“Ali herkesin onu sevmesini isterdi. Kim olursanız olun kendinizi dünyanın en iyisi gibi hissetmenizi sağlardı” –George Foreman
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük boksörü, hatta birçoklarına göre en büyük sporcusu olarak kabul edilen Muhammed Ali yaşasaydı, bugün 77 yaşında olacaktı. En iyi iddiası, oldukça öznel bir değerlendirme ve bu konuda tek bir kişi üzerinde fikir birliğine varmak hiç kolay değil. Boks camiasında otorite olarak kabul gören Ring Dergisi’nin yaptığı sıralamaya göre tarihin en iyi boksörü yarışında Sugar Ray Robinson, Ali’nin önünde ilk sırada yer alıyor. Boks tarihçisi Bert Sugar da Sugar Ray Robinson, Jack Dempsey ve Joe Louis gibi boksörleri Ali’nin önüne yazıyor. Bert Sugar “İlk 100 Boksör” kitabını çıkardığında kitap Ali’nin de dikkatini çekiyor ve soruyor “Neden birinci ben değilim?”. Ali bu çıkışıyla sorguluyor, kabullenmiyor ve kendine güveniyor. Onu diğerlerinden farklı kılan, onu en büyük yapan özelliklerini tek bir soruda birleştiriyor. ‘En iyi’ tartışılabilir ama ‘en büyük’ benim diyor.
Cassius Marcellus Clay ne kadar da güzel bir isim değil mi? Tıpkı Romalı gladyatörler gibi… Günümüze, on yıl ya da yüz yıl öncesine ait değil, zamanın ötesinde bir isim. Normal bir insana verilemeyecek kadar efsanevi, söylenişi akıldan çıkmayacak ahenk içinde ve kulağa James Brown şarkısı kadar hoş geliyor. 17 Ocak 1942’de Louisville’de dünyaya gelen çocuğa bu isim verilirken bütün bunlar düşünüldü mü bilmiyorum ama aynı çocuğun bu ismi 22 yaşında değiştirecek olması muhtemelen ebeveynlerinin aklından bile geçmemiştir. Aynı çocuğun 18 yaşına geldiğinde Roma’da Olimpiyat altınını boynuna takması, 22 yaşında dünya ağır sıklet şampiyonu olması, üç kez profesyonel dünya şampiyonluk kemeri kazanması ve Vietnam savaşına gitmeyi reddedip savaş kaçığı konumuna düşmesi de muhtemelen düşünülmemişti. Bir sporu tüm dünyada popüler hale getiren kişi olması ya da ABD’li bir Müslüman olarak Güney Kutbundaki penguenlerden, Kuzey Buz Denizi’ndeki balinalara kadar herkesin tanıdığı bir adam olması da çok olası gözükmüyordu.
Peki tek bir adam bütün bunları nasıl başardı? Louisville’de lakabı “çene” olan, medyada rakiplerini en ağır sözlerle eleştiren, bir dönem herkesin antipatisini kazanan bu adam nasıl oldu da herkesin idolü haline geldi? En zorunu en sona sakladım. İnsanların kaybedişini görmek için maçına gittiği şımarık çocuk, nasıl oldu da herkes tarafından sevilen, tüm dünyanın desteklediği ve sonunda güzel hatırlanan biri haline geldi?
Ali bir aziz değildi. Olimpiyat madalyasını Ohio nehrine atmadı. Evet, sırf siyahî olduğu için restorana alınmadığı doğru ama sokakta yürürken bile taktığı, uyurken bile boynundan çıkarmadığı altın madalyasını nehre attığı yanlış; madalyayı kaybetmişti. Harika bir babaydı ama harika bir eş olduğu konusu tartışmalı, ikinci eşi Belinda’ya sadık kalmadığı bir gerçekti. Olağanüstü bir hatipti, şiir yazardı, şarkı söylerdi, medyanın sevgilisiydi, bir ikondu ama en büyük rakipleri Fraizer ve Foreman’a söyledikleri pek hoş değildi; ailelerini incitecek kadar ağır konuşuyordu. Bugün Müslümanların imajına yaptığı katkı inkâr edilemez, Müslümanlık için yaptıklarını ne imaj, ne reklam, ne de farklı bir çıkar için yaptı; İslam adına her söylediğini içinden gelerek, tutkuyla, hissederek uyguladı. Fakat Malcolm X ile ayrıldığı noktada Elijah Muhammed ile işbirliği tartışmalıydı. Hâlbuki henüz Liston’ı yenmeden önce Malcolm X, Elijah Muhammed’e “Kimseyi temsil etmeden sadece şahsım adına Cassius Clay’i desteklemeye gideceğim” demişti. Elijah’ın cevabı ise şöyle oldu; “ Evet gidecek olursan şahsın adına gidersin asla bizi temsil etmiş olmazsın, çünkü Casius Clay’in bu maçı alması imkânsız”. Ona koşulsuz inanan Malcolm’du Elijah değildi.
