*Caner Eler’in Özge ve Gözde Kırdar’la yaptığı bu röportaj, ilk olarak Socrates’in Şubat 2017 sayısında yayımlandı. Eski sayılarımıza şuradan ulaşabilirsiniz.
Kütahya’da doğdunuz. O dönem bir Anadolu şehri, genç bir kıza nasıl bir spor ortamı vadediyordu? Spora ve voleybola nasıl heves ettiniz?
Gözde: Ailemizde bizden başka kız çocuğu yoktu ve okul bahçesinde sürekli ağabeyimiz ve erkek kuzenlerimizle top oynayarak büyüdük. Orada futbol, basketbol ve voleybol oynanırdı. Okulun bahçesindeki iki ağacın arasına ip asıp voleybol oynadığımızı hatırlıyorum.
Özge: 11 yaşına geldiğimizde boyumuz uzun olduğu için okuldaki spor eğitmenimiz bizi voleybola yönlendirmek istedi. Biz de eve gidip babamıza danıştık; “Bizim voleybol oynamamızı istiyorlar, ne dersin?” dedik, o da “İstiyorsanız gidin” diye cevap verdi. Öyle tesadüfen başladık.
Bazı çocuklar, ilk zamanlarda spordan hoşlanmazlar. Sizde de öyle bir şey oldu mu acaba?
Gözde: 11 yaşında başladık, 13 yaşında da İstanbul’a transfer olduk. Hocamız bize o iki yıl boyunca, “Sizin gibi 6 oyuncum olsun, altı milyar borcum olsun” derdi. Çünkü biz antrenmandan bir saat önce salona gidip kendi kendimize çalışırdık. O zamanlardan beri biraz psikopatmışız. Zaten rekabetten ziyade eğlenmek için gidiyorduk.
Özge: O dönemlerde kısa sürdüğü için antrenmanlara antrenman gözüyle bakmıyorduk. Voleybol oynayacak süreyi uzatmak istiyorduk.
Gözde: Aklımızda voleybolcu olmak, İstanbul’a transfer olmak gibi şeyler yoktu. Zaten önümüzde öyle örnekler de yoktu. O yüzden kafamız rahattı.
İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu? 13 yaş büyük bir şehre geliş için erken değil mi?
Gözde: Tam ortaokulu bitirdik, liseye başlayacakken İstanbul’a geldik.
Özge: Ondan bir sene önce Eskişehir istedi, babam kabul etmedi. Galatasaray istedi, babam tekrar “Hayır” dedi. Ankara’dan birkaç takım istedi, olmadı. Sonra Güneş Sigorta geldi, onlar bir şekilde babamı ikna etti. Nasıl yaptıklarını bilmiyorum ama babam “Tamam, gitsinler o zaman” dedi. 1999 yazının 1 Ağustos günü biz İstanbul’a geldik. Sonra direkt Tekirdağ’daki kampa gittik. O kamp, deneme süreci gibiydi.
Gözde: Ama asıl güzel hikâyeyi anlatmadın Özge! Biz, annem ve babamla İstanbul’a geldik. Birkaç gün salonda antrenmana çıktık. Babamın teyzesinin evinde kaldık. Bir gece babam yer yatağında ikimizin arasında yattı. İkimizi kucağına aldı, “Kızım işin sonuna geldik, emin misiniz?” dedi. Biz heyecandan ölüyorduk. Kalmak istiyorduk. O kadar sevmiştik. Takım ortamı çok hoşumuza gitmişti. Sonra kampa gittik zaten, öyle başladı.
Altyapıda oyununuza etki edenler oldu mu, yoksa kendinizi mi geliştirdiniz?
Özge: Ben zaten İstanbul’a geldiğimde pasör oynuyordum. Gözde de smaçördü. O zamanki altyapı antrenörümüz Ferhat Köseoğlu bize karakterimizi kazandıran isimdir. Çok hırslı bir insandı. Bence biz de hırslı karakterimizi ondan aldık. O zamanlar antrenmanda hata yaptığımızda taşları parçalıyorduk. Her top için duvarlara yapışıyorduk adeta. Ferhat Hoca bize, özellikle de teknik açıdan, defansta ve manşette çok şey kattı. A takıma çıktıktan sonra da o özellikleri daha çok geliştirme şansı yakaladık.
