1998 Fransa Milli Takımı, bugünlerde efsane olarak hatırlanan bir kadro. Nasıl öyle olmasın ki? Finalde Brezilya’yı 3-0 yenen ve Zinedine Zidane liderliğinde kupaya uzanan bir ekipten söz ediyoruz. Savunma hattında Marcel Desailly, Bixente Lizarazu, Lilian Thuram, Laurent Blanc gibi isimlerin olduğu; orta sahasını Zizou’nun yanında Christian Karembeu, Emmanuel Petit gibi yüzlerin doldurduğu; yedek kulübesinde Robert Pires, Thierry Henry gibi patlamaya hazır yıldızların oturduğu bir yapıydı bu. Yine de hafızanın bize oynadığı bazı oyunlar var. 2016 Avrupa Şampiyonası ve 2018 Dünya Kupası’nda yetenek toplamının altında bir oyun sergileyen Fransa’yı yerin dibine sokarken 1998’deki takıma aynı gözle bakmıyoruz. Oysa 1998 Fransa da aynı yollardan geçmişti. Teknik direktörü Aime Jacquet daha turnuva başlamadan büyük bir nefret dalgasını üzerinde toplamıştı. Kupa öncesi oynanan hazırlık maçlarından başlayarak takım eleştiri yağmuruna tutulmuştu. Takıma sıkıcı, Jacquet’ye köylü deniyordu. Fransa’nın en etkili spor gazetesi L’Equipe, milli takımı yerden yere vuruyor, Jacquet ile büyük bir soğuk savaşın içine giriyordu. Maviler, gruplardan başlayarak hiç kimseyi ikna edemiyor, biraz şansın biraz da sağlam defansının yardımıyla kupaya yürüyordu. Ve Zidane’ın…
O takımı düşünürken aklıma bazı kelimeler geliyor. Ağırlık, mesela. Ölüm, aynı şekilde. Tişört, hakeza. Ve Oralet. Ne alakaları var? Hepsi kişisel hikâyemde yer tutan sözcükler. Fransa ağır aksak bir şekilde gruptan çıkarken ilk kupasını evinden kilometrelerce uzakta izleyen yedi yaşında bir çocuktum ve bundan ötürü o yıla dair hatırladığım iki ya da üç şey belleğimde büyük yer etti. 1998’i benim için tarihin en büyük kupası, Fransa’yı en büyük takımı, Zidane’ı ise en büyük oyuncusu yapacak bütün şartlar hazırdı. Şimdi, Fransa ile Hırvatistan 1998’in rövanşı için sahaya çıkmadan saatler evvel, hafızanın oynadığı oyunlarla size bazı yalanlar söyleyeceğim. Hatırladığım birkaç şeyin yanına hatırlamadığım birçok şeyi koyacağım ve her şeyi sanki yedi yaşında bir zihin düşünmüş gibi yapacağım. Neticede, tarih aynı zamanda bir hikâye anlatma sanatıdır ve hafızayla işbirliği yaparak işlediği bazı suçlar vardır.
Ekranda Fransa-Paraguay maçı açık. Pendik’teki evimden uzakta, tek ağacın olmadığı bir köydeyim. Burası Konya ile Ankara sınırı arasında yer alan küçük bir yer ve şimdi, yasın etkisinde. 1998 yılındayız. Birkaç gün önce anneannemi kaybettiğimiz haberini işittik ve soluğu burada aldık. Elbette bütün bu sürece diyecek hiçbir şeyim yok. Merakla beklediğim ve başlangıcını Pendik’te seyrettiğim 1998’i ölümün karşısına koyup evde kalmayı talep edecek yaşta değilim. Haber beni de üzdü ve şimdi sessizce olan biteni izliyorum.
İlginç olan, köyün bana hissettirdiği. Tek sorun, tuvaletinizi yapmak için elinize bir bidon su alıp köyün ortasındaki kulübeye gitmek ve yolda birazdan yapacağınız eylemi bütün ahaliye duyurmak değil. Aynı zamanda burada Kürtçe konuşuluyor ve ben bu dili bilmiyorum. Yani, annemle babamın akrabalarla ne konuştuğunu, çoğu zaman bana ne söylendiğini anlamıyorum. Sadece sessizce bakıyorum ve “Ben senin amcanım” diyen bir sürü bıyıklı adama kafa sallıyorum. Benim bildiğim sadece iki bıyıklı amcam var ve ikisi de bir başka dilini bilmediğim yerde, Fransa’nın Lille şehrinde yaşıyor. Bu resmî olmayan amcalar da nereden çıktı?
