“Şimdi Sardunya’da bir evimiz var. O gol, büyük bir katalizördü…”
İngiltere’nin 1990’lı yıllardaki en yetenekli oyuncularından olan David Platt, 26 Haziran 1990’da attığı o golün kendi kariyeri için önemini, bu sözlerle dile getirmişti. Ama o volenin anlamı, biraz daha büyüktü…
Dünya futbolu, 1970’lerden itibaren yavaş yavaş bugünkü hâlini almaya başladı. 1974 ve 1978 Dünya Kupaları da gerek oynanan futbol gerekse de hikâyeleri ile popüler kültürün, Avrupa’nın ya da dünyanın birçok köşesinde, birçok evin içine kadar girmişti. Johan Cruyff, Franz Beckenabuer ya da Mario Kempes, gençlerin yeni Dünya Kupası idolleriydi… İngiliz futbolcular, 1974 ya da 1978 yazına damga vurmaktan çok uzaktı. İngiltere, 1974’te Polonya’ya, 1978’de ise İtalya’ya diş geçirememiş ve Dünya Kupası biletini alamamıştı. Ama yine de Avrupa futbolunu etkilemekten geri kalmadılar. 1970’lerin ortasından itibaren Bill Shankly’nin temellerini attığı, Bob Paisley’nin kat çıktığı Liverpool hanedanlığı, kıtanın zirvesindeydi…
İngiltere, milli takımlar düzeyinde 1980’lere de hiç iyi girmedi. Euro 80 ve 1982 Dünya Kupası’ndan istediklerini bulamadılar, 1986’da ise çeyrek finalde Maradona’ya yenik düşmüşlerdi. Ama kulüpler düzeyindeki hâkimiyet devam ediyordu. Liverpool, hâlâ ilham verici bir takımdı, onların yanına Notthingam Forest ve Aston Villa gibi, beklenmeyen Kupa 1 şampiyonları eklenmiş, orta sıra takımlarından Ipswich Town ise Bobby Robson’ın gayretleriyle Avrupa’nın dikkat edilmesi gereken takımlarından birine dönüşmüş ve UEFA Kupası’nı kazanarak rüştünü ıspatlamıştı. Aynı başarıyı 1984’te Tottenham tekrarları, Everton da 1985’teki Kupa Galipleri Kupası zaferi ile desteğini esirgemedi. Kulüpler düzeyinde, kuralları hâlâ İngilizler belirlemekteydi. Ta ki 29 Mayıs 1985’te Heysel’de yaşananlara kadar…
Liverpool ile Juventus arasında oynanan Şampiyon Kulüpler Kupası Finali öncesinde, Heysel Stadı’nda onlarca insanın hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan faciada fatura İngiliz taraftarlara kesilmişti. 1970’lerde yükselmeye başlayan holiganizm, 29 Mayıs 1985’te en tepeye ulaşmıştı. İngiliz takımları, o seneden itibaren beş yıl Avrupa’dan men edildi. Yine de tribün olaylarının önüne geçmek de zorlanıyorlardı. 15 Nisan 1989’da Hillsborough Stadı’ndan yaşanan bir diğer büyük trajedi, bardağı taşıran son damla olmuştu. Daha sonra Peter Taylor tarafından hazırlanacak olan Taylor Raporu ile Ada futbolu bir değişim içine girecekti. Ama futbolseverler oyunun dışına çıkmıştı bile. İngiltere’de futbol denince akla ilk gelen şey holiganlar idi… 10 yıllık saltanat sona ermişti…
11 Kasım 1989… İngiltere, Chorzow’da Polonya karşısına çıktığında, 1974’teki şokun bir benzeri ile karşılaşmak istemiyordu. 15 yıl önce Wembley’de diş geçiremeyip, 1-1’lik skorla Dünya Kupası biletini kaptırdıkları Polonya’ya yenilmeleri, 1990 İtalya’yı evden izlemek demekti. Elemelerde hiç gol yememişlerdi ama İsveç ile kıyasıya bir liderlik yarışındaydılar. Bobby Robson’ın öğrencileri, deplasmandan 0-0’la döndü, liderliğe oturdu. Ama iki hafta sonra İsveç, Polonya’yı deplasmanda yenince grup lideri olarak İtalya vizesini aldı. İngiltere, sıkıntılı bir süreci arkasında bırakmış, yine de en iyi ikinciler arasına adını yazdırarak kupaya katılma hakkı kazanmıştı…
Bobby Robson, 1982’deki Dünya Kupası’nda yaşanan hayal kırklığı sonrasında milli takımın başına geçti. Ipswich Town gibi vasat seviyede bir takımı baştan yaratmış ve kazandığı UEFA Kupası ile ülkenin saygın menajerleri arasına girmişti. Onu diğer İngiliz antrenörlerden ayıran en büyük özelliklerden biri, oyuncularla dostane ilişkiler kurabilmesiydi. Özellikle 1960 ve 1970’li yıllarda kulüp ve milli takımlarda ön plana çıkan despot menajerlerden sonra Robson ile yeni bir modelin denemesi yapılıyordu. 1986’da Maradona’nın eline ve ayaklarına kurban gitseler de oynadıkları futbol, geride bıraktıklarının epey önündeydi. Fakat 1988 Avrupa Şampiyonası’ndaki erken veda, sorgulamaya yer arayan İngiliz basınını harekete geçirmek için yeterli oldu. 1990 Dünya Kupası Elemeleri’ni de güç bela aşınca, İngiltere matbuatının konusu belli olmuştu: “Robson, yeterli mi?”
