Bu yazı ilk olarak The Coaches Voice’ta yayınlanmıştır.
Bilinmezlik hissini her zaman sevmişimdir.
Yol boyunca gelen tüm zorlukların, sadece yeni bir ligde değil, aynı zamanda yeni bir ülkede de üstesinden gelebilir miyim?
İtalya’da, İngiltere’de ve İspanya’da kazanmak, adapte olabilme esnekliği ister. Bulunduğunuz kulüp ve lige göre zaman zaman kendi fikirlerinize karşı gelmeyi ve başarmak için doğru yolu seçmenizi ister. Ayrıca sosyal olarak; çevrenizdeki herkesin ihtiyaçlarını, motivasyonlarını ve hedeflerinizi anlamanızı ister.
Bir işi değerlendirirken tek bir şartım ve isteğim vardır.
Ben kazanmak için oynamak zorundayım.
Bu konuda iflah olmaz bir yapım var. Birisi yanıma gelip; 10 senelik inanılmaz, kusursuz, mükemmel bir kontrat önerebilir ve şunları söyleyebilir: “Takımımızın hedefi ilk 10’da yer almak olmalı. Eğer ligi yedinci, sekizinci ya da dokuzuncu bitirirsek mükemmel olur.” Bu durum bana göre değil.
Benim kazanmak için oynamamı sağlayabilecek bir projeye ihtiyacım var. Ben kazanmak için rekabet ederim. Sonrasında kazanmış ya da kaybetmiş olmak; benim, oyuncuların ve kulübün problemidir. Ancak o baskının olduğu bir proje, benim ihtiyacım olan şey.
Bu benim doğal yaşamım.
2004’te Chelsea’ye gelmemin sebeplerinden birisi de buydu.Kulüp ilk senemde başarıya çok yaklaşmıştı, ligi ikinci sırada bitirip Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale yükselmiştik.
Ancak müzesinde kupa olmayan hiçbir büyük takım yoktur. Yani işim, Chelsea’yi bir sonraki seviyeye taşımaktı. Premier Lig’i kazanmalıydık.
Ki bu durum, benim mantaliteme de oldukça uygundu: Kazanmaya oynamak.
İlk maçımızda içeride Manchester United’la karşılaşacaktık. Kazanmamız çok önemliydi çünkü kazanırsak, oyuncularımıza söylediğimiz sözlerle aldığımız sonuçlar arasında herhangi bir çelişki kalmayacaktı. Eğer, “Bu sezon şampiyon olmalıyız” dedikten sonra ilk maçınızda direkt rakibinize 2-0 ya da 3-0 kaybederseniz, daha lig başlamadan geriye doğru adımınızı atmış olursunuz.
O gün 1-0 kazanmıştık. Ve attığımız adım geriye değil, ileriyeydi.
O maç gördüklerim, sezon öncesinde oyunculara aktarmak istediklerimizin oldukça fazla şekilde sahaya yansımasıydı: zihinsel güç, kompakt kalabilmek, taktiksel disiplin. Ve sonrasında, yaklaşımımızı olabilecek en hırslı şekilde uygulamaya koymak. ‘Her şeyinizi verin’ derken her zaman bunu kastederim: Sahada kaldığınız her dakika, hatta her saniye, sahaya her şeyinizi vereceksiniz.
Kaliteniz, fiziksel gücünüz, saldırganlığınız, duygusal kontrolünüz… Her şeyinizi.
United maçı da her şeyin verildiğini gördüğüm maçlardan birisiydi. “Maç 90 dakika ama bu maç 900 dakika da olsa bize gol atamayacaklar” diye düşündüğüm maçlardandı. Ne kadar oynarsak oynayalım,o maçı biz kazanacaktık.
O sezon, eylül ayından itibaren ligin tepesine oturmuştuk ve eylül ayında medyadaki herkes, “Yılbaşından önce dağılacaklar.” diye düşünüyordu. Sonrasında, “Yılbaşında dağılacaklar.” demişlerdi. Ondan sonraysa: “Yılbaşından sonra dağılacaklar.” Ve son olarak: “Paskalya zamanı dağılacaklar.”
Ancak hiçbir şekilde dağılmadık. Hiçbir şekilde.
Zaman zaman, özellikle de günümüzde, insanların; – bazen verilerle, bazen yorumlarla, bazenPR ile – çoğu şeyin arkasındaki gerçekleri gizlemeye çalıştıklarını düşünüyorum. Benim için gerçek şu ki bu oyunda en önemli şey her zaman hedefe ulaşmaktır. O sezonki gerçeğimiz ise Premier Lig’i kazanmaktı.
