Spor tırmanışla tanışıklığınız ne zaman başladı?
1980 senesinde İstanbul’da doğdum. Tırmanışla tanışıklığım üniversite yıllarına dayanıyor. Maalesef Avrupa’daki gibi aileden ya da çevre sayesinde tırmanış sporuyla tanışma fırsatımız olmadı. Bunun öncesinde basketbol, koşu, yüzme gibi temel sporlarla uğraştım. Ancak tırmanışa sağlam altyapı oluşturabilecek atletizm ve jimnastik gibi branşlarda deneyimim olmadı. Türkiye’de spor tırmanışın yeni yeni geliştiği, daha çok dağcılık odaklı ilerlediği zamanlarda; Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü’nde (YTÜDAK) bu sporla tanıştım. Tabii o zamanlar dağcılık eğitimleri yürüyüş ve kampçılık gibi temel faaliyetlerle başlardı. Hatta kulübe girerken de dağcılığın ve tırmanışın ne olduğu hakkında fazla bir fikrimiz yoktu. Birçok kişinin üniversite kulüpleri ile tanıştığı gibi okulda açılan stantlara bakıp, “Ne gibi bir sosyal grup içerisinde bulunabiliriz?” diye düşünürken seçtiğimiz bir şeydi. Sene 1999, o dönem yaşanan depremler nedeniyle dağcılık ve dağcılık kulüplerine yoğun bir ilgi vardı. Bizim kulüpte 200-300 civarı bir üye sayısı mevcuttu. O yıllarda kulüpteki spor tırmanış kültürü de yeni yeni gelişmekteydi. YTÜDAK daha çok dağcı yetiştirmeye yönelik bir oluşumdu. Temel eğitimler sonrası birazcık kaya tırmanışı ve yapay duvar tırmanışı ile tanıştık. Yıldız Teknik Üniversitesi o zamanlar bu imkanı sağlayan ender üniversitelerdendi. Kampüsün içerisinde yan geçiş bir bouldering duvarı ve üstten emniyetli tırmanış yapabileceğimiz bir duvar vardı. Bu duvarda, o dönemin ve Ballıkayaların sağlam tırmanıcılarından olan Burak Özdoğan’dan eğitimlerimizi aldık. Kulübün yapısı gereği spor tırmanışın yanında klasik dağcılık ve kış dağcılığı gibi tüm disiplinleri içeren bir programımız vardı. Zaten devam eden yıllarda onu da gerçekleştirmeye çalıştık. Zamanla yaptığımız sporu tanımamızla, kendi tercihlerimizi oluşturmamızla belirli disiplinlere yoğunlaştık. Benim tercihim daha çok spor tırmanış ve teknik tırmanış oldu.
Türkiye’deki tırmanış tarihine baktığımızda Ballıkayalar’ın oldukça önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Oraya ilk gidişinizde neler hissettiniz?
Kulüpteki ilk yürüyüş faaliyetiyle gitmiştim Ballıkayalar’a… Vadinin içerisinden yaptığımız bir yürüyüşle tanıştım yani. Tabii o zamanlar orada ufak tefek de olsa tırmanış yapan dağcılara, tırmanıcılara rastlıyorsunuz. Çoğu kişi tırmanışın ne olduğunu bilmeden kulübe geliyor, daha sosyal bir ortam beklerken ipler ve dik duvarlarla karşılaşıyor. Bu durum bazı insanlar için korkutucu olabiliyordu. ”Hadi canım bunları mı yapacağız gerçekten?” diye düşünebiliyorsun çünkü. Oradaki tırmanıcıları görmek beni heyecanlandırmıştı ama insan ilk anda kendini o noktada görmüyor. O seviye aslında biraz uzak geliyor, ilk önce bu işin ne olduğunu anlamayı hedefliyorsun. Yıldız’ın bu konuda disiplinli ve sert bir eğitimi vardı. İlk başladığımda, zorlu dağ faaliyetleri ve kış çalışmaları beni biraz yıldırmıştı. Hatta kaya ile tam tanışamadan kulübe bir süre ara verdim. Fakat sonrasında kulüpteki insanlarla arkadaşlığım devam etti ve bir şekilde tekrar dahil oldum.