Gözde: Tekirdağ’a gittiğimizde sadece kumda antrenman yapıyorduk, bir de kondisyon çalışmalarımız vardı. Kütahya’dan geldiğimiz için tekniğimiz zayıftı. Kumda harikalar yaratıyordum ama salona bir geldim, smaç vuramamaya başladım. Meğer ters ayaklıymışım. Ferhat Abi iki saat kolumu açarak duvarda tuttu beni. Saatlerce adım çalışıyorduk. Meğerse biz hiçbir şey bilmiyormuşuz.
Özge: Bilek kapama hareketini öğrenmek için saatlerce tenis toplarıyla smaç vururduk.
Gözde: Sabah okula gidiyorduk. Akşam antrenmana geçip yine saatlerce salonda kalıyorduk. Yıldız takım, genç takım, A takım; bütün idmanlara giriyorduk.
Bundan şikâyet de etmediniz öyleyse?
Gözde: Hiç hatırlamıyorum. Şöyle bir durum vardı; voleybol için gelmiştik ve ailemiz yanımızda değildi, bu yüzden de bir kere bile “Çok yoruldum, gitmeyelim” demedik. Değerini bilmemiz gerekiyordu.
Özge: O dönem okulda yatılıydık. Okula döndüğümüzde yemekhanede yemek de kalmıyordu. Babamdan para istemeyelim, ona yük olmayalım diye büfeden kaşar ekmek alıp onu ikiye bölüyorduk.
Anne ve babanız da öğretmendi bildiğim kadarıyla…
Gözde: Annem öğretmen, babam iş adamıydı. Babam da öğretmenlik okumuş aslında, bir sene öğretmenlik de yapmış ama sonrasında bırakıp kendi işini yapmaya başlamış. Annem iki-üç sene boyunca her cuma günü izin alırdı, perşembe geceden İstanbul’a gelirdi. 16-17 yaşında A takıma çıkana kadar böyle sürdü. Deplasmanlara bile gelirlerdi. Bizi hiç yalnız bırakmadılar.
O dönem okul-spor ilişkisini kurmakta zorlandınız mı? Altyapıdaki iyi çocuklar genelde okulu formalite olarak görmeye başlarlar…
Özge: Annem bizi İstanbul’a göndermek için bir tek şart sundu; ”Üniversiteyi bitireceksiniz. Ne okuduğunuzla ilgilenmiyorum ama o üniversite bitecek” dedi. Çünkü ben annem ile babamın üniversite mezunu olmasından hep gurur duymuşumdur. Bize çok şey kattığını düşünüyorum. O nedenle bizim çocuklarımızın da aynı şeyi düşünmesini çok istiyorum. O yüzden biz de Maltepe Üniversitesi’nden mezun olduk. Ama bizi en çok zorlayan, okul değil de 1999 depremi oldu. İlk geldiğimiz dönemdi ve hayatımızda ilk defa deprem yaşamıştık. Çok çok korktuğumu hatırlıyorum. O gece salonda kalmıştık. Kimse yoktu. Telefonla kimseye ulaşamıyorduk.
Gözde: Zorlanmamızın sebeplerinden biri de şuydu. Kulüp bize bir ev vermişti, üç kız orada kalıyorduk. Evimiz Koşuyolu’nda, salon da Selimiye’deydi. Yakındı yani. Depremden sonra okulun yatakhanesine gitmek istedik. Çünkü çevremizde insan olmasının daha uygun olacağını düşündük. Ama bu sefer de Yalova’daki depremzede çocuklardan bazıları okula getirilmişti ve her akşam sohbet ederken bir şekilde “Bu gece deprem olacak ve hepimiz öleceğiz” demeye başlıyorduk. Özge ile aramıza deprem çantası alıp öyle yatıyorduk, sabah kalkınca hiçbir şey olmadığını görüyorduk. Hatta o dönem Galatasaray UEFA Kupası’nı almıştı. Hiç unutmuyorum, yatakhanede izliyorduk. Sonra okul bitince “Biz kalamayacağız burada” demeye başladık ama tam o sene ağabeyim ve kuzenim İstanbul’da üniversite kazandılar. Hep beraber ev tutunca İstanbul’da kalmaya karar verdik.
