Socrates’in Ekim sayısı için hazırladığı Yabancı Kuralı dosyası için konuştuğu isimlerden biri de Altınordu Başkanı Seyit Mehmet Özkan’dı.
İlk olarak genel bir sorudan başlayalım. Siz bu yabancı sayısı tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz, tartışmaya hangi noktadan bakıyorsunuz?
Ben 10 yıl önce, bu toprakların çocuklarına yatırım yapılmadığını, imkân sağlanmadığını, onlara tahammül gösterilmediğini düşünerek futbola yatırım yapmaya karar vermiş bir Don Kişot’um. Çünkü kimse yapmıyor bu işi. Zaten benim baktığım pencereden ülke futbolunda üretim olmadığı gözüküyor. Karşımıza çıkan oyuncuları dağda açan kardelen çiçekleri gibi düşünün. Onlar kendiliğinden çıkıyor.
Türkiye’de bir futbolcu ancak 25 yaşından sonra kendini buluyor, oyun bilgisi gelişiyor ve profesyonel anlayışına hâkim oluyor. Kim çok oynarsa gelişiyor, kim oynayamazsa geride kalıyor. Halbuki 5-6 yaşından itibaren çocuklara yatırım yapılsa, istenen çıta 20’li yaşların başlarında yakalanır. O nedenle bizim mutlaka yatırım yapmamız gerekiyor.
Zamanında Fatih Terim ve TFF bir karar aldı. Çünkü yerli futbolcu sayısı azdı. Az olan değerlenir. Bu nedenle yetkililer fiyatların çok yükselmesini durdurmak adına piyasayı açmayı, piyasaya yurtdışından da oyuncu girmesini planladı. Bence o zaman çok haklılardı, zira gerçekten uçuk fiyatlar vardı. Eskiden Türkiye’de gümrük duvarları vardı. Sanayici, ziraatçi gümrük duvarlarıyla korunuyordu. O zaman da biz kendi içimizde körler sağırlar birbirini ağırlıyorduk. Dünyadan kopuk kapalı bir ekonomi içinde yürüyorduk. Futbol da işte ona benziyordu.
Şimdi o dönem bitti fakat bu sefer de A Milli Takım’a oyuncu bulunmamaya başladı. Mircea Lucescu “Her takım 2-3 tane yerli oyuncu oynatıyor. Ben kimleri izleyeceğim?” dedikten ve Ukrayna yenilgisinden sonra konu tekrar konuşuldu. Hırvatistan’ı yenince ise sular duruldu. Türkiye böyledir, bunun adı da popülizmdir. Bizim günlerimiz popülizm içinde geçer.
Bunun doğrusu ortasıdır, bunun doğrusu kulüplerin futbola yatırım yapmasıdır. Bu kadar hazırcılık olmaz. Bu memleketin 30 milyon genci var. Bu ülkedeki kulüplerin tek görevi insanları eğlendirmek değil, aynı zamanda toplumun çocuklarına spor yaptırmak ve onları geleceğe hazırlamaktır. Stadyumlar sadece cumartesi-pazar halkımız gidip, orada “Vur kır parçala, bu maçı kazan” diyerek deşarj olacağı bir maç kazanma yeri değildir. Arenalar; Roma İmparatorluğu döneminde vardı. Artık oralar arena değil!
Kulüpler çok popülist davranıyorlar. Hatta ve hatta ultra popülist davranıyorlar. Şimdi bir takım kontrol edici, denetleyici kurallar konacak. Tabi ki taban örgütü kulüplerdir. Kulüpler yatırım yapmak istemiyorlarsa TFF onları ne kadar zorlayabilir ki? O zaman iş devlete gelecek ve “Ey kulüpler! Madem bu kadar kaynağı israf ediyorsunuz. Hadi hepiniz futbola yatırım yapın” diyecek. Kulüpler mutlaka TFF tarafından bir takım altyapı kriterlerine ulaştırılmalı.
