Bu röportaj ilk olarak Socrates Dergi’nin Kasım 2017 sayısında yayımlanmıştı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Çekoslovakya, Doğu Avrupa’nın önemli futbol kültürlerinden birine sahipti. Ama Yugoslavya ya da SSCB gibi, Avrupa’da başarılar kazanan kulüp takımları çıkaramadı. Sebebi neydi sizce?
Nedeni, Batı dünyasıyla aramızdaki iletişim eksikliğiydi. Çekoslovakya futbolunun seviyesi oralarda bilinmiyordu, kimsenin umurunda da değildi. Kulüplerimizi tanıyan yoktu. Büyük takımlarımızın sahip olduğu imkânlar da Batılı takımlarla kıyaslanamayacak kadar kötüydü. Yine de Slovan Bratislava, Dukla Prag ve Bohemians’ın zaman zaman da olsa başarılı sonuçlar elde ettiğini söylemek zorundayım. Ayrıca hem Tito döneminde Yugoslav takımlarına hem de Sovyetlerde özellikle Dinamo Kiev’e verilen müthiş bir devlet desteği vardı. Bizse burada benzer bir katkıyı ne o zaman gördük ne de şimdi görüyoruz. Sovyetlerin nüfusu da bizden fazlaydı ve ligimize neredeyse hiç yabancı oyuncu gelmezdi, bu da çok daha dar bir oyuncu havuzuyla başarılı olmaya çalışmak demekti.
Kulüplerde kupa sahibi olamasanız da milli takım düzeyinde turnuvalara her zaman renk kattınız. Mesela Yugoslavya da bunu hiçbir zaman başaramadı. Bir araya gelince kolay uyum sağlayan bir yapı mı vardı?
Adaptasyondan çok, oyuncuların yaklaşımından kaynaklanıyordu bu. Şimdinin aksine, milli takıma davet edilen herkes bunu büyük bir onur ve kariyerlerinde elde edebilecekleri en büyük ödül olarak görüyordu. Bugün durum farklı; bizim zamanımızda herhangi bir oyuncunun yorgunluktan ya da yoğunluktan dolayı milli takıma gitmeyi reddettiğini hatırlamıyorum ama şimdi böyle bir moda var.
1976’daki takım; Ivo Viktor, Anton Ondrus, Zdenek Nehoda gibi özel oyunculara sahipti. Sizde en çok iz bırakan takım arkadaşınız hangisi?
Buna cevap vermek çok kolay; ne zaman geriye dönüp o oyuncuları düşünsem, Karol Dobias her defasında aralarında en iyileri olarak öne çıkıyor. İki yıl boyunca Bohemians’ta onunla birlikte oynama şansına eriştim ve bundan dolayı çok mutluyum. Çok iyi iki arkadaşız ve bugünlerde de birlikte zaman geçirmeye devam ediyoruz. Ancak takımın tamamının çok iyi oyunculardan kurulu olduğunu da söylemem gerek. Teknik heyet, her pozisyon için ideal isimleri seçmişti; savaşçılar, sert oyuncular, hava toplarında etkili olanlar, saha içi liderler, bitiriciler… Takım ideal biçimde bir araya getirilmişti ve birlikte çok iyi işliyordu. Üst üste 18 maçı namağlup geçmek tesadüf olamaz.
1976’daki Avrupa Şampiyonası, finaliyle ve hâliyle meşhur penaltınızla hatırlanıyor. Ama yarı finaldeki Hollanda maçı da çok enteresan. Yoğun bir yağış, zor saha şartları ve Johan Cruyff… O güne dair aklınızda kalanlar neler?
Şampiyonaya favorilerden biri olarak gitmedik, kimse bizimle ilgilenmedi. Turnuvadaki en kapalı takımdık. Hollanda ise belki sadece Avrupa’nın değil, dünyanın en iyi takımına sahipti. Bu da bizim lehimizeydi; çünkü sahadan hezimetle ayrılmamak için daha fazla konsantre olduk. Ne yalan söyleyeyim, korkuyorduk. Aynı kadroyla iki yıldır birlikte oynuyor oluşumuzdan ya da üst üste 16 maçlık yenilmezliğimizden bahseden yoktu. Herkes Hollanda’yı konuşuyordu ve onlar da bizi hafife almıştı. Kolay bir maç olacağını, üç gol atıp kazanacaklarını düşünüyorlardı. Bu yaklaşım da onlar için kötü bir sonuç doğurdu.
