*Bu yazının orijinali ilk olarak Xherdan Shaqiri imzasıyla The Players Tribune’de yayımlanmıştır.
Evimiz kolay kolay ısınmazdı. Sadece büyük bir sobamız vardı. Evimiz, Basel’in kırsalında yer alan eski, çok eski bir evdi. Kendimi evin içinde dolaşarak ısıtırdım, tıpkı bir deli gibi. Abim, soğuk havadan sürekli şikayet ederdi. Çünkü odası üst katta, sobadan uzak bir kısımdaydı. Kış aylarında yaklaşık 5 battaniye ile uyumak zorunda kalırdı.
Savaş patlak verdiğinde ve ailem iki kardeşimle birlikte Kosova’dan ayrılıp İsviçre’ye taşınma kararı aldığında ben 4 yaşındaydım. Kolay değildi. Babam, İsviçre’de konuşulan Almanca’yı bilmiyordu; bu yüzden bir restoranda bulaşıkçı olarak çalışmaya başladı. Sonrasında yol yapımında çalıştı. Annem ise şehirdeki ofislerde temizlik görevlisi olarak çalışıyordu. Ben süpürgede, abim ise camları temizlemede anneme yardımcı oluyordu.
İsviçre herhangi bir insan için bile pahalı bir ülke. Bizim için çok daha pahalıydı çünkü hâlâ Kosova’da yaşamakta olan aile bireylerimize para yardımında bulunuyorduk. Başlangıçta her sene onları görmek için Kosova’ya gidiyorduk. Aslında, annem her zaman; “Uçaktayken hep çok yaramaz oluyorsunuz. Her zaman koltuklara tırmanıp insanları rahatsız ediyorsunuz, susmuyorsunuz” derdi. Fakat savaş başlayınca oraya dönme şansımız kalmadı. Orada yaşayan akrabalarımız ise oraya sıkışıp kaldılar. Amcamın evi yanıp kül olmuştu. Çok fazla acı ve acı çeken insan vardı. Babam eline para geçtikçe Kosova’ya gönderdi. Büyüyene kadar doğum günlerim haricinde hiç keyfi harcama yapamadım.
Aslında komik bir hikâye… Ronaldo benim idolümdü. Gerçek Ronaldo’dan bahsediyorum. Onun oyun stili benim için sihir gibi bir şeydi. 1998 Dünya Kupası sırasında sakatlandı ve final maçını Brezilya, Fransa’ya karşı 3-0 kaybetti. Deli gibi ağlıyordum çünkü ona çok üzülmüştüm. 7’nci yaş günüm, Dünya Kupası’ndan 3 ay sonraydı. 3 ay boyunca harçlığımı her gün kenara koymuştum çünkü tek bir isteğim vardı. İstediğim şey, Ronaldo’nun sarı Brezilya formasıydı.
Doğum günüm geldiğinde, annem bana hediye almıştı; bir kutu. Açtım ve içinden sarı, Ronaldo forması çıktı. Fakat bu, mahalledeki satıcıdan alınmış, sahte formalardan biriydi. Üzerinde bir arması olduğunu bile hatırlamıyorum. Tek özelliği sarı renk olması ve arkasında yeşil renk ile yazılmış 9 numara olmasıydı. Ailemin gerçeğini alacak kadar parası yoktu, zaten ben de çok önemsemedim. Hayatımın en mutlu günü gibiydi. Sanırım, yaklaşık 10 gün boyunca sürekli üstümdeydi ve formayla giyeceğim sarı şortlarım bile vardı.
Okulumdaki tek göçmen çocuğu bendim. Sanırım İsviçreli çocuklar neden futbola bu kadar takıntılı olduğumu anlayamamıştı. İsviçre’de futbol sadece bir spordur. Başka yerlerde olduğu gibi hayat demek değildir. Hatırlıyorum, dört sene sonra 2002 Dünya Kupası’nda Ronaldo, saçını üçgen şeklinde kestirmişti. Ben de durur muyum, hemen berbere gittim ve “Saçımı Ronaldo gibi kes” dedim. Ama benim saçlarım sarı ve kıvırcıktı. Çılgınca bir görüntüydü… Okula gittiğimde çocuklar bana; “Ne yaptın sen saçına?” ya da “Kimsin sen?” der gibi bakıyorlardı.