O zor zamanların sizin karakterinize, erken olgunlaşmanıza katkısı olmuş mudur acaba?
Gözde: İstanbul’a gelmeden de olgunlaşmıştık. Mesela 7-8 yaşındayken, annem okuldan geldiğinde yorgun olur diye yemeği veya ütüyü yapardık. İstanbul’dan sonra olgunlaşmadık yani, biz zaten İstanbul’a o bilinçle geldik.
Özge: Bence anne babalar, çocukları yetersiz olsa bile onlara yetersiz olduklarını hissettirmemeli, kendi kendilerine yettiklerini öğretmeliler. Ben annemden ve babamdan bir kez olsun “Ne kadar kötüsün, bugün kötü antrenman yaptın” gibi cümleler duyduğumu hatırlamıyorum. Belki “Çok iyisin” de demediler ama hiçbir zaman yermediler. Ne kadar destek olabilirlerse o kadar oldular. En büyük etken buydu. Biz de şu an birbirimize aynı şekilde destek oluyoruz.
Altyapı döneminde parlayan isimlerdiniz ve yavaş yavaş A takıma adım atıyordunuz. O geçiş sürecini hatırlıyor musunuz?
Gözde: Kendim için konuşacak olursam; gençlerde Dünya Şampiyonası’na gittiğimiz bir dönemi hatırlıyorum. Beni ve bir arkadaşımı hemen Ankara’ya, A takıma yolladılar. 2003’te A Milli Takım gümüş madalya almıştı. Biz de o günlerde genç takımla Tayland’daydık. Öyle bir dönem oldu ki aslında geçiş yaşamadık, bizi direkt A takıma attılar. Dünya Kupası’nda oynadık ki Türkiye’nin ilk Dünya Kupası’ydı o. Geçiş dönemi, kaybolmaya fırsat vermedi. Jenerasyon da değişiyordu, o değişim bizle başladı, sonra da devam etti. 2003; tam Özlem Abla ve onların döneminin milli takımı bırakmaya yaklaştığı yıllardı. Bizi de çok güzel adapte ettiler. ‘85 jenerasyonundan dört-beş oyuncu üst düzeyde oynadık. Ama bir yandan çok yetenekli oyuncuların da ara dönemlerde kaybolduğunu söyleyebiliriz.
Özge: Genç milli takım dönemimizde şimdiki gibi kaliteli antrenörler ve yıldız oyuncular Türkiye’ye gelmiyordu. 2008’de Giovanni Guidetti geldikten sonra Vakıfbank’ta yaptığımız antrenmanlar ile gençlik dönemimizde yaptığımız antrenmanların alakası yok mesela. Ama bu kimsenin suçu değil. Yabancı oyuncular ve antrenörler geldikten sonra işler ister istemez değişti. Ekonomik katkılar da oldu. Acıbadem geldi, Fenerbahçe’ye yatırım yaptı. Zaten Eczacıbaşı ve Vakıfbank vardı. Diğer kulüpler de onları takip etti.
Altyapıdan sonra farklı yollar izlediniz… Bu neyin sonucuydu?
Özge: Genç takım yaşımız geçince bizden Güneş Sigorta’da kalmamızı istediler ama ben babama “Yedek kalırsam voleybolu bırakırım” demiştim. Oynamak istiyordum, İstanbul’a yedekte oturmak için gelmemiştim. O dönem Yeşilyurt’un başında Adnan Kıstak vardı ve beni çok istiyordu ki aynı zamanda genç milli takım antrenörümüzdü. O beni isteyince takımlar anlaştı, iki yıllığına Yeşilyurt’a gittim, öyle başladı hikâyem. İyi ki de gitmişim, çok güzel iki yıl geçirdim orada. Sonra Güneş Sigorta’ya geri döndüm.