Almanya ile oynadığınız final, aslında Almanya’nın yer aldığı klasik bir finale sahne oluyor; siz 2-0 öne geçiyorsunuz, sonra onlar beraberliği yakalayıp maçı uzatıyorlar… Almanya için bu bir ritüel gibi. Sahada onlara karşı oynamış biri olarak, o duyguyu nasıl anlatırsınız? Almanya’ya karşı oynarken “Kaç gol atarsak atalım, bizi yakalayacaklar” korkusu olur mu rakip takımlarda?
Finalde yine benzer bir tablo vardı, favori taraf Almanya’ydı. Bizse psikolojik açıdan rahattık, zira finale çıktığımız için hâlihazırda insanların gözünde kahramandık. Final bizim adımıza mutlu sonla bitsin ya da bitmesin, ülkemizde şampiyon gibi karşılanacaktık. Maça da bu bilinçle çıktık. Diğer tarafın durumu ise farklıydı, herkes onlardan kazanmalarını bekliyordu. Bu beklenti de onlarda baskı yaratıyordu. Almanya, yarı finalde Yugoslavya karşısında 2-0’dan dönüp 4-2 kazanmıştı. Biz de finalde 2-0 öne geçtik ama farkındaydık; son dakikaya kadar pes etmeyeceklerdi. Etmediler de… Son dakikada eşitliği sağladılar. Ama sonra, şans bizim yanımızdaydı.
Biraz da o ânı konuşalım… Maç seri penaltılara gittiği anda, aklınızda o vuruşu yapmak var mıydı?
İki ay öncesinden beri vardı… Şov yapıyormuş gibi görünmek istemem ama bu doğru… O penaltı atışlarının gelebileceğini biliyordum. Mesela yarı finalde Hollanda’yı yenebileceğimize inanmıyordum ama belki şansla da olsa penaltılara taşıyabiliriz diye umuyordum. O penaltım, yarı final için bile hazırdı yani. Ama kaderim Almanya maçı için yazılmıştı. Teknik ekibe de son penaltıyı kullanmak istediğimi söylemiştim. Bunu neden yaptım bilmiyorum. Güzel bir son nokta oldu. Turnuvadan önceki iki yılda aynı penaltıyı 12 kez daha kullanıp gol yapmıştım. Ama Batı Avrupalılar o zamanlar Çek Ligi’ni takip etmiyordu, en azından Alman kanallarında maçlarım yayınlanmıyordu. İyi ki de öyleymiş, yoksa Alman futbolcular nasıl vuracağımı bilip kaleciyi uyarabilirdi. (Gülüyor)
Sepp Maier ile o vuruş üzerine konuştunuz mu hiç? Ya da Almanya Milli Takımı’ndan başka herhangi bir oyuncuyla?
Sepp’le birkaç kez karşılaştık, televizyon programlarında filan. O penaltı anı sorulana dek hep sakin ve iyi biri oldu. Ama o soru geldiğinde sinirlenir ve üzülürdü. O golü yemesinin üstünden 35 yıl geçti ve artık o da çok aldırış etmiyor. Şu da var; Batı medyası o penaltıyı, sanki ben Sepp’i küçük düşürmek istemişim gibi yansıtmıştı. Ama bu elbette doğru değil. Aklı başında hiç kimse, Avrupa Şampiyonası finaline birini küçük düşürme fikriyle çıkmaz. Ben sadece en kolay şekilde gol atmanın yolunun bu olduğunu düşündüm ve sonunda haklı çıktım.
Doğu ve Orta Avrupa’nın gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından birisiniz. Sadece o penaltıyla hatırlanmak sizi rahatsız ediyor mu?
Takımın şampiyonluğu, her şeyden önemliydi. Ayrıca şu an, bunu fırsata da çevirebilirim; Panenka vuruşu yapanlardan telif alsam Bohemians’a sponsorluk anlamında iyi bir destek olur mesela. Ama deneyip kaçıranlardan değil, sadece gol yapanlardan telif alacağım. Söz veriyorum.
Bugünün futbolunda penaltı uzmanı olarak gördüğümüz oyuncular var mı?
İsim veremem ama her takım topa iyi vuran ve hisleri kuvvetli bir oyuncuya ihtiyaç duyar. O oyuncu da bir uzman olmalı; gece 3’te bile uyandırsanız nereye penaltı atacağını bilmeli. Çünkü maçların kaderini böyle anlar belirler. Bence bazı oyuncular penaltı atarken hata yapıyorlar; sadece 1 metre gerilerek vuruyorlar. Oysa ben 8-10 metre gerilerek gelirdim ki bu iki açıdan fayda sağlardı bana; hem daha güçlü vururdum hem de kalecinin hareketlerini gözlemlemek için daha çok zamanım olurdu. Koşmadan vurmak büyük bir hata.
