunu izlemeye gitti. Aklının köşesinde o sıralar snooker’ın yönetim kademesi ile çalışan eşi Mike’ın sürdürdüğü arayış vardı. Dünya Snooker Şampiyonası’nın düzenleneceği, yeni sponsor Embassy şirketini de mutlu edebilecek bir salon aranıyordu. Oyunu izlediği Crucible Tiyatrosu’nun kaliteli atmosferi hemen dikkatini çekti ve düşüncesini eşiyle paylaştı. Metal sanayisinin epey yaygın olduğu, ‘Çelik Şehir’ adıyla bilinen Sheffield’ın geçmişte snooker’la pek ilişkisi olmamıştı. ‘Crucible’ ismini metal eritilen potalardan alan tiyatro da aynı şekilde hiçbir zaman geleneksel amaçlar dışında kullanılmamıştı. Bine yaklaşan seyirci kapasitesi, iyi görüş açısı ve rahat koltukları vardı; sahne kısmının gereken iki masalı düzene izin verip vermeyeceği ise büyük soru işaretiydi.
Sonrasında gelişen süreci, Mike Watterson şöyle anlatıyordu: “Tiyatronun yöneticisi Arnold Eliiman’ı aradım ve ona Dünya Snooker Şampiyonası’nı Crucible’da düzenleme şansımız olup olmadığını sordum. Tabii öncesinde sahne ebatlarını ölçmeliydik. 36 fitlik (11 metre) alan, iki adet snooker masası için ancak yeterliydi. 6600 pound bedelle salonu iki haftalığına kiraladım. Snooker yönetimine verdiğim teklifte de onlara 17 bin pound miktarında bir kazancı garanti ettim. Bu şekilde başladık.” Snooker’ın Crucible Tiyatrosu’nda hâlâ sürmekte olan 43 senelik hikâyesinin çıkış noktası bu, gerisi ise tarihti…
-II-
‘Altın Çağ’ son derece klişe bir tanımlamadır ancak snooker’ın 1980’li yıllarından bahsederken durumu daha iyi özetlemek zor. Öyle ki, 1977’de Crucible döneminin başlamasından sonra oyunun popülaritesi devamlı olarak yukarı gitti. O günlerde yatırım amacıyla Londra’nın Romford bölgesinde snooker kulübü satın alan Barry Hearn’ün kariyer ivmesi de aynı şekilde… Seksenlerin en iyisi Steve Davis’in menajerliğini yaparak spor dünyasına adım atan Hearn, işi epeyce büyütecek ve şirketi Matchroom Sports’u bir spor pazarlama imparatorluğuna dönüştürecekti. Yıllar içinde boks, dart ve futbol gibi farklı alanlara yönelecek olan Hearn’ün ilk göz ağrısı ise snooker olmuştu. Bu yüzden 2010 yılında, kriz döneminde olduğunu düşündüğü sporun yönetimini devraldı ve en iyi yaptığı şeyi yaptı. Yani hem kazandı hem de kazandırdı.
Koronavirüs salgını nedeniyle şimdilerde spor yöneticilerinin gündemi epey kalabalık. İptal olan ya da ertelenen organizasyonlar, onların takvimde yer açtığı karışıklık ve değişen planlar malumunuz. Ben de bu yoğun gündem esnasında, sadece Crucible Tiyatrosu hakkında biraz konuşmak için Barry Hearn’e ulaşmaya çalıştım. Açıkçası denemeyi yaparken pek umutlu değildim. Zira Cebelitarık Açık turnuvası seyircisiz düzenlenmiş, sonraki hafta oynanacak Tur Şampiyonası ertelenmişti ve 18 Nisan’da başlaması planlanan Dünya Snooker Şampiyonası’nın durumu da henüz belirsizdi. Asistanı yardımıyla ulaştığım Hearn, işi başından aşkın olmasına rağmen sorularıma cevap verebileceğini söyledi. Sonuçta Crucible, onun için de her şeyin başladığı yerdi.