Gözde: Özge’nin yedek olduğu dönem benim de önümde iki yabancı vardı ama ben “Burada kalacağım ve bu takımın smaçörü olacağım” diye düşündüm hep. Kariyerime bakarsan önümde hep iki yabancı oldu zaten, ben hiç iki Türk ile oynamadım. Bu da bana hep bir motivasyon sağladı. Beni de iki-üç sene önce birkaç takım istemişti ama onca yılın ardından gidemedim.
İkizler hep benzer şeyleri düşünür ve hisseder derler ama bazen farklı karakterlere de rastlarız…
Özge: Biz çok farklıyız, nasıl oldu biz de anlamadık. Gözde daha planlıdır, bense hiçbir şeyi planlı yapmam. Mesela Yeşilyurt’a gidişim de çok plansızdı, Polonya’ya gidişim de aynı şekilde… Bana bir şans gelir, iyi hissediyorsam giderim, kimse de beni durduramaz.
Uluslararası voleybol takviminin yoğunlaşmasının etkisi oldu mu size?
Gözde: Şöyle bir hayat düşün; 12 ay boyunca voleybol oynuyorsun ki bunun ağırlık antrenmanları da var. Vücudun tamamen dinlendiği, taş çatlasın üç-dört gün oluyordur.
Özge: Bence insanlar nasıl bir iş yaptığımızın farkında değil. Milli takım sporcusu olarak 12 ay hiç dinlenmeden sürekli antrenman yapıyorsun. Günde bir saat de yapmıyorsun bu idmanı; pazartesi-çarşamba-cuma sabah kalkıp halter yapıyorsun, sonra top idmanı yapıyorsun, yemek yiyip uyuduktan sonra akşam yine üç saatlik idmana çıkıyorsun. İnsanlar bunu anlamıyor işte; para kazanıyorlar, neden bu turnuvaya gitmek istemiyorlar, neden bu kadar yorgunlar diye yakınıyorlar ama biz zaten 21 yıldır voleybol oynuyoruz ve kafa olarak çok yorgunuz. 13 yaşında İstanbul’a geldik, o günden beri omuzlarımızda bir baskı var; “Biz başarılı olmalıyız çünkü ailemiz bizi buraya bunun için gönderdi” şeklinde…
Gözde: Bence öz güven denilen konu da ipte yürümek gibi bir şey; ben şu an 32 yaşındayım ya da 18 yaşındayım fark etmez, performansım tek bir şeye bağlı, o da öz güvenim. İki sene önce bir hastalık dönemi yaşamıştım, sezona geri dönemedim sonra. Kendime de sordum hatta: “Öz güveni nasıl bu kadar düşer bir insanın ya?”
Özge: Ve kimsenin haberi yok Gözde’nin böyle bir hastalıkla uğraştığından… Kimse hiç sorgulamıyor, “Acaba bu kıza ne oldu da bu hâle geldi?” diyen yok, sadece yüzeysel eleştiriler. Hemen etiket konuyor: “Gözde bitti!”
Hep yurt dışına gitmekten bahsettin Özge; biraz detay verebilir misin? Polonya özellikle…
Özge: Orada hem kulüpten, hem taraftardan, hem takım arkadaşından, hem antrenöründen gördüğün destek bambaşka. İyi de oynasan, kötü de oynasan, normal de oynasan… İlgi, saygı, iletişim… Burada şikayetçi olduğum her şeyin orada aksi var. Ben bir de buradan çok iyi ayrılmadım, giderken kalbim kırıktı.
Türkiye’den ayrılış sürecini anlatabilir misin biraz, kırgın olduğun konuşulmuştu?
Özge: Vakıfbank’tan Eczacıbaşı’na transfer olduğumda, senenin sonuna kadar sözleşmem vardı aslında ama Lorenzo Micelli antrenör olarak kaldı ve ben de çalışmak istemediğimi söyledim. Sözleşmem vardı, kalma hakkına sahiptim. Kulüple konuştum, onlar kalmamı istemedi ve iki ay sonra gitme kararı aldım. Şimdi geri dönsem, iki kulüpte de yine oynarım. Artık daimî kırgınlıklarım yok.
