İzmir şehri birçok konuda biçare, görmezden gelinmeye alışmış insanlara ev sahipliği yapar. Görmezden gelinmenin akabinde çekilen cefalar, bize iki farklı fotoğraf sunar. Dışarıdan bakıldığında güneşli bir hava ve sonsuz bir maviliğin sınırlarını çizen körfezi görmek mümkündür. Ancak ikinci fotoğraf için biraz gözleme ihtiyacınız vardır: Büyük kalabalıkların içinde fısıldanan “artık bizi görmezden gelmeyin” çığlıkları.
Şehre gelişimin üzerinden yaklaşık beş ay geçti. Okul ve ev arasındaki uzun mesafe gereği günün farklı saatlerinde ikişer kez otobüs ve metro kullanıyorum. İstanbul’dan farklı olarak bu uzun mesafeyi genelde kitap okumaya ve insanları gözlemlemeye ayırıyorum. Benim gibi okula gidenleri, işe yetişmeye çalışanları yahut ne yaptığını çözemediğim o ‘sıradan insanları’ görmem mümkün oluyor. Bahsettiğim ikinci resim de tam olarak bu anlarda çekiliyor.
Futbol ile yaşayan insanlar, yeni bir yere gittiklerinde yahut bir film izlediklerinde ufaktan da olsa futbola dair bir şeyler gördükleri zaman adı konamayan bir yakınlık hissedebilirler: Uzaklarda bir duvara çizilmiş Cruz Azul amblemi, soğuk bir havada takılan Beşiktaş beresi ya da arabanın dikiz aynasına asılmış bir River Plate süsü. İzmir’e geldikten sonra bu olguları en iyi şekilde yaşamaya çalıştım ve henüz şehirde yeni olmama karşın kendimi hiç yabancı hissetmiyorum. Bir pazar sabahı erkenden kalkıp Altay’ı izlemek için Atatürk Stadı’na gitmeye karar vermem de biraz bu hissiyattan olsa gerek.
[mailerlite_form form_id=2]
Aralık ayının üçüncü pazarında kendimi evden dışarı attığımda fazlasıyla soğuk bir hava ile karşılaştım. Söz konusu İzmir olunca soğuk kavramı sizi fazlasıyla ters köşeye düşürebiliyor. Ben de durumu hızlıca kabullenip gece saatlerinde yağan yağmurun ayak izlerine basarak otobüse bindim ve ihtiyacım olan bir parça sıcak hava ile tanıştım. Birkaç gün önce başladığım Gabriel Garcia Marquez’in On İki Gezici Öykü’sünü elime aldım ancak zihnim pek meşguldü. Ben de maçı düşünmeye başladım. Öncelikle aklıma gelen görüntüler fazlasıyla buğuluydu. Çünkü daha önce Atatürk Stadı’na gitmemiştim. Akabinde ise bu tarihi stadyum hakkında duyduklarım geldi aklıma: “Berlin Duvarı yıkıldığı zaman, Atatürk Stadı da yıkılmalıydı.”
Bu sözler Altınordu Başkanı Seyit Mehmet Özkan’a aitti. 9 Eylül 2017’de İzmir’de üç stadın birden temel atma töreni yapılırken, biz çok uzaklarda, Altınordu’nun Kuşadası tesislerindeki röportaj esnasında söylemişti bu sözü. O gün temeli atılan üç stadın ikisinin yapımı hâlâ sürüyor, biri ise daha bitmeden iptal oldu. İzmir’e dair pek çok şeyde olduğu gibi.
Otobüsten indiğimde maça yaklaşık iki saat vardı, yine de gözlerim siyah-beyaz giyinmiş insanları aradı. Stadyum çevresine biraz olsun erken gidip taraftarla konuşmak için doğruca metroya bindim. Yine çevreme bakındım ama bırakın formayı, atkı takan bir Altay taraftarı dahi gözükmüyordu. Hava yağmurlu ve soğuk, birçokları için pazar gününün ilk saatleriydi, normal karşıladım. İlk kez o sırada karşımda oturan genç adamın tişörtü ilişti gözüme. Telefonuna baktığı için beni fark etmedi ve onu uzun bir süre gözlemleme şansı buldum. Kulübün içinde olduğu durumun vücut bulmuş hâli gibiydi: Sessiz, biçare ve yorgun düşmüş.