Bu işi en iyi bilen isimlerden birisiniz, en net cevabı da siz verirsiniz. Kulüplerin kendi altyapı sistemlerini oturtması için ne kadar zaman ve para gerekiyor?
Bu 3-5 yılda yapılacak kolay bir iş değil. En az 10 yıl beklemeden olmaz. 10.000 saat kuralı burada da geçerlidir. Zaten o da 10 yıla karşılık geliyor. 10 yıldan sonra geri almaya başlayacaksınız. Bunu Almanya da yaptı. Bu bir değişim projesidir, evrimdir ve bir anda olmaz. Bir takım ilkeleri ve kuralları oturtmak çok zaman alır. Çok fazla parametre var.
İlk yatırıma arazi hariç 5 milyon Dolar veya 5 milyon Euro diyebiliriz. Yapılacak işe göre, yere göre değişir bu rakam. Bu iş komple bir iştir. Beslenme, barınma, eğitim, sosyal faaliyetler, özel turnuvalar, kişisel gelişimler derken bu işe yıllık 10 milyon Lira yatırmak gerekir.
10 yıllık bir süreçten bahsediyorsunuz ama Türkiye’de neredeyse ortalama üç yılda bir kural değişiyor…
Devamlı değişen veya değişecek yabancı kuralları da bu yatırımlara ket vurmaz. Biz çok sık Avrupa’ya gidiyoruz. Çünkü Türkiye’de altyapı turnuvası geleneği yok. Orada ise her yerde turnuvalar var ve biz onlar arasından turnuva seçiyoruz. Böylece çocuklarımız hem farklı kültürlerden kendi yaşdaşlarıyla karşılaşıp başka çevreler görüyorlar hem de yarışmacı bir organizasyona giriyorlar. Bu da onların gelişimine katkı sağlıyor. Ama bunların da ek masrafları oluyor.
Esasında, her şeyi de TFF’den beklememek lazım. Türkiye’nin en üst iki liginde 36 tane kulüp var. Bu 36 kulüp her sene iki tane altyapı turnuvası düzenlese, 72 tane turnuva eder. Bu da çok güzel bir şey yaratır. Çocukların daha çok maç yapması lazım. Akademi ligleri bir yere kadar talebi karşılıyor. Ama artık orada oynayacağımız maç sayısı 35’i zor buluyor.
Akademi liglerini nasıl değerlendirirsiniz? Memnun musunuz oradaki işleyişten ve yapıdan?
2008’de başladığında çok iyiydi. Ama giderek heyecanını yitirdi. Şu anda da maalesef iyi değil. Örneğin 2.Lig’de bulunan Karşıyaka, Altay, Bucaspor gibi kulüplerimiz yeni kural gereği, Süper Lig’de olmadıkları için akademi liglerine giremiyor. Almanya’da ise bir amatör takım dahi kendi yaş grubunda şampiyon olduğu takdirde bir sonraki sezon üst kategoride oynuyor. Yani iyi bir altyapı takımı varsa, Bayern Münih’in genç takımı ile aynı ligde oynama imkânına sahip olabiliyor. Gençlerin arasında da 1.Lig, 2.Lig ve 3. Lig diye kategoriler var. Bence bu sistem daha iyi olur. Çünkü Türkiye’de altyapıya önem veren amatör kulüpler de var. Bu sayede onlar da desteklenmiş olur. Sadece A takım bazında kategorilere ayırırsanız vaziyet iyi olmaz. Süper Lig’de altyapıyla hiç alakası olmayan kulüplerle maç yapıyoruz. Hele U-21 Ligi, zoraki bir lige döndü.
Siz de zaten geçen sezon çekilmiştiniz…
Evet ama bizim çekilmemizin nedeni çocuklarımızı A takıma almamızdan dolayıydı. Şimdi U-21 liglerine de bir heyecan vermek lazım. Bonuslar, ek gelirler koymak gerekebilir. Bir takım primler koyulmalı ki maçların biraz çatırtısı olsun. Öbür türlü sadece yapıp savmak adına yapılan işler gibi oluyor.