1976’daki şampiyonluk sonrasında, 1978 Dünya Kupası’na katılamadınız. Sebebi neydi? Rehavet mi vardı takımda?
O takım bir süre daha birlikteydi, hatta dört yıl sonra Avrupa Şampiyonası’nda bronz madalya aldık. Sonra Dobias, Ondrus, Viktor ve ben dâhil olmak üzere birçok oyuncu milli takımı bıraktı ve jenerasyon değişmeye başladı. Yeni gelenler de bizim jenerasyonun yerini dolduramadı. Benzer bir durumu Euro 96’dan sonra da yaşadık.
Hep 1976 konuşulur ama Euro 1982’de de kritik bir penaltınız var. Fransa maçında sonradan oyuna giriyor ve penaltı ile durumu eşitliyorsunuz. Kazansanız Fransa elenecek ve gruptan Çekoslovakya çıkacak. Senaryo böyle işlese siz de Fransa gibi şampiyonluğa ulaşabilir miydiniz?
Böyle bir şeye dair fikir yürütmek gerçekten çok güç. Ama şu da bir gerçek ki bu tarz turnuvalarda grup aşamasını geçtikten sonra her şey olabiliyor. Beklentilerin yükünü üstünüzden atıyorsunuz sonuçta ve bu da takımların daha rahat performans göstermelerini sağlıyor.
Futbolculuk kariyerinden sonra antrenörlüğü değil de yöneticiliği seçenlerdensiniz. Saha içinde olmakla saha içini organize etmek arasında ne gibi farklar var?
Hiçbir zaman antrenörlüğü düşünmemiştim, bu yüzden benim için zor bir karar olmadı. Ben daima bir oyuncu gibi hissettim, bugün de öyle hissediyorum. Antrenör olmak istiyorsanız buna uygun özelliklere sahip olmalısınız; sert durmanız, disiplini sağlamanız, oyunculara bağırmanız gerekiyor ve bu özellikler bende yok. Bir oyuncuya o maçta yedek olacağını söylemek beni üzerdi mesela. Rapid Wien’de yardımcı antrenörlük yaptım ve bu sevdiğim bir işti. Antrenör sert biriydi ve taviz vermezdi. Ben de antrenörle oyuncular arasındaki parçaydım, iletişimi üstleniyordum. Hoşuma giden bir deneyimdi. Bugünse tribünde oturup dışarıdan bakmayı tercih ediyorum. Takım bir durumu yanlış mı idare ediyor? Saha içinde farklı pozisyonlarda mı olmalılar? Kulübedeki antrenörün bunları fark edemediği anlar olabilir, ben de bu yüzden bazen onlara önerilerde bulunuyorum. Ancak son söz daima onların.
Euro 2012 öncesi Prag’ı ziyaret ettiğimde reklam panolarında sizi ve Tomas Rosicky’yi görmüştüm. Eski başarılara atıfta bulunan bir kampanyaydı sanırım. Bugünlerde Rosicky ve jenerasyonu da sona yaklaşmış durumda. Ülkenize, gelecek 10 yılda hangi futbolcu liderlik edebilir?
Açıkçası, gelecekten çok ümitli değilim. Genç oyuncularımız kendilerine çok fazla güveniyor. En iyi olduklarına dair bir inançları var ama ortada böyle bir gerçek yok. Hepsi, ilk fırsatta Almanya’ya veya İtalya’ya transfer olup iyi para kazanmak istiyor ama çoğu, henüz Çek Ligi’nde bile doğru düzgün süre bulmadan bu yolu seçiyor. Biz her maçın her dakikasını oynamak isteyen bir jenerasyonduk. Yedek kalınca moralimiz bozulurdu. Ancak şimdiki çocuklarda bu yok. Milli takım da bundan etkileniyor doğal olarak. Bir başka sorun ise ligimize gelen çok sayıda ve yüksek maaşlı yabancı futbolcuda… Slavia Prag’ın, Çinli sahibinden gelen müthiş bir maddi gücü var. Aynı şekilde, Sparta Prag’ın da sahibi çok zengin. Misal; bu yaz Sparta’ya İtalyan bir teknik direktör geldi ve hemen 12 yabancı transfer ettiler ki sizin Semih Kaya da bunlardan biri. Ligin ilk maçında bize karşı sakatlandı. O gün stattaydım, çok üzülmüştüm… Konumuza dönelim; genelde yabancı futbolcular Çeklerden üç-dört kat fazla maaş alıyor, bu da takımda huzursuzluk yaratabiliyor. Örneğin Sparta’lı Marc Janko’nun maliyeti, neredeyse bizim bütçenin tamamı kadar. İşin ilginç tarafı ise sakatlıklar veya formsuzluklar nedeniyle bu transferlerin sadece birkaçının forma şansı bulabilmesi. Sezon başladıktan sonra –genelde yine geçen yıldan kalan oyuncular oynuyor yani…
İki yıl önce Sparta Prag ile Inter arasında oynanan Avrupa Ligi maçındaydım. Sparta 3-1 kazandı ama stadyumun sadece yüzde 10’luk bir bölümünden tezahürat ve coşku yükseliyordu. Buna çok şaşırmıştım. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? Taraftarın sahada oynanan futbola etkisi ne kadar?
