Orkun Çolakoğlu’nun kaleme aldığı bu yazı, ilk olarak Socrates’in Kasım 2018 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
Ricardo Quaresma’nın Beşiktaş formasıyla -o zamanki adıyla- İnönü Stadı’nda çıktığı ilk karşılaşmanın gecesinde, bindiğim bir dolmuşta maçtan dönen taraftarlara denk gelmiştim. Beşiktaş, Temmuz ayının ortasında, Avrupa Ligi ikinci ön elemesinin ilk ayağında Faroe Adaları takımı Vikingur’u 3-0 mağlup etmişti ve herkesin dilinde Quaresma’nın futbolu vardı. Yanımda oturmakta olan taraftarlar da farklı değildi; statta izledikleri maçın coşkusunun kalıntıları konuşmalarında hissediliyordu ve birbirlerine Portekizliden ne kadar etkilendiklerini anlatıyorlardı. Ancak takımın kalanının performansından o kadar da memnun değillerdi. İneceğim noktaya kadar kulak misafiri olduğum kısa konuşmalarında vardıkları ortak kanı, diğer oyuncuların Quaresma’yı anlamadıkları ve ona ayak uyduramadıkları yönündeydi.
Bu yazıya başlamadan önce o Vikingur maçının bazı detaylarını hatırlamak istedim ve pek de çaba gerektirmeyen bir Google araştırmasına giriştim. Karşıma çıkan ilk sonuçlardan biri, Quaresma’nın maçtaki hücum aksiyonlarının derlendiği, ona özel bir videoydu. Ve bu, YouTube’da rahatlıkla bulabileceğiniz ama görüntü kalitesi maalesef epey düşük video, anlatmaya çalışacağım şeylerin birkaç dakikalık görüntülü özeti gibiydi. Sıkleti Beşiktaş’ın çok çok altında bir takımın yarı profesyonel oyuncularına karşı sürüyle çalım, topla biraz dans ve birkaç güzel enstantane, taraftarların yoğun tezahüratı arasında kullanılarak kaçırılan bir penaltı ve sonsuz bir verimsizlik… Şık hareketlerle şut açısı bulduktan sonra yapılan kötü bir vuruş, basit pası vermek yerine zor olan denenirken rakibe atılan toplar, varlığından haberdar olmadığımız bir uluslararası futbol mahkemesince kariyerinin kalanında kısa pas yapması yasaklanmış ve havadan ortalarla topu ceza sahasına aktarmaya mahkum edilmişcesine bir topu kaldırma ısrarı… Quaresma kendi futbolunu içi dışı bir şekilde ortaya sermiş, hiçbir şeyi saklamamış, dürüst davranmıştı. Oyunun odak noktası ve algılardaki yıldızı olmasına rağmen, son derece zayıf bir rakiple oynanan maçı gol ya da asist yapamadan bitmiş olması ise, önünde uzanan günler hakkında da ipucu fısıldıyordu (Hakkını vermek gerekir, son golde önemli katkısı vardı.)
O günlerde daha da fazla kullanılan lakabıyla Q7’nin siyah beyazlılarla evliliğinde kötü senaryonun gerçeğe dönüşme ihtimalini sezmiş olsanız dahi, ilk zamanlarda bunu dile getirmeniz hiç kolay değildi çünkü Quaresma daha İstanbul’a ayak basmadan Beşiktaş taraftarı için neredeyse kutsal hâle gelmişti. Bu statü kazanımının en önemli nedenlerinin başında, şehre önceki ayak basışında Porto formasıyla yine Beşiktaş’a karşı Şampiyonlar Ligi maçında gösterdiği ve tribünlerin kendisini alkışlamasıyla final yapan performans geliyordu. Büyük bir kısmı da 100. yıl şampiyonluğundan sonra büyük bir çalkantı ve istikrarsızlık dönemine giren Beşiktaş’ın aradan geçen yıllarda, şampiyonluk kazandığı tek sezon da dâhil olmak üzere genellikle sıkıcı futbol oynayan bir takım olmaktan kurtulamamasına ve taraftarına Sergen Yalçın, Pascal Nouma, İlhan Mansız gibi kahramanlaştırılabilecek bir oyuncu sunamamış olmasına bağlıydı. Kulübün John Carew, Ailton, Matias Delgado, Ricardinho gibi büyük beklenti yaratan transferlerinin hiçbiri bu konuda başarılı olamamış (Aralarında en iyi hatırlanan Carew sadece bir yılın ardından Lyon’a satılmış ve en azından bonservis geliri sağlamıştı), camianın çocuğu olan Nihat Kahveci’nin transferiyse hepsinden büyük bir fiyaskoya dönüşmüştü. Kariyerinde Porto, Barcelona, Chelsea ve Inter formalarını sırtına geçirmiş bu adamın onlar gibi hayal kırıklığı yaşatmayacağına inanılıyor, büyük liglere çıktığında yaşadığı büyük başarısızlıklar ise “orası farklı bir seviye, burası Türkiye” karşılığıyla anında savuşturulabiliyordu. Ancak bu ölçüsüz sevgi ve destek, kariyeri boyunca pek kontrol edilememiş bir futbolcuya iyi gelmeyecekti ve Quaresma’nın siyah beyazlı formayla iki yıl süren ilk dönemi başarısızlık ve bolca şımarıklıkla bitti.