Yapılacak çok fazla iş var. Bunların hepsi yeniden yapılanma işlemleri. Futbol dünyası, futbola yatırım yaparak mı yoksa yerine ikame ederek mi büyüyeceğinin kararını vermeli.
Şu anda Süper Lig, Avrupa’da 10. sırada galiba. 80 milyon nüfuslu insanımız var. O kadar büyük bir nüfusa, bu kadar çok genci olan ve genci olduğu için gurur duyan bir ulusun gençliğine yatırım yapmak en doğrusu gibi geliyor bana.
Altınordu devamlı örnek gösteriliyor. Hatta Aziz Yıldırım bile “Herkes Altınordu projesini örnek almalı” dedi. Fakat bunu derken de kendisi Fenerbahçe başkanlığındaki 20. yılını geçiriyor ama bu süre içinde altyapı konusunda eylemsiz kaldığını söyleyebiliriz. Siz özellikle o tarz takımların belli bir seviyede olamamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir kere kitle kulüpleri var. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş; Türk futbolunun katalizörleridir. Sistemi yukarıya çeken itici güçlerdir. Onlar hep yarışmacı olmak ve şampiyonluğa oynamak zorundalar. Onların “Biz bu sezon ikinciliğe oynuyoruz” demeye bile hakkı yoktur. Bu yüzden de onların sahaya çıkaracağı oyunculara, hem yönetimlerin hem de taraftarların herhangi bir opsiyonu ve tahammülü olmaz.
Genç, çaylak oyuncu oynaya oynaya tecrübe kazanacak. O çaylaklık döneminde muhakkak büyük hatalar yapacak ve takımına puanlar kaybettirecek. Bu puan kayıpları takımların şampiyonluklarına neden olabilir. O nedenle de o takımlar hep tecrübeli ve en iyi en formda oyuncuları transfer eden bir politika izlemek zorundalar. Üç büyüklerde altyapıyı istediğiniz kadar güçlü tutun ama piramit yukarıya doğru çıktıkça, yani A takım seviyesine geldikçe çocukların en üst seviye profesyonellere rakip olabilmeleri için, Cengiz Ünder veya Emre Belözoğlu gibi sıradışı yeteneklerinin olması lazım. Bu da zor bir şeydir.
Üç büyüklerin yetiştirici kimlikle bir şey yapmaları daha da zordur. Ben Aziz Bey’in amatör spor branşlarında yaptığı hamleleri takdirle karşılıyorum. Müthiş yatırımlar yaptılar. Her spor branşında şampiyonluğa oynuyorlar. Bunlar güzel şeyler. Fakat profesyonel futbolda para çok büyüktür. Bir Avrupa Kupası’na katılamadığınızda 20-30 milyon Euro’luk gelirden olursunuz. Bunlar o kadar önemli paralar ki… Bu gelirden olmamak adında 3’er milyonluk iki futbolcu daha transfer ediyorsunuz.
Bu fasit bir dairedir. Ajax’ı da ele alalım. Sanmayın Ajax’ın ilk 11’inde de tamamen altyapısında oyuncu var. Özkaynağından gelen en fazla 2-3 tane oyuncu oyuncu vardır, diğerlerinin arasında da İspanya’dan, Belçika’dan gelen oyuncular dahi bulunur. Fakat Ajax’ın özkaynak kültürü 1970’lerden başladığı için orada devamlı altyapıdan A takımı zorlayan yetenekler çıkar. O yetenekleri de diğer takımlara dağıtırlar. O sayede oradaki futbol endüstrisine bir destekleri olur.
Mesela biz geçtiğimiz aylarda Borussia Dortmund’un U-17 ve U-19 takımlarıyla maç yapmak için Almanya’ya gittik. Tesislerde bakınırken, bir takımın antrenman yaptığını gördüm. Ben o takımı Dortmund’un A takımı sandım. Gözlerim hemen bizim çocuklar Nuri Şahin’i, Emre Mor’u aradı. Göremedim. Dediler ki, “Bunlar bizim U-21 takımımız!”
