Bu röportaj ilk olarak Socrates’in Haziran 2016 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten erişebilirsiniz.
Doksanlar, Hollanda futbolu için muhteşem zamanlardı. Altyapıdan arka arkaya genç yıldızlar çıkıyor, tecrübeli isimlerle birlikte özel bir kimya yakalanıyordu. 1995 Şampiyonlar Ligi Finali bu anlamda bir zirveydi. Ajax, Milan’ı 18 yaşındaki Patrick Kluivert’ın 85. dakikadaki golüyle mağlup ediyor ve altın jenerasyonunu tüm dünyaya tanıtıyordu.
Bir anda patlayan bu genç Hollandalıların arasında dikkat çeken bir yabancı da vardı: 1994’te kulübe katılan ve ilk senesinde Dennis Bergkamp’ın arkasında yedek kalan Jari Litmanen. Bergkamp’ın Inter’e transferiyle başrole yükselen Litmanen, Frank Rijkaard’a göre o Ajax’ın sahip olduğu en iyi 10 numaraydı. Daha sonrasında Barcelona ve Liverpool gibi kulüplerde de oynadı ama en başarılı olduğu yer Ajax’tı. Sakatlıklar erken yaşta performansının düşmesine neden oldu ve adı “Ya hep sağlıklı olsaydı?” soruları ile yan yana anıldı.
Bilinen hikâyedir; Finlandiya doğumlu isim ülkesinde, evinin arka bahçesinde top koşturduğu günlerde bile bir gün Anfield’da oynayacağını hayal eder, Liverpool’u desteklermiş. Rüyalarla başlayan ve profesyonel olarak devam eden kariyerine 2008’de nokta koyan Litmanen, Darülaceze yararına düzenlenen bir futbol maçı için yakın zamanda İstanbul’a geldi. Yanında Ajax’ın o altın jenerasyonundan Ronald de Boer, Patrick Kluivert gibi isimler de vardı. Yüzler biraz değişmişti ama isimler ve kadro eskisi gibiydi. Biz de eskilerden konuşmak istedik.
Simon Kuper, 2001’de size dair kaleme aldığı bir yazıda futbol bilginizden bahsediyor. Ajax forması giyerken Amsterdam’da eş dost ortamında düzenlenen futbol bilgi yarışmalarına katılır ve herkesi yenermişsiniz…
Futbol her zaman bir numaralı hobimdi. Hiçbir zaman sadece futbol oynayan biri olmadım, bu oyunla genel olarak ilgilendim. Bunun hiçbir zaman bir iş olmasını istemedim. Gittiğim kulüplerin tarihi üzerine çok okudum. Ajax, Barcelona, Liverpool… Hepsinin geçmişine çalıştım, sadece bir futbol kulübü olarak da bakmadım. O şehirler üzerine de okumalar yaptım. İnsanlara, benden daha önce orada bulunanlara sorular sormaktan çekinmedim. Bu yüzden, ortalama bir profesyonel futbolcudan daha çok şey bildiğim doğrudur.
Futbolcuların genelde bu oyunun tarihiyle, kültürüyle çok ilgili olmadığı söylenir. Buna katılıyor musunuz?
Katılmıyorum. Futbolcular da çeşit çeşit sonuçta. Her futbolcunun gerisinde bir insan, bir karakter var. Biz sadece ‘futbolcu’ değiliz. Mesela futbol dışında da tarihe hep meraklıydım. İstanbul’un çok farklı bir şehir olduğunu, arkasında geniş bir Bizans tarihi ve etkisi barındırdığını biliyorum mesela. Bu coğrafya, Avrupa’nın en eski ve ilginç yerlerinden biri. Bir insan olarak etrafımda olup bitenlere bakmayı, dünyada neler yaşandığını takip etmeyi seviyorum. Elbette bu tutkumu futbol kariyerime de yansıttım.
Ajax, 90’lı yıllarda Johan Cruyff etkisi altında olan bir kulüptü. Hollanda felsefesi size de ilham verdi mi?
Elbette. Johan Cruyff’ün Hollanda futbolu ve Ajax üzerindeki etkisini yadsımak mümkün değil ama bu felsefeyi oluşturan tek isim o değildi. Aynı sistem içerisinde onun gibi bir sürü isim vardı. Johan sadece, bunların en ünlüsüydü. Futbol kariyeri muhteşemdi ve bu oyun üzerine çok düşünmüştü. Onu diğerlerinden ayıran belki de buydu. Lakin onun asla gerçek bir teknik adam gibi hissettiğini düşünmüyorum. Sahada oynarken bir teknik direktör gibiydi, sahadan uzaklaştığında ve bir teknik adam olduğunda ise futbolcu gibi hissediyordu. Bu yüzden hep başkalarından farklıydı.
