“Bir pasla rakip ceza sahasına gitmek varken neden 25 pas yapalım ki?”
Dave Bassett, Wimbledon’ın başına geçtiğinde sistemini bu cümle ile özetlemişti. Pek dâhiyane bir fikir değildi ama birkaç sene sonra bu ‘yaratıcı’ sisteme biraz da tekme ve yumruk ekleyerek kulüp tarihine geçeceklerdi.
Wimbledon, 1889’da kurulmuş olsa da ilk profesyonel lig tecrübesini yaşadığında tarihler 1977’yi gösteriyordu. 1981 ise kaderlerinin değiştiği yıldı. Eski futbolcuları Dave Bassett menajer oldu, basit ve klasik bir İngiliz uzun top sistemini takıma aşıladı. Yavaş yavaş tırmanışa geçmişlerdi. 1985-86 sezonunun sonunda en büyük sahneye, Division 1’e (Bugünün Premier Lig’i) yükseldiler. Bassett’in Dennis Wise gibi gelecek vadeden oyuncuları vardı ama stillerini oturtmak için son parçaları 1. Lig’e çıkınca birleştirdiler. ‘Kasap’ Vinnie Jones ve siyah kuşak sahibi John Fashanu ile her şey tamamdı…
Oynadıkları futbol ise hiç ilgi çekici değildi. Üstüne üstlük gereğinden fazla fiziksel temas, onları kısa sürede herkesin nefret ettiği takım hâline getirdi. Stadyumları Plough Lane, birçok takım için cehennemden farksızdı. Tuvalet kâğıdı olmayan klozetler, buz gibi duş kabinleri ve lağım kokusu eşliğinde maça çıkan deplasman takımları, sahada da hiç iyi bir muameleyle karşılaşmıyordu. Wimbledon futbolcularının ‘miksere sokmak’ olarak adlandırdıkları savunma taktiği, rakibin en kritik oyuncusuna maç boyunca atılan tekme, dirsek ve yumruklar içeriyordu.… Rakipler sonuçla ilgilenmiyordu. Önemli olan sakatlanmadan maçı bitirebilmekti.
Futbol aleminin onlara taktığı isimle ‘Crazy Gang’ (Çılgınlar Çetesi), 1. Lig’deki ilk sezonunu altıncı sırada bitirdi. Ünlü spiker John Motson, “Bir Pazar Ligi takımının Premier Lig’de oynadığını düşünün” sözleriyle özetliyordu stillerini. O sezon sonunda Bassett takımdan ayrıldı ve takımın başına Bobby Gould ile bir dönem Galatasaray’ı çalıştıran Don Howe geldi. İlk taktik toplantısında mesajı alacaklardı. Takımın nasıl oynaması gerektiğini anlatıyorlardı ki araya topçular girdi: “Dur, orada dur! Biz Bassett’in sistemi ile oynarız ve kimse için de değişecek değiliz. 172 ne demek biliyor musunuz? 172 kez üçüncü bölgeye top atmalıyız. 44 nedir? Kanatlar 44 orta yapmalı. Yoksa ceza idmanına kalırlar. Don, İngiltere’yi çalıştırmış olabilirsin ama burada değişmesi gereken sensin!”
Gould, saha içindeki sistemi korumaya mecburdu. Saha dışını da… “Eric Young, Bristol’dan gelmişti. Ama hâlâ Bristol armalı çantası ile antrenmana geliyordu. Karar verdik ve çantayı yaktık. Tabii daha sonra yeni bir tane aldık; Wimbledon arması olan bir çanta…” Dennis Wise, o sezon yaşanan deliliklerden birini böyle anlatıyordu. Ama makine bu şekilde işliyordu. 1987-88 sezonunda ligi yedinci bitirseler de FA Cup’ta finale kadar yükseldiler. Karşılarında, ligin en iyi futbolunu oynayan Liverpool vardı…
Gould, maçtan önce oyuncularının ceplerine harçlılarını koydu ve bara gitmelerini söyledi. Vinnie Jones ve Dennis Wise, ertesi gün için Prenses Diana’ya çiçek almayı dahi ihmal etmemişti. Wembley’e çıktıklarında akşamdan kalmaydılar. Patron Gould, saha görevlilerine rüşvet verdi ve birçoğu ilk kez Wembley’e çıkan futbolcularının atmosfere ayak uydurmasını sağladı. Her şey Wimbledon tarzı işliyordu…
Maç da öyle geçti. Bir köşede kaleci Dave Beasant’ın degajlarından gelen toplar ile gol arayan Wimbledon, karşılarında da art arda organize ataklarla yüklenen Liverpool vardı. İlk yarının sonlarına doğru Wimbledon bir serbest vuruş kazandı. Wise, topu ceza sahasına gönderdi ve Lawrie Sanchez’in dokunuşu Wimbledon’ı öne geçirdi. Maçın adamı ise ikinci yarıda John Aldridge’ın penaltısını kurtaran kaleci Beasant olacaktı. FA Cup finallerinde bunu başaran ilk kaleciydi artık…
‘Çılgınlar Çetesi’ kupa tarihinin en büyük hikâyelerinden birine imza atmıştı. Diana’ya çiçeği veremeseler de kupayı kazandılar. Oyun tarzları bugünlerde bile hâlâ gaddarlık listelerinin baş köşelerinde gösteriliyor ancak siyah kuşak sahibi forvet Fashanu aynı fikirde değil:
“Birisini öldürdüm mü? O zaman çok ileri gitmiş olurdum. Birilerinin onurunu mu kırdım? Evet, belki. Ama bu da oyunun bir parçası…”