Ben şaşırdım. Şaşırınca, “Bizim bir de U-23 takımımız var” diye de eklediler. O U-23 takımının bütçesi diğerlerinden farklıymış. Ligde de durumları fena değil. Her an A takıma girmeye hazır kalitede oyuncular var. Onlar bir şekilde maçlara çıkıyorlar ve dikkat çeken oyuncular da diğer kulüplere transfer oluyor. Bu sayede U-23 takımı her sezon kendi bilançosunu artıda gösteriyor.
Arkadan gelen U-21 oyuncularını da onlara ekleniyor. İşte Altınordu modeli de yarınlarda böyle olacak. Türkiye’de keşke futbolcu sayısı çoğalsa da U-21’leri, U-23’lerı karşı karşıya getirebileceğimiz, kora kora mücadelelerin olduğu ligler olsa… Futbolumuz o sayede daha çok gelişir.
Ama bizde genelde U-21’deki oyuncu A takımdan gelen oyuncu olduğu için 90 dakikanın bitmesini bekler.“Lanet olsun” diyerek oynar. Bu aslında Türkiye’deki spor kültürü ile alakalıdır ve bunu çözmemiz gerekir. Para her şeyin önüne geçti. İnsanlar bunun bir meslek olduğunu göremiyor ve kendilerini salıyor. Senin kulübün sana U-21’de görev veriyorsa, git orada oyna, kendini göster, A takıma çık. Ama bir anda motivasyonu düşen oyuncu kayboluyor. Bu sebepten dolayı kaybolan o kadar çok oyuncu var ki…
Bunun arkasında yatan neden Türkiye’de futbolun tamamen eğlence amaçlı düşünülen ve yatırma ihtiyaç duyulmayan bir sektör olmasıdır. Afrika’dan, Güney Amerika’dan 30 yaşını geçmiş oyuncuları almak kolaydır. Onlarla da burada bir şey yaparsın ama Avrupa kupalarına ve milli takımlara gittiğin zaman zorlanırsın.
Yani Fenerbahçe’nin böyle bir altyapı misyonu edinmesinin mental olarak tutarlılığı yok. Mesela bir dönem Aziz Yıldırım, Ümit Milli Takım’daki oyuncuların büyük bir kısmını takıma transfer etmişti. Hepsi biraz oynadı, ama çoğu Fenerbahçe formasının ağırlığını taşıyamadı ve o formanın altında ezilerek gitti.
Ama İspanya’da Real Madrid altyapısı La Liga’ya en çok oyuncu veren kulüp. Onlarda da şampiyonluk baskısı çok yüksek. Ama bizdeki kulüpler kendileri kullanmasa bile, lige de oyuncu dağıtamıyorlar…
Öyle demeyin bence. Bakın, ben geçmişi hatırlıyorum. 28 yıldır bu işin içindeyim. Geçmişte, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın altyapısından başka kulüplere giden ve orada başarılı olan daha sonra da kendi çıkmış oldukları takımların başını ağrıtan önemli oyuncular yetiştirdi.