Evet, Fransa-Paraguay maçı 28 Haziran 1998’de oynandı ve ben bu maçı bahsettiğim atmosferde, şaşırarak ve şaşırmamaya çalışarak izledim. Burası bir köy kahvesiydi ve yanımda tanımadığım bir sürü adam oturuyordu. Neden buradaydım? Çünkü, köyün töreleri gereği ölünün ardından evlerde 40 gün televizyon açılmıyordu ve kaldığımız akraba evinde her şey kapalı olduğu için bana kahveye gitmem önerilmişti. Kimse elbette olacakları bilmiyordu. Yeşil örtülü bir masa buldum ve okeyle çayın su gibi aktığı o ortamda gözlerimi ekrana diktim. Sonra ne oldu? İki takım kupa tarihinin en uzun maçlarından birini oynadı. Yani, bana öyle geldi. Neler anımsıyorum? José Luis Chilavert’in bir kaleci olarak duran topları kullanması beni şaşkına çevirmişti. Aynı şekilde bitmek bilmeyen maçta hiç futbolcuya benzemeyen, en azından kafamdaki futbolcu profiline uymayan Laurent Blanc 114. dakikada golü atmıştı. Hazırlık maçlarından itibaren parlak görüntü vermeyen Fransa böylece vasat bir oyunla son 16’daki rakibini geçmişti. Lakin maç sona erdiğinde midemdeki kötü hissin tek sebebi berbat futbol değildi. Babamı, dedemi tanıyan birçok uzak akraba beni görünce oralet ısmarlamıştı ve arka arkaya içtiğim bir düzine oraletten zehirlenmiştim. Fransa 1998’i benim adıma oraletle özdeşleştiren buydu.
Sadece Fransa-Paraguay değil, çevremdeki her şey ağır geliyordu. O anda, kupanın düzenlendiği yer de bu duruma yardımcı olmuyordu. Çünkü bedenimin Anadolu’nun ortasında olduğu günlerde zihnim Avrupa’nın kalbinde, Fransa’daydı. Zira 1998 Dünya Kupası, orada sekiz şehirde düzenleniyordu ve o şehirlerden biri ailemin önemli bir kısmının yıllar önce göçtüğü Lille’in dibindeki Lens’tı. Lille, çocukluğumun en sihirli kent adıydı. İki amcam, 1970’lerin başında oraya gitmişti ve araba tamirciliğiyle başladıkları kariyerlerini döner restoranı patronluğuyla taçlandırmıştı. 1974’te futbolcu olma hayalleri kuran babam da oraya göçmüş, üç sene sonunda Kurtuluş’ta oturduğu, Feriköy ve Dolmabahçe’de top peşinde koştuğu yaşamın çok daha çekici olduğunu anlayarak geri dönmüştü. Kalmayı seçen amcamlar ise ailelerini genişletmişti. Seneler içerisinde Türkiye’den oraya göçen iki kuzenimin yanına bir sürü yabancı kuzen eklenmişti.
Zinedine Zidane, o yılın şüphesiz en önemli figürüydü. Kupa başında ona özel hayranlık hissedenlerden biri değildim. Juventus’ta oynayan Zidane benim kahramanım değildi, henüz Brezilya’ya iki kafa golü atmamış, Real Madrid’e transfer olmamış, Bayer Leverkusen’e karşı Şampiyonlar Ligi tarihinin en güzel golünü atmamış, 2006 Dünya Kupası’nı tek başına kazanıp kaybetmemişti. Elbette yaşı yetenler için hâlihazırda dünyanın en büyük futbol beyinlerinden biriydi ama daha Fransa tarihinde Raymond Kopa ve Michel Platini’yle birlikte anılan ölümsüz bir figüre dönüşmemişti ve ben de küçük beynimle tarihi bir hataya imza atmıştım. Hatam, basitti. Lille’de yaşayan Türk kuzenlerimden birisi, bir sonraki Türkiye tatiline geldiğinde hangi formayı istediğimi sormuştu ve ben “David Beckham” yanıtını vermiştim. Kuzenim birkaç kere “Zidane getireyim mi?” diye ısrar etmişti ama inatçı bir çocuk olarak yanlış yaptığımı idrak etmemiştim. Zidane daha sonra farklı şekillerde karşıma çıktı. 1998, onu milyonlarca insanla birlikte benim de kahramanım yapmıştı ama aynı etki akrabalarımda baş göstermemişti. Onlar gittikçe ‘Beyaz Fransa’nın sevgilisi olan Cezayirli eski dostlarından tiksinmeye başlamışlardı. Onun federasyonlar, kurumlar, takımlar, hakemler, devlet tarafından kollandığını, Fransız basınını arkasına alarak tarifsiz bir güce eriştiğini düşünüyorlardı. Bütün bunlara dair bir yanıtım hiç olmadı. O deneyimin bir parçası değildim ve onların hissettiklerini hissetme şansım yoktu. Zidane, bir numaram olarak kaldı. Messi-Ronaldo çağında bile…
