Uche ve Högh…
Aslında birini yazsam yeterliydi biliyorum. Birini söyleyince öteki otomatikman peşine yazılıyor. İki uzun kariyerin 5 senesini yan yana oynadılar ama sanki ilkokuldan itibaren aynı sırada oturuyormuş gibi kalıyorlar insanın aklında. Hatta kundakları karışmış gibi.
Bizim nesil ikililere yabancı değil. Smith ve Jones namıyla maruf kovboylar Hannibal Hayes ve Kit Curry ile büyüdük mesela. Tek kanallı günlerin şahane macerası. Zeki Metin her cumartesi evimizin baş köşesindeydi. Düşman kardeşler Tom ve Jerry, kuklalar Edi ile Büdü, Mavi Ay’ın platonik aşık dedektifleri Maddy Hayes ve David Addison, Bonnie ve Clyde, zorlarsan Thelma ve Louise…
İkili kavramını seviyor insanoğlu. Sırtını dayayacak birini arıyor çünkü. Omuz verecek bir dost belki, rakı masasında karşına oturacak hoşsohbet bir ahbap. Yanında güvendiği biri olsun istiyor hayatta. Hani ileri atılacakken gözünü kırpmadan sırtını dönebileceğin biri. Öyle…
Fenerbahçe de böyle birini arıyordu o zamanlar. Alparslan Eratlı gittikten sonra bir türlü o göbeğe ayağı top yapan, şöyle dikine çıkabilecek birini bulamamıştı. Önce Uche geldi. Tank gibi bi adam. Başı Kurbağalıdere’de sonu Boğa’da. Abi biraz ağır gibi yaa, ne diyosun? Ama baksana pırpır adamlara yetişiyor kardeşim, adımı büyük demek ki. Biraz da lakayt gibi sanki, ağzında sürekli sakız, fazla sakin. Dur hele erken hüküm vermeyelim.
Sonra o göbeğin yıllardır aranan eksik parçası olduğunu ilerleyen haftalarda anlayacağımız ikizi geldi. Farklı ten renginden, farklı milletten ruh ikizi. Aslında pek hatırlanmaz ama daha önce Brondby’de yan yana oynamışlardı. Birbirlerini tanıyorlardı. Tanımaktan öte biliyorlarmış. Hani yıllar sonra bir arkadaşınızla karşılaşırsınız, biraz sohbet muhabbet ayrılırsınız, sonra telefonunuza bir mesaj gelir; “Sen bana eskiden de hep iyi gelirdin” diye. Öyle…
İkisinin zirvesi Parreira’lı sezon oldu. Brezilya milli takımını dünya şampiyonu yapıp gelen Brezilyalı dingin ruh. Adamda bir sabır var, Gandhi saygı duruşu yapar. Uche ve Högh’ün isminin ezberlendiği yıldır. Takım o kadar sabırla ve enine top oynuyordu ki, maratondan değil de kale arkasından izlediğinizi zannedebilirdiniz. Rakip gelene kadar üst üste 300 pas yapabilirdi ikisi. O sırada nasıl bir kaynaştılarsa ceza sahasının önüne Çin Seddi’nden sonra uzaydan görülebilen en büyük yapıyı kurdular. Nasıl bir ruh iletişimiydi bilmiyorum ama o top oradan geçmiyordu. Sanki birbirlerine GPRS cihazıyla bağlıydılar. Daha o zaman yoktu ama olsun.
Birini çalımlasanız öteki karşınızda gıcık gıcık gülerek duruyordu. Hani mahallede birine yumruk attığında arkanı dönmeden abisi gelir ya, öyle. Biri gülünce öteki de gülüyordu sanki. Hani böyle iki dosttan biri kaçırılır, zaman geçer öteki gelmek bilmez, artık son sayılırken yetişir kurtarır. Kurtarılan tebessüm eder; geleceğini biliyordum, der ya, öyle. Birbirlerinin geleceğini hep biliyorlardı. Dost böyle bir şeydi zaten.