Ali’nin bugün bile insanların idolü olmasını sağlayan o kadar çok olay, hikâye var ki hangisinden başlasam bilemiyorum. Ringde ne kadar iyi olduğu herkesin malumu, ring dışında da en az kroşeleri kadar etkili, ayak hareketleri kadar şahane bir insandı.
Dönemin spor yazarı Harry Markson aktarıyor: “Bonavena karşılaşmasından önceydi. Maç New York Madison Square Garden’daydı. Kilolar ölçüldü. Ali parkenin üzerinde dolaşırken aynı zamanda bir basketbol takımı da bir potada antrenman yapıyordu. Basketbolculardan birisi topu logodaki Ali’ye fırlattı. Ali de topu birkaç kez sektirip orta sahadan potaya fırlattı. Top fileden geçerek basket oldu.” İşte Ali böyle birisiydi, imkânsızı denerdi ve söz konusu Ali’yse hiçbir şey imkânsız değildi. Bir şekilde insanları eğlendirmeyi başarırdı.
Sağda solda şarkıcılık yapan sıradan bir adam olan Ralph Thornton Ali ile Miami’de tanıştı. O gün otel odasının parasını Ali’ye ödetmeyen tek kişiydi. Ali’yle ikinci karşılaşmasında beş parasız ve işsizdi. Üstü başı perişandı. Ali de durumu anlamıştı. Bugünlerde ne yapıyorsun diye sordu. ”Seni hatırlıyorum sen otel ücretini ödeyen tek kişisin neden benimle çalışmıyorsun” dedi. Ralph o günden sonra Deer Lake’e (Ali’nin kamp yaptığı yer) gitti. Aslında yapılacak bir şey yoktu. Ali Ralph’i görünce “kendine bir iş” bul dedi. Ralph yerleri süpürdü, kampı temiz tuttu. Kendi başına asla gidemeyeceği ülkelere gitti. Birinci sınıfta uçtu. Ali ona ailesinden birisinin yapmayacağı iyilikleri yaptı.
‘Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım’ sözünün sahibi Bundini şöyle anlatıyor: ”Ali’nin etrafında unvanlar olmazdı. Muhammed’in kameralar olmadan kaç kez hastanelere gittiğini anlatamam. Hastanede bir gün yaşlı bir adam onu karşıladığında Aman Tanrım Joe Louis gelmiş” dedi. Ali bozuntuya vermeden Joe Louis rolü yaptı.
Ali herkesi severdi. Kampı herkese açıktı. Bugün bir futbol yıldızına yaklaşmayı deneyin. Koruma ordusu etrafınızı saracaktır. Bir gün kamp bahçesinde bir ip gerildiğini gördü. Khalilah, bu ipi hayranları kampa çok yaklaşmasın, Ali rahatsız olmasın diye çekmişti. İnsanlar ipin arkasından el sallıyordu. Ali dışarı çıkıp ipi görünce “ipi kaldır ve bir daha asla germe” dedi. İnsanlardan rahatsız olmuyordu aksine onları seviyordu. Ralph Thornton kamp günlüklerinden bir anıda şunları anlatıyor. “Kendilerini kontrol edemeyen çocukları kampa getirmişti. Galiba çocuklar beyin felçliydi. Konuşamıyorlardı. Ali antrenmanı yarıda kesti. Ringden indi. Çocuklara tek tek sarıldı. Çocuklar beni öpmeye kalksa muhtemelen geri çekilirdim ama Ali onların tükürüklerini suratına bulaştırmalarına ses etmedi. Çocuklar da mutlu olmuştu; gülüyor onun tarafından öpülmeyi bekliyorlardı. O çocukların Ali’yi ne kadar sevdiklerini gözlerinden okuyabiliyordunuz.”
Ali insanları seviyordu. Daha da ötesi insanların da onu sevmesini istiyordu. Ali’nin güvenlik sorumlusu Pat Peterson Ali’nin güvenliği ile ilgili yaşadığı en büyük sorunun şampiyonun sürekli halkla iç içe olma isteği olduğunu ifade ediyordu. Bazen New York’ta iki cadde arasında arabadan iner ve ne kadar büyük bir kalabalığın toplanacağını görmek için beklerdi. Gerçekten de büyük bir kalabalık oluşurdu ve insanlar ona dokunur, öperdi. Ali böyleydi.
Spor yazarı Mike Katz’ın dediğine göre etrafında kimse olmadığında bir kedinin ilgisini çekmeye çalışırdı. Medyaya istediğini verirdi. Basını düşmanı olarak görmüyordu. Ali yerel bir liseden okul gazetesi için gelen bir çocuğa New York Times muhabirine ayırdığı zamanın aynısını ayırıyordu. Medyanın her zaman erişebildiği bir adamdı.