Ama uzun zamandır pek yok gibi…
Bunun arkasında toplumsal gerçekler de var. Mesela ülkemizde şehirleşme çok arttı. Sokak diye bir şey kalmadı. Caddeler araba doldu. Yayalara bile yürüyecek yer kalmadı. Arsalar yok oldu. Çocukların özgürce ve güvenli bir şekilde koşacakları, zıplayacakları alanlar ortadan kalktı. Haftada iki gün futbol okuluna gelerek bir yetenek yetiştirilmez. Bunların hepsi önemli şeyler. Bizde 12 tane scout çalışıyor. Okul maçlarını, amatör takımları, altyapı maçlarını izliyoruz. Ve gerçekten yetenek bulmakta zorlanıyoruz. Çünkü eskisi gibi değil. Bilgisayarlar da çocukların hepsini evlere mahkum etti. Bilgisayarlarla saatlerini geçiriyorlar. Obez ve hareket etmeyen bir topluma geçiş var. Aileler çocuklarının en iyi okullarda okumasını istiyor, o yüzden de çocukları sınavlara zorluyorlar. Çocuklar da sınavlarda başarılı olmak adına çocuklarını yaşayamıyorlar. Okullar beden eğitimi derslerini kaldırdı. Oysa İskandinavya’ya gittiğinizde beden eğitimi birinci derstir.
Eskiden de beden eğitimi çok işlevsel bir ders değildi…
Bunların hepsi ufak ufak etkileyen olumsuzluklardır. Burada devletin, “Evet, biz hem olimpiyat sporcusu yetiştireceğiz hem de Avrupa’ya futbolcu ihraç eden bir ülke konumuna geleceğiz. Bunun için de kulüpleri, çeşitli yapılandırmalara zorlayacağız. Biz de bunun arkasında duracağız ve kimse bunun arkasından sıyrılamayacak” diyerek bir politika belirlemesi gerekiyor. Bunlar 2-3 kişinin yapacağı işler değil. Fatih Terim de ilk geldiğinde çok ümitliydi. Ben de onunla konuştuğumda “Galiba bu sefer olacak. Futbolda üretken yapıya döneceğiz” demeye başlamıştım. Ama maalesef onu yapamadık.
Hatta o dönem ilk olarak 7+1’ler konuşuluyordu. Sonra 14 oldu. Bir anda fiyatlar düştü. Süper Lig’e yabancılar gelince, Süper Lig’de oynayan bir takım yerli oyuncular da 1.Lig’e geldi. Bu sefer
1.Lig’de fiyatlar yükseldi. Ama en azından orası Süper Lig gibi olmadığı için telafi edilebilir bir durumdu. Şu anda da bir şekilde gidiyor.
Sonuçta şehirler, hafta sonlarında takımlarının mutlu olmasını istiyor. Şehirlerde yaşayan insanlar, kulüplerinin zor durumda olmasını istemiyor. O başarılı olma hali, yani sonuç odaklı yaşam stres getiriyor. Üretim stresle olmaz. Üretim sakin ortamda olur. Üretim ilim ister, bilim ister, durup düşünmek ister…
Bu kural ilk çıktığında, TFF Başkanı Yıldırım Demirören ve Kulüpler Birliği Başkanı Göksel Gümüşdağ,”Bu kural yabancı kuralı değil, yerliye teşvik kuralı” demişti. Süreci bu demeç ışığında nasıl yorumluyorsunuz? Herhalde iş hiç oralara gitmedi…
Anladım sorunuzu ama o kadar çok örnek var ki…. Mesela Ozan Tufan, Bursaspor’dan Fenerbahçe’ye transfer oldu. Çocuk, “Ben Fenerbahçe’deki yabancıları görünce profesyonelliği anladım” dedi. Demek ki, yabancılar bu işe bizim toprakların çocuklarından biraz daha farklı bakıyor. Onlar daha çok çalışıyor. Başlarında bir antrenör olmadan kendilerine özel idmanlar yapıyorlar. Biz, çocuk programı düzgün yapıyor mu yapmıyor mu anlayabilmek için neredeyse her oyuncunun başına bir tane antrenör koymamız gerekiyor. Bunlar mental gelişimle ilgili konulardır. Bunun arkasında toplumun spor kültürü ve aynı zamanda meslek bilincinin gelişimi ile ilgili sorun olduğunu gösteriyor. Sonuçta yerleşik topluma geçmenin, şehirleşmenin sancıları bunlar. Bu bir süreçtir ve yavaş yavaş Türkiye bu süreci atlatacaktır. Bu da geçecektir. Geçene kadar da maalesef “Vur kır parçala” söylemi devam edecektir. Ne yazık ki yumuşak geçişler olmuyor, her zaman acıtarak oluyor.