Öyleyse, bu hedefi nasıl gerçekleştirdiğinizin bir önemi var mı?
Evet.
Bunu, mükemmel bir şekilde, dominant bir futbol oynayarak başardık. Defansif olarak kusursuzduk. Buna ek olarak birçok gol atmıştık. Ve ne zamanki öne geçsek, rakiplerimizin fişini geçiş oyunlarında çekme becerisine sahiptik. Tam anlamıyla komple bir takımdık.
Hatta neredeyse yenilmesi imkânsız bir takım olmuştuk. Fakat bu durum, bizi kimsenin yenemeyeceğinden değil, bizim herkesi yenebilme kapasitemizden kaynaklanıyordu.
Sonraki sezon öylesine kolay ve mükemmel başlamıştı ki daha ilk günden ligi kazanacağımıza inanmıştım.
Çok güçlüydük. Takım; ne zaman daha defansif oynayacağını, topa sahip olarak oyunu ne zaman kontrol edeceğini, geçiş oyunlarında rakibi ne zaman öldüreceğini çok iyi biliyordu. Ne zaman öne geçsek, maçı kazanacağımızı biliyorduk.
Rakiplerimizin bizden korktuğunu hissetmeye başlamıştık. Hücum etmek istiyorlardı ancak yapmaya çekiniyorlardı, çünkü biliyorlardı ki geçiş oyunlarında onların fişini rahatlıkla çekebilirdik. Derinde bekleyerek savunma yapmaya çalışıyorlardı ancak ileri uçta Didier Drogba gibi birisi varken, içeri atılacak her ortayı savunmanın zorluğunun farkındalardı. Ve biliyorlardı ki eğer çok fazla set oyununa oturursak, büyük oyuncularla gelip gol bulabilirdik.
Çok eğlenceliydi.
Ayrıldığım zaman Chelsea taraftarıyla iyi bir ilişki yarattığımı hissediyordum. Bunun iyi ya da kötü olduğu hakkında bir fikrim yok ancak ne olursa olsun, bu benim yolumdu. Bu anılar benim için herhangi bir görev duygusundan farksızdı.
Bu, insanlara karşı olan görevimdi. Sadece kulübe, takım sahibine ya da oyunculara karşı değil.
Etrafımdaki tüm insanlara elimdeki her şeyi vermek istiyordum. İnsanların benden beklediği her şeyi onlara vermek istiyordum. Ve bunu yapmanın tek yolu, sadece iyi bir profesyonel olmaktan geçmez. Aynı zamanda onlardan birisi de olmanız gerekir.
Tabii ki taraftarların ne istediğini bilmenin yanı sıra, kulübün ne istediğini bilmek de önemli. Ve bunu sağlamaya çalışmak da öyle.
Inter Milan’dayken anlaşmamız, üçüncü kez üst üste lig şampiyonluğuna ulaşıp İtalyan futbolundaki dominasyonu devam ettirmekti. Ancak aynı zamanda, Şampiyonlar Ligi eksikliğini de doldurmak olacaktı.
İkinci bölümü tamamlayabilmek için yapmamız gereken şey, takımı bir üst seviyeye taşımaktan geçiyordu.
İlk sezonumuzda, Şampiyonlar Ligi’nde Manchester United’a elendiğimiz ana kadar bekledim, bekledim ve bekledim. Sonrasında, kulüp sahibi ve sportif direktöre, “Bana sorarsanız ihtiyacımız olan tam olarak buydu.” dedim.
Defansif anlamda, derinde bekleyen kusursuz bir takımdık. Ancak mesafemizi 20 metre daha ileriye çekmemiz gerekiyordu, böylece takımı çok daha dominant hale getirip daha fazla baskı kurabilecektik. Bunu yapabilmek için de hızlı bir stopere ihtiyacımız vardı.
Kulübün o yaz yaptığı çalışmalar harikaydı.
Bazen sadelik dâhinedir. Ve karmaşıklık, yeterince iyi olmadığınızı saklamaktan geçer.
Inter’de oldukça basit bir idari yapıya sahiptik. Transferde ilk tercihim RicardoCarvalho olsa da onu transfer edememiştik. Ancak yönetim mükemmel alternatifi çoktan bulmuştu bile: Lucio. Hızlıydı. Çok hızlıydı. Tam olarak istediğimiz her şeyi bize verebilirdi.