O dönemler Ballıkayalar, şimdiki gibi fazla insan barındırmıyordu. Doğası daha güzeldi. Tırmanış ortamı bu zamana göre birazcık daha samimiydi diyebiliriz çünkü herkesin birbirini tanıdığı bir ortam vardı. Yıldız’daki tırmanma duvarı, İstanbul’daki tek seçenek olduğu için dışarıdan antrenman yapmaya gelen daha eski tırmanıcılar da oluyordu. Daha sonra sırasıyla Ortaköy’de açılan Atölye ve Nevizade’nin arka taraflarında bulunan ilk Boulderhane ile İstanbul’daki tırmanışın gelişimi hız kazandı. Bu iki salonla beraber birbirini tanıyan ufak topluluk; daha fazla beraber tırmanmaya, antrenman yapmaya başladı. Bu hem performans hem de motivasyon olarak etkilerini gösterdi ve o dönem gerçekten sağlam işler yapan tırmanıcılar yetişti. Buna rağmen o zamanlarda Türk tırmanışı dünya standartlarına pek yakın değildi. Ancak sosyal medya ve internetin günümüzdeki kadar yaygın olmamasıyla, bu fark fazla belirgin de değildi.
Geçmişte basketbol ve yüzme benzeri sporlar yaptığınızı söylediniz, bu sporların tırmanış ve dağcılığa pozitif yönde bir katkısı oldu mu dersiniz?
Fiziksel olarak aktif spor yapan birisi olmanın faydasını görmüşümdür. Fakat jimnastik ve atletizm gibi sporlar kesinlikle daha çok fark yaratıyor. Tırmanışın ve dağcılığın fiziksel olduğu kadar mental yönü de çok önemli. Antrenman yapabilme, kendini belirli bir disiplinde ve düzende tutabilme konusunda da faydasını gördüm diyebilirim.
2000’lerde Türkiye’deki dağcılık ve tırmanış bazındaki gelişmelere şöyle bir bakacak olursak, sizce süreç nasıl ilerledi?
Doksanların başında, o yıllardaki sporcuların ve yurtdışından gelen David Smeaton gibi önemli isimlerin Ballıkayalar ekolüne katkısı büyük. Tabii onların aktardığı bilgilerin Emre Abi (Emre Altoparlak) ve diğer tırmanıcılar vasıtasıyla yeni kuşaklara devredilmesi de önemli. Saydıklarım Türkiye’deki tırmanışın gelişmesinde ciddi faktörler. Bu noktada kulüpler de çok önemli bir rol oynuyor çünkü ülkemizde tırmanışın kitabı, kaynakçası ve eğitim referansları sağlam değildi. Dolayısıyla tamamıyla usta-çırak ilişkisine dayanan bir süreçten bahsediyorum. Alınan bilgi, tecrübeli tırmanıcılar tarafından bir sonraki kuşaklara aktarıldı. Özellikle İstanbul ve Ankara çevrelerinde bu durumun, tırmanışın gelişimi üzerinde önemli bir etkisi vardı. Mesela Ankara’da Hacettepe, ODTÜ, Anadolu Dağcılar Birliği gibi ekoller örnek gösterilebilir. Yani genel olarak gelişimin hep üniversite kulüpleri ve belli başlı kulüpler çevresinde döndüğünü, bu kulüplerde yetişen bireysel sporcuların da insanlara ilham kaynağı olduğunu görüyoruz. Bu sporcular daha sonra kendi çabalarıyla rota açarak, kitap yazarak ve rehber çıkararak tırmanışı bir kademe daha ileri götürdüler.
Özellikle Avrupa’da ve Amerika’da bulunduğun zamanlarda tırmanış salonlarını gezdiğinizi biliyorum. Mesela Hollanda’nın Eindhoven şehrindeki salonlar ile ilgili bir yazınızı okumuştum. Ülkemizdekiler ile aralarında ne gibi farklılıklar gördünüz?