Üç yıl sonra, Birleşik Arap Emirlikleri ve bir diğer Porto rehabilitasyonunun ardından ikinci kez Beşiktaş’a geldiğinde 32 yaşındaydı, dâhil olduğu kadronun o günlerde en kıymetli gözüken oyuncularından Gökhan Töre ile aynı pozisyonu oynuyordu ve garip bir transfer gibi gözüküyordu. Önceki seferin aksine, takımı değiştireceği düşünülmeden, adeta sessiz sedasız transfer edilmenin başına gelebilecek en iyi şey olduğunuysa muhtemelen kendisi de tahmin etmemişti. Tıpkı Porto’daki önceki bir buçuk yılında olduğu gibi, temelinde yer almadığı ve yavaş yavaş büyüyen bir takımda zamanla yerini buldu, rolünü büyüttü, çizgisini aşmadı, aşması da gerekmedi ve şampiyonluğa katkı verdi. Bir yıl sonra, süresi ve rolü artmış olarak bir şampiyonluk daha kazanacak, üstelik Şampiyonlar Ligi’nde de isminden tekrar söz ettirecekti. Futbol tarihinin ilginç ikinci bahar hikâyelerinden biri ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan bu, Beşiktaş için bir sorun hâlini almaya başlayacaktı.
Beşiktaş’ın futbol kimliğinin, 2015- 16 sezonundaki şampiyonluğun ardından uğradığı değişim bugüne kadar çokça üzerine konuşulan bir konu. Kimilerine göre bu değişim yalnızca Ricardo Quaresma’nın sahadaki baskınlığıyla değil, o sezon takımın en kilit parçalarından biri olan Jose Sosa’nın ardından gelen Anderson Talisca’nın oyuncu özellikleriyle alakalıydı ve tamamıyla Şenol Güneş’in kontrolü dâhilindeydi. Pas oyununda sivrilen Sosa’nın yerine alınan ’10 numara’ Talisca bu konuda Arjantinli’yle aynı cümle içerisinde bile geçemezdi ama Alexvari gol sezisi ve bitiriciliğiyle bir forvet gibiydi. Üstelik Cenk Tosun’un devam eden gelişimi ona ilk 11’de bir yer kazandırmış, Mario Gomez’in yerine gelen Vincent Aboubakar’ın da zamanla form tutması ve tahtaya adı yazılan oyunculardan biri hâline gelmesiyle, Beşiktaş santrfor karakterli üç oyuncudan en az ikisinin genellikle sahada bulunduğu bir takıma dönüşmüştü. Bu şekilde bakıldığında, oyunda bir değişim yaşanması çok da tuhaf gözükmüyordu.