İzmir’in futbol kulüpleri köklü bir geçmişe sahip. Osmanlı İmparatorluğu zamanında kurulan Karşıyaka ve Altay, Cumhuriyet ile yaşıt İzmirspor ve Altınordu, Cumhuriyetten hemen sonra kurulan Göztepe ve Bucaspor. Şehrin büyük bir kısmı Göztepe’yi tutuyor olabilir, ancak her takım kendine has bir taraftar topluluğuna sahip. İşte tam da bu noktada aklıma gelen soru şuydu: Bu taraftarlar neden onlarca yıldır evlerinden uzaktalar, neden sürekli yollardalar?
Bu sorunun en bilinen cevaplarından bir tanesi sportif başarısızlık olabilir. Yıllar yılı üst ligden uzak kalan, dahası amatöre düşme korkusu yaşayan İzmir takımları, genel geçer bakış açısına göre hiçbir zaman bir stadyumu bile hak etmedi. Geçtiğimiz sezon Göztepe’nin zirve lige geri dönüşü, Altınordu’nun Birinci Lig’de kalıcı olmaya başlaması ve bu sezon Altay’ın Altınordu’ya eşlik etmesiyle birlikte “belki bir şeyler değişir” hissiyatı alevlenmeye başladı. Bir diğer tarafta ise stadyumunun inşaatı duran, dehşet bir borç batağında olan Karşıyaka, amatöre düşmemek için çırpınan bir başka borçlu takım Bucaspor ve artık adını daha çok metro durağı olarak duyduğumuz yılların İzmirspor’u mevcut. Söz konusu İzmir olunca madalyonun karanlık bir tarafı her zaman vardır.
Tüm bu düşünce kalabalığının sislerini temizleyip Halkapınar durağında indim. Metroda karşımda oturan genç adamı takip ederek yavaş yavaş stada doğru salınmaya başladım. Devasa yağmur birikintilerinin izin vermemesi sonrası yolu biraz uzatmamız gerekti. Taraftarla konuşmak, bu maçtan bağımsız olarak neler hissettiklerini öğrenmek istiyordum. Stada birlikte yürüdüğüm genç adamı düşünürsem elime bir fırsat geçmişti ancak o, bir elinde telefonu, diğer elinde sigarası ile fazlasıyla meşgul bir izlenim bırakmıştı. Ümidimi yitirmeden ve daha önemlisi çarpık yoldaki çukurlara basmadan yürümeyi sürdürdüm. İşte o sırada aradığımı buldum: Otoparkın kaldırıma meyil ettiği yerde arabalarını park etmiş, sigara ve biranın sonsuz birlikteliği ile laflayan dört kişi vardı.
Kırklı yaşlarında olduklarını düşündüğüm dört adam, Altay atkılarının sıcaklığına sığınmış bir hâlde konuşuyorlardı. Usulca yanlarına doğru süzüldüm, kendimi tanıttım. Ne yaptığımı ve ne yapmak istediğimi anlatmak için iki cümle kullanmam yeterli olmuştu. Aldığım cevap, rahatlık hissiyatını da beraberinde getirmişti: “Doğru yere geldin. Söyle bakalım, anlatmaya nereden başlayalım?”
İlk sorum Yeni Alsancak Stadı ile ilgiliydi. Eve ne zaman döneceklerini ve evden uzakta geçen zamanı sordum.
“Mevcut ekonomik şartlar gereği o işler biraz yavaşlayacak gibi gözüküyor. Göztepe de aynı akıbete uğrayabilir. Güya bu yılın sonunda, aralık ayında stat bitecek, ikinci yarıda orada oynayacaktık ama görüyoruz ki daha vakti var. İnşaat parasızlıktan öylece duruyorken kimse inşaat bitsin diye cebinden para çıkartıp vermez, veremez de.”
İkinci sorum iki sezonda yaşanan iki şampiyonluğa dairdi. Ayrıca başkan ve yönetim hakkında ne düşündüklerini de merak ediyordum.