O takımda sizin gibi bir sürü genç yıldız vardı. Şampiyonlar Ligi’nde veya Hollanda’da daha tecrübeli, oturmuş kadrolara karşı oynamak zor muydu?
Ajax’ta iki farklı dönemde forma giydim. Oraya ilk gittiğimde genç oyuncuların öncüleri arasındaydım. Güzel bir kimyaya sahiptik ve adım adım kendimizi geliştiriyorduk. Kadrodaki deneyimli isimlerin varlığı da mühimdi bu anlamda. İkinci kez Ajax’a geldiğimde ise kadronun en yaşlı isimleri arasındaydım. Zlatan Ibrahimovic, Wesley Sneijder, Rafael van der Vaart, Christian Chivu gibi genç oyuncularla birlikteydim.
Ajax ile adınızı duyurduktan sonra Barcelona’ya gittiniz. Fakat kimileri, orada hak ettiğiniz değeri görmediğinizi söylüyor…
Barcelona’ya transfer olduğumda Louis van Gaal teknik adam, Josep Lluis Nunez ise başkandı. Beni oraya transfer eden bu ikiliydi fakat başlangıçta bazı sakatlık problemlerim oldu. İlk altı ayda bilhassa -sakatlıkların yanında- bu yeni dille, kültürle, sistemle alakalı adaptasyon sorunları da yaşadım. Amsterdam’a ilk gittiğimde de benzeri olmuştu. İlk yılımda Dennis Bergkamp’ın arkasında yedektim. İkinci yılımda ilk 11’e girmeye başladım. Finlandiya’da da öyleydi. 16-17 yaşımdayken kadroya girmekte, dâhil olduğum yeni seviyeye alışmakta zorluklar yaşıyordum ancak sonrasında yavaş yavaş kulübün bir parçası oldum. Barcelona’da da durum bundan ibaretti. Fakat buradaki sorun biraz farklıydı. İkinci senemde Van Gaal gitti, başkan da koltuğunu bıraktı. Yeni gelen teknik direktör ve kulüp başkanı da sekiz-dokuz ismin gitmesi gerektiğine karar verdiler. Yabancı oyuncular ilk gönderilenler oldu. Mesela Vitor Baia Porto’ya gitti, orada UEFA Kupası’nı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Ben de Liverpool’un yolunu tuttum ve UEFA Kupası şampiyonu oldum.
Futbolda her şey tercihlerle alakalı. Ama geriye dönüp baktığımda ikinci senemde kalsaydım işler çok daha kolay olabilirdi diye düşünüyorum. Barcelona’yı evim gibi hissetmeye başlamıştım. Hem futbolcu hem de insan olarak hislerim bu yöndeydi. Ancak bana ihtiyacım olan zaman verilmedi. Hayat böyledir; istediğiniz şans ve zaman bazen size tanınmaz. Yabancı futbolcular sık sık bunun sorununu yaşar. İlk sene hep bir uyum meselesidir. Bu durum bazen iki-üç sene sürer. Herkes bunu yaşadı. Koeman, Laudrup, Stoichkov… Luis Figo’ya da aynısı olmuştu.
Ajax’tan sonra Barcelona, çok daha farklı bir dünya değil miydi? Daha büyük bir medya baskısıyla baş etmek zorundaydınız…
Öyleydi. Ama gerçekten sorun bu değildi. Önemli olan her zaman sahada yaptıklarınız, futbola bakışınızdır. O yeni sisteme alışmak, başka şeylerden çok daha mühimdir. İnsan olarak her zaman kolay uyum sağlayan biri oldum. Her gittiğim yerde bu böyleydi. Ama önemli olan oyundu. Futbol tarihine baktığınızda Ajax-Barcelona bağlantısının her zaman ön planda olduğunu görürsünüz. Rinus Michels’ten Johan Cruyff’e, Louis van Gaal’den Frank Rijkaard’a o bağlantı noktaları hep vardır. Bunların hepsi insan olarak alışmamı kolaylaştırdı. Ama günün sonunda, formayı dünyanın en iyi oyuncusu olarak kabul edilen Rivaldo kaptı. Kulüp başkanı ve teknik direktör tercihini ondan yana kullandı. Bundan ötürü pişman değilim, yapabileceğim bir şey yoktu. En başta üç senelik bir kontrata imza atmıştım, belki Louis van Gaal kalsa işler daha farklı gelişebilirdi.