Bunun yanında Ali’nin etrafında çok fazla parazit vardı. İhtiyacı olsun olmasın herkesi yanına alıyor onlara iş veriyordu. Bir kişi ise onun gerçek dostuydu. Fotoğrafçı Howard Bingham Ali’yi sömürmeyen onu gerçekten seven insanlardan biriydi. Bundini Ali’yi sevmiyordu demiyorum, çok seviyordu ama sevdiği kadar sömürüyordu da. Ali’nin kemerini yok pahasına satan Bundini’nin ta kendisiydi. Bingham diğerlerinden farklıydı o yüzden de Ali’nin hep yanındaydı. Ali Fraizer’ı Manila’da yendikten sonra en yakın arkadaşı Howard Bingham ile televizyon seyrediyordu. Haberde Yahudi halkevindeki zorlu yaşam koşullarını gördü. Ertesi sabah oraya gitti. Yüz bin dolarlık bir çek imzalayıp verdi. Yaşlıların yeri onda ayrıydı.
Ken Norton Ali’nin çenesini kıran adam olarak tarihe geçti. 1985 yılında bir trafik kazasında sağ tarafını hareket ettiremeyecek duruma geldi ve kafatası çatladı. Kaza sonrası hafızasında pek bir şey yoktu. Tek hatırladığı kazanın ardından ilk ziyaretçilerinden birisinin Ali olduğuydu. “Kafamı kaldırdığımda Ali’yi gördüm. Bana ucuz sihirbazlık numaraları yapıyordu. Mendili kaybediyor, uçuyor numarası çekiyordu. Kendi kendime eğer bir bayat numara daha yaparsa kalkıp onu pataklayacağım dedim” Mesele sihirbazlık değildi. Ali oradaydı ve Norton’a yardımcı olmuştu. Norton da iyileştiğinde “Ali’nin çenesini kıran adam değil onun dostu olarak hatırlanmak beni daha mutlu eder” demişti.
Llyod Wells’in anlattığına göre Ali Haiti’de arabayı durdurup yaşlı bir kadına bir avuç dolusu para vermişti. Wells çok atletle dolaştım çoğu cömertti ama hiçbirisi Ali kadar değildi diyor. Ailesine kaç defa on bin dolarlık çekler yazdığını bilmiyor ve şunu ekliyor “Eğer birisi Ali’nin içini açıp bakabilseydi kalbinin saf altından yapılmış olduğunu görürdü. Balkondan atlayan adam hikâyesini herkes duymuştur. Ali yukarı çıkar ve adamı ikna eder. Ama asıl mesele sonrası. Ali adama bir gelecek kurabilmesi için ev ve kıyafetler aldı. Bu iş için on sekiz bin dolar para harcadı.
Benim en sevdiğim Ali iyiliği ise sporla iç içe olan Chris Finnegan hikâyesidir. Ali Richard Dunn ile dövüştüğü zaman bir gözünü kaybeden İngiliz boksör Finnegan için bir yardım yemeği düzenleniyordu. Geceyi düzenleyen Mickey Duff Ali’den maç sonunda eldivenlerini istedi. Açık artırmada satarak Finnegan’a iyi bir para vermeyi amaçlıyordu. Ali teklifi kabul etti. Dunn’ı beşinci rauntta nakavt etti. Duff, Ali belki sözünü unutmuştur diyerek eldivenler için ringe atladı. Antrenör Angelo Dundee eldivenleri çıkartıp uzattı. Duff dönüp giderken omzuna biri dokundu; Ali’ydi. “Eldivenlerin içine bak” dedi. Duff bu hikâyeyi anlatırken tam burada durarak olayın gerçek olduğuna yemin ediyor. Eldivenlerin içine baktı. Birisinde “Ali Kazandı” diğerinde ise “Nakavt, Beşinci Raunt” yazıyordu. Ali o zamanlar artık maç sonuçlarını önceden tahmin etmiyordu ama Finnegan için özel bir iyilik yapmıştı.
Ali’nin altın kalbi anlatmakla bitmiyor ama her hikâyesi ayrı güzel. Bir ödül töreninde NBA şampiyonlarına verilen şu pahalı yüzüklerin benzeri Ali’ye takdim edildi. Sahneden inip yerine geçerken tekerlikli sandalyede küçük bir kızın fotoğraf çekilme ricasını kırmadı. Fotoğrafı çekildikten sonra az önce hediye edilen, binlerce dolar değerindeki yüzük kızın parmağındaydı.
Ali’nin bir derdi vardı. Yönetmen Ahmet Uluçay “Derdi olmayan adamın sinemayla işi olmaz. Derdin olacak, sıkıntın olacak. Bir karın ağrın olacak” demişti. Ali’nin derdi insanlara faydalı olmaktı. Bir kişinin tüm dünyayı değiştiremeyeceği açıktı ama Ali bunu denedi ve bence başarısız olmadı.
Not: Hikâyeler konusunda David Remnick, Norman Mailer ve Thomas Hauser’in kitaplarından faydalandım. Daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız bu muhteşem eserleri okumanızı tavsiye ederim.