“Yorum yok… (gülüşmeler) Yorum yok. Biraz politik konuşmamız gerekecek. Maalesef endüstriyel futbolun içindeyiz, başkanı da böyle değerlendirmemiz gerekir. O da bu işin bir parçası, sonuçta iş adamı. Gözlemlediğimiz kadarıyla da işine pek hakim değil, bu yüzden çok bariz hatalar yapıyor. Hele bir de taraftarla ters düşmek. Taraftarlar dünyanın her yerinde kulüplerin gerçek sahipleridir. Eğer onlarla ters düşersen olan sana olur ve tabii ki kulübe olur. Biz Buca’da Pazaryeri’nde de maç izledik, Menemen’e de gittik. Biz yine de saygısızlık yapmayız, önümüzü ilikleriz. Sonuç olarak Altay’ın başkanıdır. Ama olayın özüne dönersek kimse burada emek harcamış, yıllarını vermiş, çocuğuna Altay ismini vermiş insanları ayıramaz. Sen oğlunu polise şikâyet eder misin? E bu adam tribün liderini polise şikâyet ediyor. Çok çok basit bir hata. Ya fazla acemi ya da kendini çok büyük görüyor. Biz neler gördük neler. Ya bu taraftar Mustafa Denizli’yi buraya sokmuyor, sen kimsin ya? İnsanın öz eleştiri yapması gerek. ‘İki sezonda iki şampiyonluk kazandım, bu insanlar bana neden bağırıyor?’ demesi lazım. Her şeyi geç ‘Beni neden sevmiyorlar?’ demesi lazım. En bitik zamanda iki şampiyonluk almışsın, başka yerde heykelini dikerler. Bir sorgula kendini. Genç, öğrenecektir. Ha, eğer bizler-sizler diye bir ayrım varsa biz bu kulübüz, siz dışarıdaki insanlarsınız.”
Bir sonraki sorum İzmir kulüplerinin son yıllardaki çıkışı hakkındaydı. Göztepe bu konuda en somut örneğe sahipti ve onlara Göztepe’deki taraftar-başkan ilişkisinin kendileri ile arasındaki farkı sordum.
“Evet, Altaylı değil çünkü. En azından camiadan değil, taraftar değil. Başkan olmanın birçok avantajı var. Sen şimdi Beşiktaş’la, Fenerbahçe’yle maç oynadığın zaman Ali Koç’la yan yana maç izleyeceksin. Rahatlıkla milletvekilinden, validen randevu alabilirsin. Türkiye gibi ülkelerde nüfuz olarak başbakandan sonra kulüp başkanı veya TFF başkanı gelir. Ayrıca İzmir gibi parlayan bir şehirdesin. Kuvvetle muhtemel ki İzmir en parlayan şehirlerden biri olacak önümüzdeki dönemde. Dediğim gibi belediye başkanından randevu alabilirisin, telefonu kaldırdığında istediğin herkesle görüşebilirsin. Bunu da istiyorsan vizyon sahibi olacaksın. O da siz-biz diye olmaz. İnsanın olayı nedir, karşısındakiyle iletişim kurmaktır. Buraya gelen iki bin kişinin içinde çok nitelikli insanlar var. Herkese çapulcu gözüyle bakamazsın. Tabii ki her söylenen yapılsın demiyoruz ama bu insanları dinlemeleri gerek. İşin en güzel tarafı, bizim bu cefayı isteyerek çekmemiz. Bak bu yağmurda çoluğumuzu çocuğumuzu bırakıp geliyoruz, o yüzden biz her zaman avantajlıyız. Menfaat karşılığı yapmıyoruz. En kötü zamanlarda, üçüncü ligde amatöre düşmemeye oynarken Buca’da Pazaryeri’nde cebimizden para verdik maç başı ödensin diye. Bunu sürekli yaptık, bir kez olsun şikâyet etmedik. O günler daha güzeldi, ben o Altay takımıyla daha çok gurur duyuyorum.”
Gidişat nereye gidiyor diye düşündüm. Sportif açıdan ne beklediklerini, takımı beğenip beğenmediklerini sordum.