O gezilerde edindiğim deneyimler ve fikirler bugünü oluşturdu diyebilirim. İş hayatına başladıktan sonra çıktığım her yurt dışı seyahatimde, bulunduğum yerdeki tırmanış salonlarına gitmek bir rutin haline geldi. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da Avrupa’nın ve diğer ülkelerin imkânları bize göre çok daha ilerideydi. Yani o salonları görüp, ne tür imkanlara sahip olduklarını gözlemledikten sonra insan ister istemez ”böyle imkanlar neden bizim ülkemizde yok?” diye sorguluyor. Her ne kadar underground tarzda tırmandığımız salonlar keyif verse de oralarda başka bir etki var. Büyük tesisler hem tırmanıcı kitlesinin gelişmesinde hem de o gelişen kitlenin, aynı bir piramit gibi elit tırmanıcılar yetiştirmesinde büyük bir faktör. Tabii oralara gidip o vizyonu ucundan köşesinden görmek daha sonra oluşacak fikirlerin tohumuydu.
DuvarX fikri o zamanlarda ortaya çıktı diyebiliriz o zaman…
Yani evet, o zamanlar hep inceleme yaptım. Farklı ne var, nasıl yapıyorlar, burada niye yok, nasıl olabilir, nasıl sistemlere sahipler… Bu sorular hep kafamdaydı. Oradaki rota sistemini ilk gördüğümde şaşırmıştım. Mesela eskiden atölyede ya da Boulderhane’de renklere göre tanımlı bir rota sistemimiz yoktu. Duvara rastgele yerleştirilmiş tutamakların üzerinden beraber tasarladığımız rotalar vardı. Hazır rota sistemi özellikle şehir hayatında, koşturmaca içerisinde olan insanlar için çok daha yararlı ve geliştirici bir sistem. Ek olarak tırmanıştan ziyade antrenman amaçlı kullanılan spesifik ekipmanlar, kafamda yavaş yavaş o fikirlerin toplanmasına neden oldu. O gezilerde böyle önemli noktalar fark ettim. Zamanla da o fikirler olgunlaştı. Belki geç belki erken bilemiyorum ama koşullar uygun olduğunda ki ne kadar uygun olduğu da tartışılır; Türkiye gibi bir ekonomide bu proje oluştu.
Tam anlamıyla kolları sıvayıp, ”tamam biz bu işe giriyoruz!” dediğiniz hangisiydi?
Beş altı senedir düşündüğüm bir şeydi aslında bu. Çevremdeki arkadaşlarla ne yapılabilir ve nasıl yapılabilir gibi sorular üzerinden konuşmalarımız, araştırmalarımız oldu başlangıçta. Daha ufak, kendi antrenmanlarımıza yetecek bir yer mi yoksa daha vizyoner bir salon mu yapmalıydık… Fizibilitesi doğru muydu, fazla mı hayalperest olmuştuk? Birçok soru vardı. Sonuçta daha ufaktan da başlanabilirdi. Boulderİstanbul’dan Kamil Abi’yle (Yay) ve camiadan belirli kişilerle çok fikir alışverişi yaptık. İstanbul’daki en sıkıntılı şeylerden biri de mekan bulma süreciydi. Bu işin doğru koşullarda yapılabileceği, metrekaresi fazla, yüksek tavanlı, kolay ulaşılabilir ve ekonomik açıdan uygun bir yer bulmak zordu. Bunun için sürekli belirli çember içinde, özellikle Anadolu Yakası’nda araştırmalarımı sürdürdüm. İki senelik süreçte zorluklarla karşılaştığım, umudumun tükendiği anlar da oldu. 2018 yılının Ocak ayı sonlarında mevcut DuvarX’in yerini buldum. İki ortağım, Anıl Şarkoğlu ve Burak Akyol’la beraber proje üzerine çalıştık. Bir yerden sonra kervanı yolda düzdük de diyebiliriz yani. Belki de böyle yapmak gerekiyordu. Zira hesabın kitabın içerisine girildiğinde işin içinden çıkamıyorsunuz. Diğer yandan da fazla idealizm bazı şeyleri çok toz pembe görmenize de neden olabilir. Bu hassas bir denge. Peki biz bu dengenin neresindeyiz? Ben de zaman zaman sorguluyorum açıkçası…
Peki DuvarX için ileriye dönük hedefleriniz nedir?