Kupayı izlediğim her gün hatam yeniden yüzüme vuruluyordu. 24 saatten fazla sürüyormuş hissi veren günler benim için dayanılmazdı. Köyde dolaşmak, sıcak yaz günlerinde dağ tepe tırmanmak pek de hoşuma gitmiyordu. Köpeklerden korkuyor, koyunlara, ineklere ya da tavuklara dair özel hisler taşımıyordum. Bir sürü akrabayla yer sofrasına oturmak ve aynı kazandan çorba içmek de açıkçası çok çekici değildi. Anneannemin yası sürerken aile içinde benim oralet vakam tartışılıyor ve buna çareler aranıyordu. Bir yandan Fransa’da Aime Jacquet-L’Equipe savaşı sürüyor, göçmen ağırlıklı milli takım ırkçı saldırılara maruz kalıyordu, diğer yandan da bütün bunlardan habersiz olan ben maç izleyecek bir televizyon arıyordum. En sonunda bir akrabamızın İlhan isimli oğlu bana yardım etti ve evlerinde, arka odada olan televizyonlarını bana açtı. Kahvedeki gürültülü atmosferin yerini küçük bir odadaki kısık sesli bir televizyon almıştı. Hoş, zaten çok kalmayacaktık.
Fransa, şampiyonluk yürüyüşünü sürdürürken bizim de eve dönme zamanımız gelmişti. Kupa başında gittiğimiz köyden Arjantin-İngiltere son 16 mücadelesinden sonra döndük. Michael Owen, Kylian Mbappe’den önce Kylian Mbappe golü attığı karşılaşmayla yeni kahramanlarımdan biri olmuştu. Ertesi gün, tıngır mıngır trenle döndüğümüz evde komşumuzun bizim yerimize aldığı karnelere bakıyordum. Birinci sınıfta tabii ki pekiyileri toplamıştım ama kutlanacak bir şey yoktu. Çünkü Owen’ın yıldızlaştığı maçta David Beckham’ın Diego Simeone’ye attığı tekmeden ötürü kırmızı kartla oyundan atılmasını izlemiştim. İngiliz futboluyla düzeyli bir ilişki kurmanın bile insana çeyrek asırlık mutsuzluk getireceğinin henüz farkında değildim. Ama rakiplerinden nefret etmiştim. 2018’de bir başka son 16 mücadelesinde Mbappe, Arjantin savunmasını darmadağın ettiğinde bu yüzden mutluydum. Hem o koşu başka anıları çağrıştırdığı için hem de muhteşem olduğu için..
Sonrası, biraz karanlık. Köyde izlerken birçok karesini aklıma kazıdığım turnuva İstanbul’a döndükten sonra bana iyi davranmadı. Yani, elbette Lilian Thuram’ın Hırvatistan’a attığı iki golü anımsıyorum. Ama o kadar. Mesela final maçını yakın zamanda yeniden izlediniz mi? Ben baktım ve ne kadar çok şeyi unuttuğumu gördüm. Sadece Zidane’ın kafaları ve Emmanuel Petit’nin koşusuyla hatırladığım o gecenin başlarında saç baş yolduran çok an var. Eğer Fransa’yı tutuyorsanız ne demek istediğimi hatırlayacaksınız. Stéphane Guivarc’h ve Youri Djorkaeff’in dâhil olduğu kazmalıklardan söz ediyorum. Eğer bugünlerde Olivier Giroud’nun etkisiz, kifayetsiz bir forvet olduğunu düşünüyorsanız o kadroya dönün ve bahsettiğim isimleri yeniden seyredin. Akabinde Giroud’dan özür dileyebilirsiniz. Ya da Aime Jacquet’nin Hırvatistan maçı devre arasındaki konuşmasına bir belgeselde denk geldiyseniz, 1998 Fransa’nın aslında nasıl bir kriz takımı olduğu anlayacaksınız. Onlar da sıkıcıydı, onlar da hep elenmenin kıyısındaydı, futbolları çoğu zaman yaşamdan çok ölümü andırıyordu ve medya tartışmalarının, karmaşaların ortasında ilerlemişlerdi. Bu yüzden bugün haklarında bir şey yazıldığında ve çekildiğinde önce hep bir tartışma gösteriliyor. Bazen siyasi bazen sporla alakalı bir sorunları öne çıkarılıyor ve Fransa spor tarihinin en büyük başarısı hep krizden zafere izleğiyle anlatılıyor.