Kendisine ilk olarak Dünya Snooker Şampiyonası’nı ‘Crucible öncesi ve sonrası’ şeklinde kıyasladığında gördüğü farkları sordum. Hearn, “1977’den beri Crucible’da yapılan hiçbir dünya şampiyonasını kaçırmadım” diyerek cevabına başladı ve devam etti: “Örneğin 1976’da Manchester’daki Wythenshawe Forum’da yapılan turnuvayı anımsıyorum da, kesinlikle Crucible Tiyatrosu’nda olduğu kadar güzel değildi. Hatta son derece yavandı.” Zaten seyirci kapasitesi birçok muadilinden düşük olmasına rağmen orayı özel yapan şey de Hearn’ün bahsettiği güzellik kavramıydı. Bir evin oturma odasını andıran sıkışıklığına rağmen iki masalı düzene uzaktan bakmanın insanı rahatlatan bir tarafı vardı. Taba renkli koltukları, sponsorlar değiştikçe rengi değişen ama şeklini genellikle muhafaza eden giydirme dekorlar, iki masa arasına usulca inen ve maçların artık başlayacağını deklare eden perde… Crucible görsel detaylarıyla da son derece kendine hastı.
Futbol için Wembley Stadyumu, basketbol için Madison Square Garden, tenis için Wimbledon Merkez Kortu özeldir ve benzer örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir. Evet, bu ikonik arenaların hepsinden daha modern, daha işlevsel olanı, daha estetiği yapılmıştır ama hiçbiri daha önemli olmayı başaramamıştır. Zira onlar gibi bir tarihe sahip olmak, ancak doğal akış içerisinde kendi kendine oluşabilir. Hearn’e, Crucible’ın onun için ne ifade ettiğini sorduğumda şöyle cevap veriyor: “Crucible Tiyatrosu, snooker’ın evi. İkonik bir rüyalar tiyatrosu ve bence kesinlikle yerine yenisi konulamayacak kadar kıymetli. Dünyanın her yerinden oyuncular, 40 seneyi aşkın süredir burada muazzam miktarda drama üretti. Bu yüzden ben Crucible’ı hepsinin ötesinde, sporumuzun katedrali olarak görüyorum…”
Peki acaba Dünya Snooker Şampiyonası günün birinde başka yere taşınabilir mi? BBC’nin 2017’de yaptığı Crucible belgeselinde, Hearn’ün ağzından “Mezar taşımda ‘Snooker’ı Crucible’dan taşıyan adam’ yazmayacak” sözleri dökülmüştü. Kendisine bunu hatırlattım. Zira Çin’in snooker’ın en büyük turnuvasını organize etmek için devasa miktarları gözden çıkardığından hep bahsedilir. Ancak Hearn yine çok net: “Evet, işadamıyım ama konu Crucible olunca durum değişiyor. Bahsettiğin gibi Çinli sponsorlar turnuvayı orada yapmamız için bize milyonlarca pound teklif etti ama bunu geri çevirdik. Eminim ki ben hayattayken şampiyona, Crucible’dan başka yerde düzenlenmeyecek. Verecekleri hiçbir para, kararımı değiştiremez.”
-III-
Bundan kırk küsur sene önce Mike Watterson, eşinin vizyonu yardımıyla verdiği kararla bir sporun tarihinin ve kaderinin değişmesine, geleceğinin şekillenmesine neden oldu. Eğer Crucible’ın büyüsü olmasaydı neler mi olurdu? Cliff Thorburn’ün yaptığı o ilk maksimum seri biraz daha anlamsız, Steve Davis’in 1985’te Dennis Taylor’a kaybettiği efsanevi final daha az epik, Stephen Hendry’nin yedi şampiyonlukla kurduğu krallık daha görkemsiz ve Ronnie O’Sullivan’ın 5 dakika 20 saniyelik 147’si daha renksiz olabilirdi. Dünyanın en iyi oyuncuları her yılın nisan ayında o kapıdan içeri girip 980 seyirciyi selamlamanın muazzam hazzına ulaşamaz, her turnuvada aynı koltuğa oturarak ‘sadık izleyici’ tanımının içini sonuna kadar dolduran müdavimler ortaya çıkmaz, ilk şampiyonluğunu kazanan oyuncunun ertesi sene unvan koruyamayışıyla tezahür eden ‘Crucible Laneti’ belki doğmazdı. Bunlardan herhangi birinin olmaması da çok sevdiğimiz oyunu muhtemelen daha tatsız kılardı. O yüzden iyi ki Crucible var.
2020 Dünya Snooker Şampiyonası’nın planlandığı tarihte başlamayacağı artık kesinleşti. Ancak bildiğimiz bir tek şey varsa, o da her şey normale döndüğünde snooker da evine dönecek. Perde tekrar inecek ve bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Hem hayatımıza hem de tutkuyla bağlı olduğumuz şeylere…
*Bu yazı, Socrates’in Nisan 2020 tarihli 61. sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.