“Beğenmiyorum. Play-off diyenler var, ben düşmemeye razıyım. Orta saha bu ligin orta sahası değil. Hazır olmayan adamlar alındı. Bizim için önemli olan formanın ıslanması. Bugün de yenilelim, hatta beş yiyelim. Yeter ki forma ıslansın. Zaten sportif başarı için buraya gelen adam Altay’ı tutmaz ki bilader! Niye tutsun? Galatasaraylı olur, Fenerbahçeli olur. Ya biz otuz sene Süper Lig’de düşmemeye oynadık. Otuz sene, otuz sene! Hâlâ bak burada bu insanlar… Hadi gidip bira alalım.”
Tatmin olmuşluğun verdiği haz, keyifli bir sohbetin bitmiş olmasının verdiği garip bir burukluk ile yoluma devam ettim. Sohbet havasında geçen röportaj yaklaşık on beş dakika kadar sürmüş olsa gerekti. Maçın havasına girdiğimi büsbütün hissedebiliyordum. Altay formalı bir baba-oğul ile kapılara doğru yürümeyi sürdürdüm. Küçük çaplı mücadelelerin ardından kapıdan içeri girdim, kafamı olabildiğince yukarı kaldırdım ve yağmur damlalarının ıslattığı gözlerimi büyüleyen görkemli yapıyı gördüm: İzmir Atatürk Stadyumu. Kalabalığa doğru adımlarımı sıklaştırdım. Basın tribünü girişinden akreditasyon kartımı ve esame listesini alıp beni cılız bir ışık kümesine götürecek olan merdivenleri çıktım. Dediğim gibi, stadı tanımlamak için tek kelime yetiyordu: Görkemli. Basın tribünü hemen hemen boş sayılırdı. Orta sıralarda bir koltuğu gözüme kestirdim ama sonrasında biraz pişman oldum, devasa basamakları çıkarken fazlasıyla yorulmuştum. Tozlu brandayı kaldırıp kırmızı koltuğa yaslandığımda iki takımın oyuncuları oldukça gürültülü bir şarkı eşliğinde ısınmaya başlamıştı bile.
“Yeter artık! Altay sizin arka bahçeniz değil!” Kafamı sol tarafa çevirdim ve protokol tribününe doğru bağıran taraftarı gördüm. Bütün tribün susmuş, sahadaki oyuncular dışında belki herkes ona bakıyordu. O sırada tekrardan başımı sahaya döndüm ve gözlerim zamanı durdurup ‘o ânın’ fotoğrafını çekti: Osmanlıspor’un golü, duran topta Burhan Eşer’in kafasıyla hayat bulmuştu. Akabinde yaşananlar ve yaşanacaklar ise pekâlâ bilinen bir hikâyenin en çok tekrarlanmış sahnesiydi: Bir parça cenaze evi, bir parça ölüm sessizliği; en çok da yağmurun giderek artan sesi.
Basın toplantısından çıktığımda taraftarın hissettiklerini anlamaya başlıyordum. Yıllar boyunca görmezden gelinmiş, Altay’dan başka hiçbir şeyi olmayan insanların hikâyesiydi bu. Daha kötüsü de sahte farkındalıkların sonucunda ortaya çıkan bu gri anlardı. Altay 104 yıllık tarihi boyunca bembeyaz zamanlar da geçirdi, simsiyah günleri de oldu. Lakin bu gri belirsizlik başka bir sıkıntıydı. Acı çekmek sıkıntı değildi elbet ama neyin acısını çektiğini bilememek kahrediyordu insanı.
Bu düşüncelerin somutlaşması için sessiz bir yürüyüşe ihtiyacım vardı ve stat ile metro arasındaki mesafe gayet yeterliydi. Öte yandan dışarıda dehşet bir yağmur vardı. Islanmaktan değil, rahat düşünememekten korkuyordum. Bir karar vermem gerektiğinde sessizce etrafıma bakar ve insanların zihinlerindeki karmaşadan kendime bir cevap çıkarmaya çalışırım. Ben de yağmurluğumun kapüşonunu taktım, sırtımı basın girişinin siyah kapısına yasladım ve düşüncelere daldım.