Umrumda değildi çünkü kendim gibi davranıyordum. Okulum şehrin güzel yerlerinden birindeydi ama evim, şehrin kötü kısımlarına 5 dakika yürüme mesafesindeydi. Asıl iyi futbol da tam oradaydı. Annem oraya gitmemi istemiyordu ama ben her gün okul çıkışı gidip top oynuyordum. İnsanların İsviçre’nin harika bir yer olduğunu düşündüğünü biliyorum. Her maçımız farklı ulusları karşı karşıya getiriyordu. Türk, Afrikalı, Sırp, Arnavut, kısaca her milletten insan olurdu. Sadece futbol da oynamazdık, beraber takılıp Alman hip-hop’ı hakkında konuşur, free-style rap yapardık. Biz maç yaparken sahada yürüyen kızlar olurdu. Futbol, gerçek hayattı.
Tıpkı, seni sürekli yumruklayan birini görmen gibi. Ben hiç dövülmedim çünkü çenemi kapalı tuttum, her zaman. O parkta oynamak bana çocuk yaşta çok şey öğretti. Etrafında şaka yapmayan, ciddi erkeklerle oynamayı orada öğrendim.
14 yaşına geldiğimde Basel’in genç takımı için oynamaya başlamıştım. Prag’da, Nike Kupası için oynama hakkı kazanmıştık ama şöyle bir sorun vardı ki, okulda bazı günleri kaçırıyordum. Bu yüzden öğretmenime gidip izin istedim ama onun cevabı olumsuz yöndeydi. İsviçre’de öğretmenler okulu çok fazla önemser. Benim için bu cevap yeterli değildi. Onlara grip olduğumu söyleyip kandırdım. Böylece Prag’a giden uçakta yerimi almıştım. O turnuvada gerçekten iyi oynadım. Hayatımda ilk kez diğerlerinin bana; “Bu çocuk Basel’de oynuyor, bu o” dediğini farkettim. Çok iyi hissettirmişti.
Turnuvadan sonra eve dönmüştük. Pazartesi günü okula gittiğimde hasta rolüme devam ediyordum. Bilirsin, öğretmenim bir anda; “Xherdan buraya gel, hadi, hadi” dedi. Gazetesini kenara bırakıp beni boylu boyuna süzdü. Sonra; “Hastaydın değil mi?” dedi. Gazetenin ön sayfasında ise benim bir fotoğrafım vardı. Turnuvanın en iyi oyuncusu olduğum için gülümserken çekilmiş bir fotoğrafım. Yüzüne bakıp ellerimi havaya kaldırdım ve; “Evet” dedim.
Turnuvadan sonra çok fazla dikkat çektim ama yine de para benim ve ailem için büyük bir problemdi. Benim gibi, iki kardeşim de Basel için oynuyordu. Ne zaman bir turnuvaya ya da başka bir şeye gidecek olsak, ödeyeceğimiz miktar üçe katlanırdı. 16 yaşındayken, İspanya’da kamp yapmak gibi bir şey için yaklaşık 700 İsviçre Frangı ödememiz gerekiyordu. Babam bir gece yanımıza gelip; ”Bakın, bu imkânsız. Bu parayı ödeyemem” dedi. Böylece ben ve kardeşlerim, küçük işler bulup çalışmaya başladık. Ben, komşuların çimlerini biçerek yaklaşık 3 hafta geçirdim. Bir diğer kardeşimin ne yaptığı hakkında tek bildiğim, fabrikalarda büyük güvenlik gözlüklerinden takarak çalıştığıydı. Bir şekilde parayı ayarladık ve son anda İspanya’ya gitmeye hazır hâle geldik. En büyük korkum hâlâ gitmiş değildi; en büyük korkum, takım arkadaşlarımın parayı ödeyemediğimi öğrenmeleriydi. 16-17 yaşlarındaysanız çocukların sizinle nasıl dalga geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Antrenmandan sonra yemek yemeye kardeşlerimle giderdik. Diğer çocuklar ise elimizdekileri zorla alırlardı. Bu yapılanlar beni başka bir doğrultuda acıktırmıştı. Her zaman en iyilerine karşı oynamak için istekliydim.