Ondan önce Vakıfbank’tan ayrılışın da yankı uyandırmıştı…
Özge: Benim asıl pişmanlığım da orada. Vakıfbank’la Şampiyonlar Ligi’ni kazandıktan sonra Brezilya’dan bir teklif aldım ama gitmedim. Polonya’da bir yıl oynadıktan sonra, bu kararımdan pişman oldum.
Yalnız yaşayınca kendinle kalıyorsun, her şeyi kendi kendine yapabildiğini, kimseye ihtiyacın olmadığını görüyorsun. O yüzden öz güvenin de artıyor. Çünkü 3 bin kilometre uzakta; ailenin, arkadaşlarının, kardeşinin olmadığı bir yerde tek başına çok da iyi idare edebiliyorsun. Konu bu.
Uluslararası düzeyde kazanılan başarılar, burayı senin için daha önemsiz hâle getiriyor olabilir mi?
Gözde: Bir sene Şampiyonlar Ligi’ne çok önem verdik; baktık Türkiye Ligi gitmiş. Bir sene tam tersi oldu; Şampiyonlar Ligi’ni kaybettik. Yani böyle motivasyon eksiklikleri yaşanıyor bazen. Özellikle kadınlarda yaşanmaması imkansız zaten. Farklı psikolojik iniş-çıkışlar olabiliyor. Tek bir örnek vermek gerekirse, regl dönemine göre ruh hâli değişen insanlarız sonuçta.
Özge: İtalya’da çok daha önceleri yüksek tempo olduğu için onlar epey alışmış bu başarılara. Ama bize 2011’den sonra geldiği için, biraz farklı oldu. Şampiyonlar Ligi’ni kazanmaktan öyle bir tatmin alıyorsun ki Türkiye Ligi’ni unutuyorsun.
Vakıfbank’ın rekorlar kitabına giren 73 maçlık bir serisi vardı. O esnada psikolojiniz nasıldı? Bittikten sonra bir rahatlama mı oldu? “Daha devam edebilirdi” duygusu var mıydı?
Gözde: 30’lara kadar falan bize söylenmemişti. “19’da 19 yaptık” falan diyorduk ama kimsenin de o kadar umurunda değildi. 40’lara vardığımızda artık insanlar bir, “Ooo yenilmezlik serisi!” falan demeye başladı. 73 maç bekliyor muydum? Hayır. Bir daha olur mu bir benzeri? Bilmiyorum. Bir baskı da yaratmadı çünkü; o 73 maçın içerisinde nereden baksan ya dört
ya beş tanesi 3-2 bitmiştir. Biri Galatasaray’a, biri Bursa Büyükşehir Belediye’ye, iki üç tanesi de Eczacıbaşı’na karşı… Kaybettiğimiz gün de bence olması gereken oldu; çünkü Fenerbahçe 3-0 yendi bizi ve inanılmaz oynadılar. Sonuçta bu, karşı takımı da çok fazla motive eden bir şey. Bizde “Bitse de kurtulsak” hissi hiç olmadı mesela ama “Biz yenilmez bir takımız” falan diye düşündüğümüzü hatırlıyorum. Bence yine de zamanında bitti. Çok güzel bir dönem yaşadık, bütün kupaları aldık. Los Angeles’ta Guinness Rekorlar Kitabı’nın müzesi var, rekoru kırdıktan sonra denk geldi, oraya da gittim. Müzenin içinde olmak ve o anı yaşamak çok güzeldi.
Vakıfbank’tan Eczacıbaşı’na geçtikten sonra karşılıklı çok fazla maç oynamıştınız, o Şampiyonlar Ligi’ndeki eşleşme mesela… Nasıl hissetmiştiniz?