Robson’ın oynattığı futbol tabii ki tartışmaya açıktı ama vizyon olarak da İngilizlerin alıştığı o tutuculuktan çok uzaktı. Tottenham’da parlayan ve birçokları tarafından ‘problem çocuk’ olarak yaftalanan Paul Gascoigne’e forma şansı vermiş, Dünya Kupası’nda da Ada futbolunun sınırlarını aşarak 3-5-2 varyasyonu bir dizilişle sahaya çıkmıştı. İngiltere; İrlanda Cumhuriyeti, son Avrupa şampiyonu Hollanda ve Mısır’ın olduğu gruptan lider olarak çıksa da çatlak sesler son bulmadı. İkinci turdaki rakip, 1986’nın yarı finalisti Belçika’ydı.
Belçika, 1976’da antrenörlük koltuğuna oturan Guy Thys ile Avrupa futbolunun önemli takımlarından biri olma yolunda büyük adımlar atmıştı. 1980 Avrupa Şampiyonası’nda final, 1986 Dünya Kupası’nda yarı final oynadılar. Thys, 1989’da takımdan ayrılsa da 1990 İtalya öncesinde yine göreve getirilmişti. 1986’daki kadrodan Eric Gerets, Jan Ceulemans ve Enzo Scifo gibi kilit oyuncuları ile İtalya’ya gelen Belçika, milli takımlar düzeyinde son 20 yılı, İngiltere’den daha iyi geçirmişti. Tecrübeleriyle avantajlı olan taraf Belçika idi…
26 Haziran’da Bologna’daki Renato Dall’Ara Stadı’nda oynanan karşılaşma golsüz ilerlese de direkten dönen toplara, kaçan pozisyonlara sahne oluyordu. Normal süre 0-0 bitti. Uzatmalar da aynı senaryoda ilerliyordu ki Belçika yarı sahasına kendine has driplingi ile dalan Paul Gascoigne yere düşürüldü. Danimarkalı hakem Peter Mikkelsen, İngiltere lehine düdüğünü çaldı.
“Robson ve kulübedekiler, telaşla serbest vuruşun nasıl kullanılması gerektiğini anlatıyordu ama Gazza’nın bunları dinlediğini hiç zannetmiyorum.”
Maçı anlatan John Motson, o ânı yıllar sonra böyle anlatıyordu. Haklıydı da; Gascoigne, topun başına geçti ve ilginç bir aşırtma vuruşla topu, Belçika ceza sahasına gönderdi.
Oyuna 73. dakikada giren Aston Villa’lı David Platt, topun ona doğru geldiğini görmüştü. Ama biraz ters bir pozisyondaydı. Kendi ekseni etrafında dönerek ilginç bir vole ile Michel Preud’homme’un koruduğu kaleye şutunu attı.
“Dünya Kupası tarihinin en dramatik gollerinden biri ve muhtemelen en iyilerinden. İngiltere çeyrek finalde!” Motson için, bu sözlerle anlattığı golün önemi apayrıydı: “Turnuvaya çok iyi başlamamıştık ve bizi yukarılara taşıyacak, moralimizi yükseltecek bir şeye ihtiyacımız vardı. Platt, o golü atmasaydı, maç devam edecek ve yüksek ihtimalle penaltılara gidecekti…”
John Motson ve maçın yorumcusu, efsane futbolcu Trevor Brooking, birbirlerine sarılmıştı, antrenör Robson ise kulübesinde dans ediyordu. Yıllarını Dünya Kupası’na veren Motson, “İngiltere’nin yıllar sonraki en önemli anı” olarak anlatacaktı bu golü.
Golü atan Platt için de aynı durum geçerliydi: “Her şey sezgiseldi. Topla buluşmam, vuruşum ve sonra da dizlerimin üzerine çökerek sevinmem… Daha önce hiçbir golümden sonra dizlerimin üzerinde sevinmemiştim, niye yaptığımı hâlâ bilmiyorum. Ama öyle bir gol attığınızda kişiliğinizin biraz dışına çıkarsınız, her şey gerçek dışıdır.”
İngiltere, o golle çeyrek finale yükselmiş, bu turda da Kamerun’u geçerek adını yarı finale yazdırmıştı. İkinci turda tanışamadıkları ve yıllar boyu çok çekecekleri ‘seri penaltılar’ adlı düşmanları ile yarı finalde tanışacak ve Federal Almanya’ya yenilerek elenecekti. Ama Dünya Kupası anıları 1966’dan ibaret olan İngilizler için Platt’ın golü ve yarı finaldeki Gascoigne’in gözyaşları, kendilerini yeniden dünya futbolunun içinde hissetmelerini sağlayacak hikâyeleri onlara vermişti.
O kupa sonrasında Bari’ye transfer olan David Platt, Juventus ve Sampdoria formalarını da sırtına geçirecek ve dönemin en büyük ligi Serie A’da azımsanmayacak bir kariyeri arkasında bırakacaktı. Platt, 2010 yılında verdiği röportajda, ona İtalya kapsını açan an olarak da o voleyi gösteriyordu:
“O golü atmasaydım, İtalya’da oynama fırsatına sahip olamayabilirdim. Katalizör olduğuna çok eminim. İtalyan kulüpleri, uluslararası sahnede isim yapmış isimler arardı, o golden önce sadece Aston Villa’lı futbolcu olarak bilinirdim. Şimdi ise Sardunya’da bir evimiz var. O gol, gerçekten büyük bir katalizör idi.”