Bir sene sonra 17 yaşındayken, Basel beni A takıma çağırdı. Maçın bitmesine 20 dakika kala oyuna girmiş ve bence gayet iyi oynamıştım. Sonraki gün antrenmana gittiğimde, genç takım teknik direktörümüz bana; “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Aklın nerede?” dedi. Ben ise ona; ”Neden bahsediyorsun?” dedim. O da bana; “Teknik direktörle konuştum. Bana söylediği şey sadece top sürüyor olman. İkinci takıma dönüyorsun, bu kadar” diye karşılık verdi. Şok olmuştum ve Basel günlerim bitti diye düşünmüştüm. 2 hafta sonra, teknik direktör kovuldu. Yeni teknik direktör geldiğinde beni tekrar A takıma çağırdı. Ama beni bek olarak düşünmüştü. Sol bek. Biliyorsun… Ben hücum etmeyi ve pozisyon yaratmayı seviyorum. Savunmadakiler bana geri dönmem, savunmada kalmam için bağırıyordu.
Benim için işler yolunda gidiyordu ve 2010 Dünya Kupası’na çağrılma ihtimalim oluşmuştu. Ne düşündüğümü tam olarak bilmiyordum. Çılgınca bir şeydi. Kadroda adımı gördüğüm an… Çok duygusal bir andı. Doğruca eve gidip anneme ve babama kupaya çağrıldığımı söyledim. Çok mutlu olmuşlardı. Her şey çok hızlı gelişmişti. 16 yaşında İspanya’da yapılacak kampa gitmemi sağlayacak parayı kazanmak için bahçe sularken, 18 yaşında Dünya Kupası için Güney Afrika’ya gidiyordum.
İspanya karşısına çıktığımız maçı hatırlıyorum; Iniesta’yı karşımda gördüğümde “Televizyonda izlediğim adam tam karşımda, bu harika bir an” diye düşünüyordum. Oraya vardığımız ilk ânı hatırlıyorum, otele giderken silahlı adamlar bizi koruyordu. Otele vardığımızda her odanın başında bir koruma vardı. Bunun dünyadaki en havalı şey olduğunu düşünmüştüm.
Ailem için, beni Dünya Kupası’nda sahada görmek çok gurur verici bir andı. Onlar bize güzel bir hayat sunabilmek için ülkelerini terk edip İsviçre’ye gelmişlerdi. Sanırım medya, İsviçre hakkındaki duygularımı çoğunlukla yanlış anladı. İki evim olduğundan hissediyordum, bu kadar basit. İsviçre, bana ve aileme her şeyi verdi, ben de milli takım için her şeyimi verdim. Ama ne olursa olsun Kosova’ya gittiğimde, kendimi anında evimde hissediyordum. Mantıklı bir açıklaması yok. Bu sadece derinlerimden gelen bir his. 2012 yılında Arnavutluk’la karşılamıştık. İsviçre’yi temsil ediyordum ama kramponlarımın birine Arnavutluk diğerine Kosova bayrağı yerleştirmiştim. İsviçre basını bu hareketimden dolayı hakkımda olumsuz eleştiriler ve haberler yaptı. Bunun için yargılanıyordum. Bu çok basit bir şey, orası benim kimliğim. İsviçre hakkında en güzel şey, insanlarının çok misafirperver olması ve savaş gibi sebeplerle oraya giden insanları aralarına katmaya çabalamasıdır.
İsviçre, göller ve dağlarla kaplı bir yer. Aynı zamanda, Türklere, Sırplara, Arnavutlara, Afrikalılara ve Alman rapçilere kucak açan bir ülke. İsviçre, herkes için.
Evet, 2018 Dünya Kupası’nda kramponlarımdan birinde İsviçre diğerinde ise Kosova bayrağı olacak. Ama politik sebeplerden değil, bayraklar bana hayat hikâyemi anlattığı için.
Merak etmeyin, İsviçre bayrağı sol ayağımda olacak.
Çeviri: Ant Arın Şermet