Sonrasında, orta sahadaki pas kabiliyetimizi geliştirmemiz gerekiyordu. O bölgede fantastik oyunculara sahiptik: JavierZanetti, DejanStankovic, SulleyMuntari. Ancak biraz daha dominant olmak zorundaydık. Oyunu daha çok kontrol etmeliydik.
Bunun için, biraz daha farklı bir şeye ihtiyacımız vardı. Wesley Sneijder, bizim için anahtar isimdi.
Yaklaşımımız çok basitti ve takım buna çok iyi adapte oldu. Amacımız sadece Serie A’ya hükmetmek değil, aynı zamanda Avrupa’nın en iyilerine karşı rekabet edebilecek türden güçlü, müstehzi, zeki, pragmatik bir ekip olmaktı.
Inter, son 50 sene içerisinde ne Avrupa Kupası ne de Şampiyonlar Ligi kazanabilmişti. Hatta 1980 ve 90’lara baktığınızda, her ne kadar dünyanın en iyi oyuncuları Inter’de oynuyor gibi gözükse de bir şekilde kazanmayı başaramamışlardı. Ortada yıkılması gereken psikolojik bir duvar bulunuyordu.
Chelsea ile son 16 turunda eşleşmemizin turnuvanın kilit anı olacağını hissetmiştim. StamfordBridge’a gidip orada kazandıktan sonra insanlar inanmaya başlamıştı. Kupayı kazanabilecek bir takıma sahip olduklarına inanmaya. O an,takımın ihtiyaç duyduğu birleşmeydi.
Aynı zamanda psikolojik duvarın parçalanmaya başladığı an.
Şampiyonlar Ligi’ni kazanmak fantastik bir başarıydı. Kolay bir yoldan bunu başardığımızı söyleyemem, kuralar bize bu yolda hiç yardımcı olmamıştı. Ancak turnuvaya hırsla ve kulübün isteklerini yerine getirmemizi sağlayan inanılmaz bir ekiple başlamıştık.
Futbol takımlarını analiz etmeye başlayalı 40 seneden fazla oluyor.
İşe ilk olarak babamın takımıyla başlamıştım ve o zamanlardaki teknik ekipler şimdiki gibi değildi. Sadece teknik adam ve belki de bir yardımcısı olurdu, o kadar.
O günlerden bugünlere çok şey değişti. Ancak oyunun felsefi tarafına bakarsanız hiçbir zaman değişmeyecek tek bir şey vardır: Daha çok gol atan takım, kazanan taraftır. Ve bu, benim için oyunun temel noktasıdır.
Bunu yapmanın birçok yolu var. Ancak bana sorarsanız bu işin doğru yolu, oynadığınız ligle ve beraber olduğunuz oyuncu grubuyla doğru orantılıdır.
Birçok insan topa daha fazla sahip olan takımın daha dominant bir oyun sergilediğini düşünür. Ancak bu, oyuna nereden baktığınızla ilgilidir. Topa sahip olmayan bir takım, oyunu rahatlıkla kontrol ediyor olabilir.
Topa sahip olmak, özgüveninizi etkileyen bir şeydir. Bazı teknik adamlar için bunun daha çok PR ve imaj konusuyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Ancak toplu oyunda daha rahat olan bir takım, aynı zamanda topsuz oyunda da ne yapması gerektiğini bilmelidir.
Bir başka şekilde, eğer bir takım topsuz şekilde savunma yapmaya odaklıysa ve topu kazandığında ne yapacağını bilmiyorsa, o zaman sadece defans yapabilen bir takımdan ibaret olur. Böylece kaderleri, kendi ellerinden rakiplerin ellerine geçer.
Benim için oyundaki en iyi takım, oyunun her anını domine edebilmeyi başaran takımdır.
Ve en iyi teknik adam mı? Onlar da oyunun tüm kısımlarını oynatmayı başarabilenlerdir. Bunun için üç şeye ihtiyacınızın olduğunu düşünüyorum. İlk olarak, akademik formasyon. İkincisi, oyunu kendi tecrübelerine göre anlamanız. Ve son olarak: yetenek.
Son kısım, işin en önemli kısmıdır. Formasyonla beraber gelmez, içinize işlemiştir. Genetiktir. DNA’nızda bulunur.
Ancak tüm her şeye rağmen, yeteneğiniz olsun olmasın, kendinize her zaman şunu sorarsınız: “Kazanabilir miyim?”
İşte size sevdiğimi söylediğim bilinmezlik duygusu tam olarak bu. Her zaman sahip olduğum, bu bilinmezlik duygusu.
Çeviri: Arhan Ata Pilavoğlu