Onun dışında mesela yabancı kuralı ile gençlerimizin daha çok çalışarak yabancıları geçeceği gibi bir durum olamaz. Çünkü teknik direktörün böyle bir imkânı yok ki! Adam her an kapının önüne konma korkusu yaşıyor. Hangi kulüp teknik direktörüyle beş yıllık büyük kontrat imzalıyor ki? Kim “Biz Ali Hoca’ya inanıyoruz, onunla beş yıl devam edeceğiz. Düşsek de onunlayız, çıksak da…” diyebiliyor? Kimse diyemez. İlk genel kurulda indirirler. Ben burada Arsene Wenger örneğini veriyorum. Arsenal herhalde 2004’ten beri şampiyon olamıyor. Fakat kulübün hissedarları Wenger’den memnun. Çünkü takım en azından hiç ilk 5’in altına düşmüyor ve Wenger de her zaman sezon sonu bilançosuna artı yazdırıyor. Böyle olunca da hissedarlar Wenger’in devamından yana oy kullanıyorlar. Bu bir stratejidir. Herkesin başat olması gibi bir durum yok ki?
Devletin bazı yapılandırmalar yapması gerekiyor dediniz. Herhalde yabancı sayısı bu yapılandırmalar içinde birinci öncelik değildir?
Yabancı sayısı konusu polisiye tedbir gibi bir şeydir esasında. İnsanları düzene sokmak için yapılır. Milli takımın aldığı sonuçlar üzerinden bu konular konuşuluyor. Farklı sonuçlar çıksa, farklı değerlendirilir.
Şimdi yabancı sayısına sınırlama getirilse, yine yerli oyuncuların aldığı ücretler artacak, yine ortalık karışacak. Bu arz ve taleple alakalıdır. Fiyat pazarda belli olur. Pazarda çok mal olmazsa fiyatlar artar. O zaman pazara üretim sağlamak lazım. Bence esas sorun da üretim yapılmamasıdır. Üretim tesisleri kurulmuyor. Böyle olunca da ithal etmek zorunda kalırsın.
Kulüplerin kendi bünyelerinden oyuncu yetiştirmeleri gerekiyor. Gençlerbirliği mesela, İlhan Abi (Cavcav) zamanında hiçbir zaman bu gazın içine girmedi. Çıkıyordu genel kurullara, “Bizim bu kadar paramız var. Şampiyonluğa da oynamayacağız” diyordu. Herkes de kabul edip İlhan Abi’ye oy veriyordu. Demek ki şampiyon olmadan da insanlar mutlu olabiliyor. Fakat şehirlerin isimlerini taşıyan kulüpler, şehirlerinin baskısıyla panik yaşıyorlar ve inanılmaz hatalar yaparak içinden çıkılmaz borçların altına giriyorlar. Şu anda böyle kulüpler var ve onlar nasıl kurtulacak bilmiyorum. Hâlbuki kendi çocuğuna yatırım yapsa inanın her sene 2-3 tane çocuk yukarıya çıkar.
Normal bir ürün düşünün, mesela kivi olsun. Benim gençliğimde kivi yoktu. Biz kivinin ne olduğunu bilmezdik. Önce kivi ithal edilmeye başlandı. Sonra Türkiye kivi yetiştirmeye başladı. Böyle bir süreç var. Buradaki en ironik kısım şudur; makineyi yaparsın ve eğer doğru yaparsan müşteri onu alır. Toprakta meyve sebze yetiştirirsin. Eğer ilacını, gübresini, suyunu iyi vermişsen, doğal afetlerde korumuşsan meyvesini alırsın. Fakat insan odaklı eğitim garanti değildir. Her bir insan, başka bir dünyadır. İnsan yetiştirmek dünyanın en zor işidir. Biz bunu iliklerimize kadar yaşıyoruz. Şu anda tesislerimizde 75 çocuğumuz kalıyor. İkinci lojmanı bitirince 40 kardeşimizi daha alacağız. Yani 100’ü geçeceğiz. Burada 115 tane ayrı dünya olacak. Ayrı anne babadan gelmiş, ayrı kültürlerden yetişmiş, ayrı eğitimler almış, her ne kadar bu toprakların çocukları olsalar da birbirinden ayrı özellikleri ve alışkanlıkları olan insanları bir arada tutmaya çalışacağız. Bunun da çok insani bir zorluğu var, bu çok önemli bir şey.