İleriye dönük hedeflerden biri ve en önemlisi, insanlara tırmanışı daha doğru şekilde tanıtabilmek. Baktığımızda tırmanış ekstrem sporlar kategorisine girdiği için birçok insan, “ben yapamam” düşüncesiyle yaklaşıyor. Oysa şu an dünyaya ve Avrupa’ya baktığımızda tırmanışın sosyal yanını da görüyoruz. İnsanların ayda birkaç kez arkadaşlarıyla yaptığı, temel ve başlangıç seviyesinde de keyif veren, eğlenceli bir spor. Fitness salonu gibi hızlıca spor yapıp çıktığınız bir yer değil. Bu algıyı insanlara bir şekilde ulaştırmamız gerekiyor. Biz burada başlangıç seviyesinde eğitimler veriyoruz. Genelde insanların geldiğinde verdikleri ilk tepkiyle sonraki tepkileri çok farklı oluyor. “Yapamam” diye gelen bir kişinin “o kadar da ekstrem değilmiş, yapabiliyormuşum” dediğini görmek önemli. Bu hem algıların değişebileceğine hem de yeni kitlelere ulaşabileceğimize bir işaret.
Özellikle tırmanışın olimpiyat oyunlarına katılmasıyla beraber ciddi oranda bir talep artışı söz konusu gibi… Siz durumu nasıl yorumlarsınız?
Genel olarak yeni tanınan sporlarda süreç şöyle gelişir: Bir kişi sporu dünya şampiyonası, olimpiyat oyunları gibi büyük organizasyonlarda görür ve merak eder. Yani benim salon olarak bir kişiye ulaşıp sporu tanıtmam çok zor. Ama o kişi sporumuzun televizyonda yayınlandığı görür ve merak ederse, araştırıp bulur. Sporun kitlelere ulaşmasında yıldız bireylerin rolü çok önemli. Örneğin Oscar ödüllü Free Solo belgeseliyle şöhretini arttıran Alex Honnold var. Ondan önce Tommy Caldwell ile Kevin Jorgerson’ın Dawn Wall çıkışı çok ünlüydü. İşte bu tür film, dünya şampiyonası ve olimpiyat oyunları gibi imkânlar sporu kitlelere ulaştırıyor.
Eurosport’ta yorumladığınız, 2018 Dünya Tırmanış Şampiyonası yayınını soracağım… Nasıl bir deneyimdi sizin için?
Çok keyifli bir deneyimdi açıkcası. Ne kadar faydalı olduğunu ölçmek veya anlamak pek mümkün değil ama bizim için de sürpriz oldu. Açıkçası Eurosport’un şampiyonayı yayınlayacağını bilmiyordum. Oysa ki düzenli olarak bisiklet yarışlarını ve Socrates ekibini de takip eden biriyim ama haberim olmadı. Televizyonda denk geldiğimde de sunumu yapan arkadaşın belli bir bilgisinin olduğunu; fakat bazı noktalarda eksik kaldığını gördüm. Tırmanışın içinde olmadığı için bu çok normaldi. Aklıma onlara ulaşmak geldi, Caner Eler’e yazdım ve sağ olsun o da cevap verdi. Kırmadılar, hatta çok iyi olacağını söylediler. Ben de yayınlara katılıp elimden geldiğince yorum yapmaya çalıştım.
Türkiye’deki tırmanışın sporunun geleceği için bir adım atmak istesek, bunu nasıl yapmalıyız?
Gençlerimizin mümkün olduğunca uluslararası düzeyde tecrübe sahibi olmasını sağlamak, atabileceğimiz en somut adımlardan birisi. Bunun illa Dünya Kupası yarışmalarıyla olacağını düşünmüyorum. Çünkü henüz o seviyede olmayan, ama ülkemiz düzeyinde güçlü tırmanıcılarımızı demoralize edebiliyor Dünya Kupası mücadeleleri. Gençlere yurt dışında daha küçük çapta organizasyonlarla tecrübe kazandırılması gerekiyor. İlk önce Ay’a, sonra Mars’a göndermeli çocukları… Direk Mars’a gönderirsek onlara haksızlık yapmış oluruz. Ayrıca İstanbul ve Antalya gibi seyirci potansiyeli yüksek şehirlerde düzenlenecek uluslararası düzeyde yarışmalar da Türkiye’deki tırmanış sporu açısından bir dönüm noktası olabilir. Ama şunu söylemeliyim ki, hem Türk tırmanışı hem de bizler emekleme evresindeyiz ve bir bebek tek başına büyüyemez. Mutlaka ebeveynlerin ve büyüklerin yardımı gerekli. Şu an bize yardım edecek kimse yok. Yani biraz zaman alacak…