Gözde: Çok ayrı bir his ya! Şimdi ben bunu nasıl anlatayım kelimelerle? Bilmiyorum, yazılır mı yazılmaz mı ama Özge’den bir blok yesem, sanki “Bilerek yaptı” denilecekmiş hissi vardı bende. Sende olmayabilir çünkü pasörsün ve smaç vurmuyorsun. Ya da Özge servis attı, manşet hatası yapsam yine aynı şey. İnsanlar bilerek yaptığımı düşünür mü diye içimden geçirdim. Bir de Eczacıbaşı’yla oynuyorsun ve Şampiyonlar Ligi… Annem ve abim Özge’yi tutuyor anlamadığım şekilde, öyle bir baskı altında oynuyordum en başta. Hep onu daha çok tuttular zaten! (Gülerek)
Özge: Çok güzel ama… Hem mutlu oluyorsun hem mutsuz. İki duygu da var. Onun için mutlu oluyorum ama kendim için mutsuz oluyorum. Bu 40 yılda bir olabilecek, herkesin başına gelmeyecek bir şey. Olimpiyat mesela; oraya gittiğimizde oyunlarda birçok ayrı ikiz vardı ama voleybolda hiç yoktu. Gözde’nin zihinsel olarak benden daha güçlü olduğunu düşünmüşümdür hep. Birçok takımdan gitme sebebim de o eksikliğimdir. Benim arada, hapishanedeymiş gibi hava almaya ihtiyacım oluyor. Bir yerde kalamıyorum, İstanbul’da yaşarken bile 12 ev değiştirdim. Değişikliğe ihtiyacım oluyor. Gözde ise aynı kulüpte kalır, aynı evde yaşar… Öyle bir farkımız var.
Gözde: Nasıl bir kaderimiz var? Üniversiteyi aynı zamanda bitirdik, voleybola aynı anda başladık, altı ay arayla boşandık, 31 yaşından sonra ikimizde de reflü başladı. Böyle bir kader bizimkisi… 31 yaşından sonra reflü başlar mı ya?
Demin kadınsal iniş-çıkışlardan bahsettin ya, regl gibi… Bunları konuşmak, ülkenin toplumsal kodlarında tabu kapsamına giriyor. Yine de tüm bu zorluklara rağmen kadınlar, erkek meslektaşlarına göre daha az zamanda, daha az yatırımla, daha büyük başarılar elde edebiliyorlar. Bunun üzerine konuşmak ister misiniz?
Gözde: Ülkemizde kadına biçilen rolde hep sıkıntı var. Üstüne şiddet de geliyor. Ayrıca, kadınların erkeklerden daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Birçok alanda hem de… Branş olarak bakalım; basketbolda, teniste, voleybolda… Hepsinde erkeklerden çok daha başarılıyız. Biz kadınlarda şöyle bir şey var; “Ben aldığım paranın hakkını vereceğim” diyoruz. Erkeklerde ise “Ben bu parayı alacağım” algısı var bence, hakkını vermeseler de oluyor.
Ben hem Özge’den hem de çevremdeki insanlardan bildiğim için söylüyorum; mesela o milli takım formasını giymek için ölürdük biz. Bence Türkiye’deki erkek sporculara belli bir seviyeye gelmek yetiyor.
Affet ama futbolcular çeyrek finale çıkıyor diye milyon dolarlık prim alıyor. Biz Özge’yle İtalyan olsak ünlüydük mesela; 1500 tane reklam filmimiz, dergi röportajlarımız, sponsorlarımız vardı. Biz bunların peşinde hiç koşmadık, Instagram hesabımı bile geçen sene açtım.
Başka sporlara ilginiz var mı? Örnek aldığınız birileri oldu mu?
Gözde: Voleybol dışında en çok tenis maçlarını izlemeyi seviyorum. Özellikle şu günlerde sabahtan akşama kadar Avustralya Açık izliyorum. Tenisçilerin mental yapıları hep ilgimi çekmiştir. Bizim de üzerimizde kazanma baskısı var ama onlar bunu kortta tek başlarına omuzluyorlar. Federer, Nadal, Djokovic, Serena ve diğerleri… Çok önemli mesajlar ve hikâyeler taşıyorlar. Bana ilham kaynağı oluyorlar.