Fransa, Socrates yazarı İlhan Özgen”in tabiriyle, 20 yıldır uluslararası turnuvalarda İtalya’dan daha İtalya olmayı başaran bir ekol. Savunma kurguları hep çok sağlam oldu ve ileriye topu taşıdıklarında Zidane veya Thierry Henry gibi efsanelere sahip olmak işlerine yaradı. Maviler, bir İngiliz gazetecinin dediği gibi 2018 Dünya Kupası’nda da “yeteri kadar” oynadı ve finale ulaşmayı başardı. Aslında 1998’de de bunu yapmışlardı, 2000, 2006 ve 2016’da da. Didier Deschamps’ın Hırvatistan maçı öncesi verdiği röportajı gördünüz mü? “Savunmada aşırı titiz ve dikkatli olmalıyız ve herhangi bir hata yapmamalıyız” diyor ve ekliyor: “Hırvatistan topu saklamada usta bir ülke ve onlara alan verirsek çok tehlikeli olabilirler.” İlginç olan, bunu 2018’de değil, 1998’de kaptan olarak çıktığı yarı final öncesi söylemesi. Kısacası yirmi senede değişen çok şey de var, aynı kalan da…
Her Dünya Kupası aynı seyri takip eder. Sahada nasıl futbol oynanırsa oynansın, insanlar şikâyet eder, geçmişteki turnuvaların neden daha iyi olduğunu, çocukluklarındaki o kupanın nasıl en değerlisi olduğunu ifade ederler. Ben de bu zevki tatmayı seviyorum. Her ne kadar uluslararası turnuva defterimde 2014, 2008 ve 2002’yi tepelere yazsam da “Abi 1998, en iyi kupaydı” demenin küçük sosyal prestijinin farkındayım. Hem ilk kupam olduğu için hem de 1998 tarihin karşısında çok cool durduğu için… Cool çünkü Dennis Bergkamp’ın kontrolünden, Gheorge Hagi’nin karizmasından, Michael Owen’ın golünden, Lilian Thuram’ın Hırvatistan seferinden, Ronaldo’nun iniş çıkışlarından ve Zinedine Zidane’dan bahsedebiliyorsunuz. Hatırlasanız da sonradan izlemiş olsanız da…
Bugünlerde, Fransa başka bir kupaya doğru yürürken eski sandıkları açtım. Sadece zihinsel olarak değil, fiziksel olarak da… Çocuklarının ne kadar eskiye meraklı olduğunu bildiği için birçok eşyayı saklayan annemin yardımıyla geçmişe döndüm ve beyaz, düz bir tişört buldum. Bu, ilk gördüğünüzde sıradan bulacağınız bir tişört. Öyle hissetmeniz de çok normal olurdu. Lakin benim için anlamı büyük. David Beckham forması istediğim, 1998 Dünya Kupası’nda gönüllü olarak çalışan kuzenim turnuva sonrası mevzubahis tişörtü bana hediye etmişti. Kupada giydiği, üzerinde “Je Suis Volontaire” yazan tişört. O dönemler bu cümlenin tam karşılığının “Gönüllüyüm” olduğunu bilmiyordum lakin görür görmez yıllar boyunca gönlüm olarak giyeceğim bir beyaz tişörte sahip olduğumu anlamıştım.
Seneler sonra, 2006 finalinin ardından kaleme aldığı “Zidane’ın Melankolisi” metniyle futbol çevrelerinde de ünlenen Belçikalı edebiyatçı Jean-Philippe Toussaint, Dünya Kupası üzerine yazdıklarını topladığı kitabının başlarında şunu söyler: “Futbolu küçüklük hayallerimden ve anılarımdan ayrı tutamıyorum.” Ben de bu hissi taşıyorum ve gittikçe şunu fark ediyorum. Birçoklarının “Bu ne biçim kupaydı böyle?” diye yerden yere vuracağı 2018 Dünya Kupası, milyonlarca çocuk için tarihi bir anlama sahip olacak. Zaten turnuvanın esas önemi hep budur. Artık bir yetişkinseniz çocukken izlediğiniz kupaların hissini almak istersiniz ve bunu yakalayamadığınız için hayal kırıklığına uğrarsınız. Çocuksanız da zaten olan bitenden kayıtsız şartsız etkilenir ve “Bu ne biçim kupa böyle?” diyeceğiniz gelecek turnuvalara ilk hazırlıklarınızı yaparsınız. 1998’in yirminci yılında bir başka finale doğru uzanırken beyaz bir tişörte mutluluk ve hayal kırıklığıyla bakıyor, bazı anları aklımda döndürüyorum. Zidane’ın finalini, Kylian Mbappe’nin koşusunu, Thuram’ın dublesini, en çok da oraleti…