Tuhaflık, 33 yaşını geride bırakmış olan ve günün futbolunun kanat hücumlarının yanında karikatür gibi bir hâlde kalan oyun stiliyle Quaresma’nın gün geçtikçe takımın merkezinde yer bulmasıydı. Hızın, presin, temponun, hareketliliğin kutsandığı, ceza sahasını dolduran koşuların ve skor katkısının bırakın kanat hücumcularını, merkez orta sahalar için bile elzem hâle geldiği bir dönemde, top ayağına geldiğinde takımın hızını genellikle kesen, savunmaya karşı topla ya da topsuz sürat tehdidi olmayan bir oyuncudan bahsediyoruz. Taç çizgisi civarında oynayan, ceza sahasına pozisyonunun standartlarına göre nadiren giren ve pek gol de atamayan, 20 yıl öncesinden günümüze ışınlanmış gibi futbol oynayan bir hücumcu… Tamamlayıcı ve takımın oyununa seçenek katan bir ek silah olmaktan çıkıp, Beşiktaş’ın futbolunu etrafında kurmaya çalıştığı parça hâline dönüşmeye başladı. Kendine olan güveni zaten hiç azalmamıştı ama takım içi ağırlığının tekrar artmasıyla duran toplarda bile ilk söz sahibi oldu. Sağ çaprazdan kaleye bakan frikikleri kullanma konusunda dünya çapında bir sol ayak olan Talisca bile birçok kez Quaresma’nın sağ ayakla o frikiği kullanmasını şaşkın bakışlarla izledi.
Hakkını vermek gerekir ki Quaresma, 35 yaşında olmasına rağmen çoğu zaman içinde bulunduğu sahanın en istekli oyuncularından biri. Oyunda hiçbir zaman saklanmıyor, işler ne kadar kötü gidiyorsa gitsin sorumluluk alıyor, hatta fiilen bitmiş maçlarda dahi oyundan çıkmaktan hoşlanmıyor. Ancak bunlar, takımın üzerine yapıldığı bir oyuncuyu tek başına kıymetli kılabilecek artılar değil. Örneğin arzulu oluşu savunmaya yardımcı olmadaki büyük yetersizliklerini kapatmıyor. Elbette dünyanın savunmaya katkısı düşük kalan ilk ve tek hücum oyuncusu değil, ancak skora katkısı Beşiktaş düzeyinde bir takım için bunu tolere edebilecek çizginin altında. Evet, oyunda saklanmıyor ama ezberlediği çizgiye yapışık oyun, onun tehlike bölgelerinde az gözükmesine sebep oluyor ve tehdidini düşürüyor. Attığı goller birbirinden güzel ama esas problem güzel olmayan golünün olmaması. Çünkü kolay gözüken bir gol atacak pozisyon içerisine hiç giremiyor ve hasbelkader girdiğinde de değerlendirecek bitirici vuruş netliğine sahip değil.
Üç yıl önce Türkiye Ligi’nin yakın tarihteki izlemesi en keyifli takımlarından biri olarak şampiyonluğa uzanan Beşiktaş’ın ise, oyununu Quaresma etrafında tekrar şekillendirdikten sonra bugün bir kimlik sahibi olduğunu bile söylemek zor. İşler rayından çıktığında, skorda geriye düşüldüğünde ya da gol bulmak için vakit daralmaya başladığında ortaya koyulan şey, bir uzun top bombardımanı ve karmaşadan ibaret. Birçoklarına göre Beşiktaş’ın kendi adına bu sezonun en iyi futbolunu oynadığı ve kaybettiği Antalyaspor maçı, yaşanılan kimlik kaybının dramatik bir örneği. Şenol Güneş’in ekibi için artık sezonun en iyi performansı bile harala gürele futbol oynanan bir maçta geliyor ve zayıf bir rakibe karşı dahi üç puan için yeterli olmuyor. Takımın oynadığı şeyi tekrar Jose Sosa’lı günlere yaklaştırabileceği beklentisi doğuran Adem Llajic henüz içine dâhil olduğu takımın ne yapmaya çalıştığını anlamlandırma çabası içinde gibi gözüküyor. Üç yıl öncesinin yıldızlarından Oğuzhan Özyakup ise kendisini görmezden gelen bu yapının ortasında -bir futbol depresyonu içerisinde- çıkış yolu arıyor.
2010 yılının o Temmuz akşamının üstünden sekiz yıldan fazla süre geçti ve muhtemelen artık maçtan beraber dönen üç kişi dahi Quaresma hakkında olumlu fikirbirliğine varamıyor. Aksine, tribünleri en fazla ve şiddetli biçimde bölen figürlerden birine dönüşmüş durumda. Bir kesime göre Quaresma hâlâ Beşiktaş’ın elindeki en iyi çözüm seçeneği, oranı gittikçe artan başka bir kesime göreyse takımın kurtulması gereken bir pranga. Belki de sorulması gereken şu: Üzerinde bu kadar soru işareti dolanan bir oyuncu, üst düzey bir takımın futbolunu şekillendiren başlıca parça olabilir mi?