Unutamadığım olağanüstü bir maç geldi aklıma hemen… Milli takımda ilk kez 11’de başlıyordum. İskoçya’daydık ve benim için yeni bir tecrübeydi. Daha önce 14 binden daha fazla kişi önünde oynamamıştım. Ama o an, üzerimde milli formayla Glasgow’da 100 bin kişinin önündeydim ve hepsi, durmadan, tek bir ağızdan tezahürat yapıyordu. Kışa yaklaşıyorduk ve hava çok soğuktu ama herkesin üstünde kısa kollu formalar vardı. Soğuktan kızarmış ellerinde bira kutularıyla durmadan bağırıyorlardı. Olağanüstü bir atmosferdi ve hâliyle tedirgin olmuştuk, bizi canlı canlı yiyeceklerini düşünüyorduk. Böyle bir şeyle baş etmenin zorluğunu anlatamam. Bir de Rapid Wien’de oynadığım dönemi hatırlıyorum, orada da taraftar çok iyiydi; sadece kazandığımız zaman değil, yenildiğimiz maçlardan sonra da bizi çağırır, desteklerlerdi.
Rapid Wien demişken… O dönemde Beşiktaş ile Kupa Galipleri Kupası’nda eşleşmiştiniz. Viyana’daki 4-1’lik maçta üç golünüz var. O maçla ilgili neler hatırlıyorsunuz? Bir de İstanbul’daki rövanşı soracağım tabii; herkes gibi sizin de ilginç bir İstanbul anınız var mı?
Bir penaltıdan, bir serbest vuruştan ve doğru hatırlıyorsam bir de kornerden gol atmıştım. Benimle özdeşleşmiş gollerdi hepsi. İstanbul’a da -ilk maçtaki skora rağmen- rakibe büyük olarak böyle bir şeyi nasıl yaparsın” diye bana kızmıştı. Sonrasında da 2000 Çek Korunası para cezası almıştım. Oysa daha birayı bitirmemiştim bile… Çekoslovakya’dan 32 yaşında ayrıldım ve Rapid Wien’e gittim. Orada beş sene oynadım. Üçüncü senemde takımın başına Otto Baric gelmişti. Innsbruck deplasmanına gitmiştik. Akşam 10’da otel odamın kapısı çaldı. Otto Baric, elinde iki birayla kapının önündeydi: “Anton, bira sevdiğini biliyorum, al bunu. Yarın sahada testere gibi koşarsın.” Gerçekten de öyle oldu; ertesi gün iki gol attım ve 3-0 kazandık. ANTRENÖRLÜĞÜ HIÇ DÜŞÜNMEMIŞTIM. BEN DAIMA BIR OYUNCU GIBI HISSETTIM. saygı duyarak gittik. Tribünlerin çok etkili olduğunu biliyorduk. Maçta karşılıklı tezahürat yapıyorlardı, bu çok etkileyiciydi. Ama biz de çok iyi bir kadroya sahiptik ve rövanştan 1-1 beraberlikle ayrılmayı başardık. İstanbul’a gelirsek… Gerçekten çok güzel bir şehir. O seyahat dahilinde hem Avrupa hem de Anadolu tarafını görme şansı yakalamıştık. Tarihi yerleri ve camileri ziyaret etmiştik ama aklımda kalan bambaşka bir detay var. Kapalıçarşı’da gezerken bizi halı mağazalarına götürmüşlerdi. Ufak tefek insanların o halıları nasıl taşıdığına inanamamıştım, gerçekten şaşırtıcıydı. Bizim ülkemizde üç kişinin birleşip taşıyamayacağı halılarla sanki bir gösterideymiş gibi oynuyorlardı. Çok garipti…