Peki tam bu noktada, bu çocuklara eğitim verecek antrenörleri sormak istiyorum. Onların gelişimlerini nasıl sağlıyorsunuz, çocukları emanet ettiğiniz antrenörleri hangi kriterlere göre belirliyorsunuz?
Bu da çok önemli bir konu. Çünkü herkes bir an önce A takıma kapağı atıp maç primlerinden yararlanmak, oradaki gelir kaynaklarından faydalanmak istiyor. Henüz olmadan oralara gitmek istiyor, ama böyle olmaz! Önce işin mutfağında çalışmak lazım. Biz kendimiz BESYO’daki iyi öğrencileri seçiyoruz. Onları önce futbol okullarında çocuklarımızın eğitimine veriyoruz. Orada çocuklarla olan ilişkilerine bakıyoruz. Kendini geliştirme, çalışkanlık, ahlaki durum ve işe olan saygıyı ölçüyoruz. Ardından da onları yavaş yavaş yukarıya çıkarmaya başlıyoruz. Önce ilkokulumuz olan Yeşilyurt’taki tesisimizde antrenör yapıyoruz. Oradan sonra lisemiz Metin Oktay Tesisleri’ne alıyoruz. En sonunda da A takıma alıyoruz. Mesela şu anda A takımı çalıştıran teknik direktörümüz Hüseyin Eroğlu, bu süreçten geçmiş bir antrenördür. 11 yıldır beraberiz. Onun altındaki kadro da Ufuk Kahraman Hoca, Sezgin Takmaz Hoca, Atilla Küçüktaka Hoca gibi hepsi bu hiyerarşik yapıdan geçerek geldiler oraya.
Biz dışarıdan da çok antrenörle çalıştık. Kısa dönem sürdü bunlar. Maalesef eskinin kötü alışkanlıklarını değiştirmek çok zor oluyor. O yüzden kendi yetiştirmemiz daha iyi oluyor. Ama mesela U-18 takımımız da, Hollanda’da 1.5 sene boyunca takip ettiğim bir Türk antrenörümüze teslim ettik. Ekrem Kahya Hoca’ya… Yani Avrupa’da da çalışkan, gelişime açık Türk antrenörleri de arıyorum. Onları da değerlendirmek istiyorum. Onların işe olan saygıları ve profesyonellikleri çok değişik. Buradaki gençlerimizin arasında 1-2 tane Avrupa mantalitesine sahip isimleri atarak karşılıklı bir gözlem ve gelişme sağlamayı düşünüyorum. Yani aslında çok iş var. Ama 10 sene öncesine dönsek ve bana “Bir daha bu işe girer misiniz?” deseniz, girmem. Mümkün değil girmem.
Neden? Artık bir şeyler kazanmaya, karşılığını alamaya da başladığınızı görüyorsunuz…
Biz artık üretim çemberinin içine girdik ama bu iş adanmışlık gerektiriyor. Hayatında sevdiğin şeyleri yapmayacaksın, en sevdiğin arkadaşlarını görmeyeceksin, konsere gitmeyeceksin. İnsana acı veren özverilerde bulunacaksın. Çünkü çocukların peşinden gitmen gerekir! Çocukların maçlarına gitmelisin. Çocukların seni görmesi, senden enerji almaları lazım.