Ajax-Barcelona bağlantısından söz ettiniz. O köprü içerisinde Cruyff ile Louis van Gaal arasında büyük farklılıklar olduğu, ikisinin zıt dünyaları yansıttığı söylenir. Buna katılıyor musunuz?
Öncelikle, herkes farklıdır. Benim kariyerime bakın. Hep forvet arkasında oynadım. Bir dönem önümdeki forvet Ronald de Boer’di, sonra bu isim Patrick Kluivert oldu, arkasından aynı role Şota Arveladze geçti, yıllar sonra Zlatan ile oynadım. Sadece Ajax kariyerimde bile 15 farklı forvetle çalıştım. Ama genel olarak Cruyff ile van Gaal arasındaki farkların çok abartıldığını düşünüyorum. Evet, yaklaşımları farklıydı. Cruyff muhteşem bir futbolcuydu ve fikirleri genelde sahadan gelirdi. Van Gaal ise bir öğretmendi, onun parlak fikirleri dışarıdan içeriye doğru giderdi. Yani bu anlamda yaklaşımları zıttı. Lakin eninde sonunda ikisi de topa sahip olmak, oyunu kontrol etmek isterdi. Sistemleri arasındaki fark, oyuncu grubundan da kaynaklanıyordu. Cruyff’ün kadrosunda Koeman, Laudrup ve Stoichkov vardı. Van Gaal’in ekibinde ise Figo ve Rivaldo liderdi.
Liverpool’da inanılmaz bir UEFA Kupası zaferi yaşadınız. Finalde Alaves’i 5-4 mağlup etmiştiniz…
Çılgıncaydı. 9 gol atılan ve Altın Gol ile son bulan bir maç… Kazandığımız için de çok mutluydum. Geçmişte finaller konusunda daha büyük tecrübeler yaşamıştım. 1995’te Ajax ile Şampiyonlar Ligi’ni kazandım, 1996’da ise finali kaybeden taraftaydım. Ve inanır mısınız; kaybettiğimiz finali, kazandığımızdan daha fazla hatırlıyorum. Çünkü kaybettiğiniz zaman oturup düşünecek daha çok zamanınız olur. Mağlubiyet peşinizi bırakmaz, sürekli analiz edersiniz. Kazandığınızda ise işler çok daha kolaydır, istediğinizi zaten almışsınızdır ve buna çok da kafa yormazsınız.
Sizin döneminizde Liverpool da bir geçiş dönemindeydi sanki…
Evet, inişler çıkışlar yaşıyorlardı. Futbolda bu tip değişimler sık görülür. Mesela az önce 1995 Şampiyonlar Ligi Finali’ne dair konuştuk. Orada Milan’ı mağlup etmiştik. Şimdilerde Milan düşüşte, Ajax da öyle. Tam olarak yere çakıldıklarını söyleyemeyiz ama artık Avrupa’nın en büyükleri arasında değil bu kulüpler. İşler 20 sene öncesine göre çok değişti. Liverpool’un yetmişlerde ve seksenlerde büyük başarıları vardı. 2000’lerin başında tekrar çıkışa geçtiler. 2001’de UEFA Kupası zaferi geldi, 2005’te Şampiyonlar Ligi’ni aldılar, 2007’de final oynadılar. Son beş-altı seneye baktığınızda ise kayıp yıllar geçirdiklerini görüyorsunuz. Şu sıralar yeniden Şampiyonlar Ligi seviyesine dönmeye çalışıyorlar.
Ajax’ın şimdilerde eski gücünde olmadığını söylediniz. Bu sene Hollanda Ligi’nde dramatik bir final vardı. Ajax, son maçında De Graafschap ile berabere kaldı ve şampiyonluğu PSV’ye kaptırdı. Bu dramayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Basit bir gerçeği bize hatırlattı. Futbolda kolay maç diye bir şey yok ve 90 dakika mücadele etmeden hiçbir şey elde edemezsiniz.
Peki üzüldünüz mü? Ajax hâlâ kalbinizde mi?
Geçmişte forma giydiğim, parçası olduğum bütün kulüpleri takip etmeyi sürdürüyorum. Ajax’ta da dokuz sene oynadım, kariyerimde en uzun süre mücadele ettiğim takım orasıydı. Elbette kalbimde hâlâ özel bir yeri var. Fakat şu an orada yaşamıyorum, günlük olarak Ajax’ın bir parçası değilim, sonuca etki edecek bir konumum da yok artık. Bu yüzden kafama çok takmadım, rahatça uyuyabildim.