Yıllarca hiç yenemediğimiz ezeli rakibi deplasmanda yenerken biri atıyor, öteki tutuyordu. Manchester’ın Old Trafford’da 40 yıl sonra ilk yenilgisi aldığı maçta da aynı duvar örülüydü. Aslında iki iyi futbolcu değil, birbirini kollayan iki sağlam adamdı Uche ve Högh.
Sonra gelen her stoper ikilisi onlarla kıyaslandı. Muhtemelen sonsuza kadar da öyle olacak. Luciano – Tomas hiç fena değildi mesela, hatta Lugano ve Edu döneminde çok daha büyük başarılar elde edildi. Ama onlar başkaydı işte.
Bu yazıyı neden mi bugün yazdım? 18 yıl önce bugündü. 4 Nisan 1999. Fenerbahçe, Beşiktaş’ı ağırlıyordu. Maratonun maraton, tribünün tribünün olduğu zamanlar. Şampiyonluğa giderken talihsizlikler yaşamış Fenerbahçe. Vural, Metin Diyadin’in ayağını kırmış Samsun’da, düşüşe geçmişiz. Kritik maç. Beşiktaş öne geçti. Olsun gol yenir, atılırdı. Sonra bir şey oldu. Uche yerde kaldı. Kamera onu gösteriyordu. Öylece oturuyordu. Anlayamadık. Sonra ayağını gördük, kaval kemiğinden aşağısı sallanıyordu. Kırılmış. Öyle sakin sakız çiğneyerek sağlık ekiplerini çağırdı ki krampon sıyırıp geçmiş zannederdiniz. Üç yerinden kırıktı ayağı. Sedye getirdiler. O ayağı kendi tutup koydu sedyeye. Yanında yine sarışın ikizi vardı. Son kez yan yana oynadıklarını bilmiyorlardı o zaman. Ya da tam tersi, en iyi onlar biliyordu belki.
Högh Chelsea’ye gitti sonra. Uche 8 ayın ardından bir sonraki sezonun ortasında dönebildi sahaya. Artık yalnızdı, yanında başka stoperler vardı ama yalnızdı işte. Yılmadı yine. O meşhur Antep geri dönüşünde kafasının yanıyla vurup koşarken sarışın ikizine selam çakıyordu sanki. Yine öyle karizmatik, yine devdi. Ama asla o 95-99 dönemindeki gibi olmadı defansın ortası.
Sonra futbolu bıraktılar. Adlarını her duyduğumuzda yüzümüzde bir tebessüm belirdi. Unutuldular mı? Asla. Artık Zeki Metin, Lorel ve Hardy, Nokta ile Virgül gibi efsaneler arasında yazıyor adları tarihte. Hatta simitle çay gibi kuruyla pilav gibi. Yıllaaar yıllar sonra Ataköy’de bir salonda Avrupa kupasını kucaklayan basket takımının bir siyah bir sarışın ikilisi Udoh ve Vesely’nin sarılmasını görenlerin aklına hep 20 yıl öncesinin ruh ikizleri geldi.
Bugün artık kişisel gelişimlerle sosyal medyayla giderek bireyselleşen hayatta ikili olmak çok zor. Birbirinden önce aynaya bakıyor insanlar. Hayatta omuz vereceğin insan bulmak giderek zorlaşıyor. Daha bencilleşiyor dünya. Futbol giderek kopuyor tribünlerden. Endüstri her yere yayılıyor. Daha üstün yetenekler izliyoruz belki. Ama damağımızda bir burukluk var ya hani. O burukluğun tam orta yerinde Zeki Metinli günlerin sıcaklığının hasreti duruyor aslında. Uzatmayalım. Hayat akıp gidiyor. Hayat herkese Uche’nin Högh’ü Högh’ün Uche’si gibi dostlar versin. Eyvallah…