Bizim çocuklarımız eskiden Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ile maç yaparken ürkerlerdi. Büyüklük vardı gözlerinde. Ama şimdi hiç ürkmüyorlar. Çünkü Altınordu’nun her şeyiyle kendilerine sahip çıkan bir organizasyon olduğunun bilincindeler. O özgüvenle de artık hiçbir şeyden geri kalmıyorlar.
Peki sistemde bir hatanız oldu mu? Dışarıdan peki bir hata gözükmüyor ama siz içeriden bir göz olarak bakınca, “Keşke bunu yapmasaydık” veya “Keşke şunu yapsaydık” dediğiniz bir şey var mı?
İlk zamanlar devamlı antrenör değiştirdik. Egosu çok yüksek olan insanlar geldi. Onu oturtmak çok zaman aldı. Bu süreç odaklı bir iştir ve bu işin sihirli kelimesi de budur. Fakat ilk yıllarda gelen antrenörler çok sonuç odaklıydı. Sonuç odaklı insanlarla bu iş olmaz.
Mesela üç büyüklerde top oynamış teknik direktörler altyapılarda başarılı olamazlar. Çünkü aşırı yenici karakterleri vardır. Her maça kazanma ruhuyla çıkarlar. Bu da altyapıda önemli olan yavaş yavaş gelişime ters bir duygudur. 15 yaşındaki kaleci çocuk elinden top kaçırıyor. Tabi ki kaçıracak! Manuel Neuer hiç mi elinden top kaçırmadı? Santrfor üç metreden topu auta atacak. 16-17 yaşındaki çocuk bunu yaşayacak. Yaşaya yaşaya geliştirecek kendisini. Burada o tahammülü gösterecek olan insan kim? Alex Ferguson!
Ferguson, çok büyük topçu değildi. Kendisi de söylemişti, “Benim en büyük özelliğim, sıradan bir futbolcu olmamdı. Formayı kapmak için çok çalışmam gerektiğini biliyordum. Hiçbir zaman Bobby Charlton kadar yetenekli olamadım. Bunu biliyordum. Teknik direktörlükte de bütün futbolcuları Charlton’dan daha iyi anladım. Bunun nedeni, benim sınırlı yeteneklerle var olmamdı” demişti. Bu iletişim uzmanlığı ve tahammül gösterebilme becerisiyle Manchester United’da bir dünya kulübü yarattı.
En son daha öznel bir soru sormak istiyorum. Bu kadar senedir işin içindesiniz. Hiç pişman olduğunuz durum oldu mu? Yanlış yaptığınızı düşündüğünüz neler oldu? Bir defa basına yansıyan oyuncularla tartışmanız olmuştu mesela…
Olmaz mı? Öncelikle ben etten ve kemikten yaratılmış bir insanım zaten. İçimde bir ruh taşıyorum. Kendi coşkularım, heyecanlarım ve endişelerim var. Makine değilim ki!
İsviçre’de bir defa böyle bir olay oldu. Çocuk çok saygısızca bir şey yaptı. Ben de kendimi tutamadım. Ama ardından herkesten özür diledim. Şu anda 62 yaşındayım ve o olayı hayatımın en büyük dersi olarak görüyorum. Bu tip olaylar bir daha olmaz artık.
Ama hayatta olacak böyle şeyler. Mutluluk çok azdır. İnsanı insan yapan çiledir, çektiği acılardır, sıkıntılardır. Mutluluk insanın ayaklarını havaya kaldırır. O bakımdan mutluluk azdır. Çünkü insan uçamaz, havaya kalkar ve kısa bir süre sonra tekrar iner. Biz de acılarla yoğrulduğumuz için, böyle olaylar yaşadığımız zaman onun acısını kendi içimizde kapatabiliyoruz. Kendimize cezamız var yani.
*Seyit Mehmet Özkan’ın görüşlerinin de yer aldığı yabancı sınırı dosyası, Socrates’in Ekim 2017 sayısında yer almaktadır. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.