Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolBir Liverpool Tribünü Anısı: Duvarın Öteki Tarafı

Doğup büyüdüğüm şehirde bir Şampiyonlar Ligi finali oynanacaktı. Gerçi stadyum şehrin biraz dışındaydı ama olsun...

Okulun bahçesinde oturuyordum. Mayıs ayının sonları, finallerin hemen öncesi… Galatasaray, birkaç gün önce Ali Sami Yen’de Gençlerbirliği’ne yenilmiş, şampiyonluk kaçmak üzere. Keyifler bozuk.  Yanıma bir çocuk geliyor, sorusu çok net ama o ortamda bir o kadar da anlamsız; “ Liverpool ile Milan arasında oynanacak Şampiyonlar Ligi finalinde görevli olur musun? Üstelik para da alırsın ’’

Sorunun ikinci kısmı hiç önemli değil. Biraz geriye dönelim. Şampiyonlar Ligi finalinin İstanbul’da oynanacağı aylar öncesinde açıklandığında çok heveslenmiştim. Bir Şampiyonlar Ligi finalini yerinde izlemek belki bir daha bu kadar yakın olmayabilirdi. Fakat, o ilk günkü coşku yerini zaman içinde gerçeklere bıraktı. Öğrenci halimle o bilet paralarını vermem zordu. Üstelik 2004’te finali Porto ile Monaco oynamıştı. Aynı şekilde iki düşük profilli takım İstanbul’a gelse, zarar edebilirdim! Aynı paranın daha azına bir Fenerbahçe – Galatasaray maçı izlemek daha cazip geliyordu.

Ama öyle olmadı. Porto veya Monaco değil;  Avrupa futbol tarihin en kült takımlarından ikisi yavaş yavaş finale geldi. İşin ilginç kısmı, o günlerde içimde iyi bir Liverpool sevgisi de vardı.  Kötü zamanlarında desteklediğim Liverpool, seneler sonra iyi günler geçiriyor ve Şampiyonlar Ligi finaline yükselerek İstanbul’a geliyor. Bense ufak hesaplar yüzünden biletsiz kalmıştım. İtiraf etmem lazım; Porto ve Monaco kadar Olimpiyat Stadı da kararımı şekillendirmişti. Daha bir sezon önce, hemen her hafta Olimpiyat Stadı’na gitmiş ve futboldan soğumuştum. Şampiyonlar Ligi finali de olsa oraya gitmek hiç cezbedici değildi.

Fakat Liverpool-Milan maçı olunca işler değişti.

Yanıma gelen çocuk, öldürücü teklifi tam ben bunları düşünürken yaptı: Büyük ihtimal saha içinde olursun!

Anında kabul ettim. Adını bilmediğim çocuk olayın nasıl işleyeceğini anlatırken adeta Münih’e gitmeye çalışan İlyas Salman’dım. Her şey çok normal ve kolay geliyordu. Olmuştu bu iş!

Maç günü sabahın erken saatlerinde Şirinevler’de toplanıldı. Benim gibi birkaç genç daha vardı ve yıllardır bu tip organizasyonlar çalışan adamlar. Minibüslere doluştuk ve stadyuma geldik. Maçın başlamasına en az 11 saat vardı. Bir gece önce, Taksim’i işgal eden Liverpool taraftarlarını izlemiştik; herkesin geceyle ilgili birçok anısı vardı. Muhabbet güzeldi. Derken orada bir iş için bulunduğumuzu hatırlatan kara vicdanlı kara ceketli adamlar geldi.

Önce kimliklerimizi aldılar, sonra aramızdan en uzun boylu olanları seçtiler, geri kalanları da stadyum kapılarına dağıttılar. Biraz sonra hepimize “Security’’ yelekleri verildi. O an daha net anladık; bizler maçın güvenlik görevlisiydik. Oysa ben, sadece getir götür işleriyle uğraşacağımızı sanıyordum.

Dünyanın gözü buradaydı. Spor dünyasının en ciddi organizasyonlarından biri düzenleniyor ve organizasyonun güvenliğinden ben sorumluyum. Ben ve benim gibi; hayatında güvenlikle ilgili hiçbir şey bilmeyen üniversite öğrencileri. Zaten sonradan öğrendik ki, aramızdan alınan uzun boylu olanlar saha içinde görevli olacaktı. Kendi takımlarının topçularına boyun eğdiren Milan’ın ultrasları ve holiganlık olayını dünyaya duyurmuş İngilizler. Olası taşkınlıkta, taşın altına ekine koyacak olanlar ise üniversite öğrencileri…

İyi ki uzun boylu değilmişim. Benim görevim daha kolay. Kapının önünde durmak ve insanların biletine bakmak. Batı kapısındaydım. Taraftarlar ‘Burası batı mı, doğu mu’’ diye soruyordu ben de cevap veriyordum. Aslında eğleniyordum da. Çoğunlukla Liverpool taraftarlarıyla muhabbet ediyordum. Bizi şehirlerine davet edenler bile vardı. Onlar bize Anfield’da maç izleme hayalini kurdurdular, biz de onlara Galatasaray-Fenerbahçe rekabetini anlattık. Aralarında Mondragon’u soran da vardı, Toshack’ın Beşiktaş’ından bahseden de… Bu arada bizi oraya sürükleyen çocuğu da ara ara görüyorduk ve öfkeli kalabalık olarak maçı izleyeceğimizden emin olmaya çalışıyorduk. Cevap ilk başlarda tatmin ediciydi ama maç saati yaklaştıkça ufak pürüzlerin çıkacağını tahmin etmiştik. En sonunda şık giyimli orta yaşlı bir kadın, bütün despot haliyle, ‘’Maç başlayınca kimse yerinden kıpırdamayacak, yoksa kimliklerinizi vermeyiz’’ diyerek nasıl bir cehenneme düştüğümüzü anlamamızı sağladı.

Hava da kararmıştı, güneş de gitmişti. Olimpiyat Stadı’nın geniş ve ıssız avlusu az önceki coşkusu ve heyecanını kaybetmişti. Bütün coşku az ilerideki demir parmaklıkların arkasındaydı. Biz yalnız kalmıştık ve moralsizdik. Şampiyonlar Ligi’nin efsane melodisi kulağımıza geldiğinde aramızda ağlayanlar oldu. Tamam, burayı abarttım… Ama artık işlerin hüzünlü bir hale geldiği belliydi. Tam o anda içeriden bir uğultu geldi. Yanımızdaki taksici “Milan attı, Maldini” dedi. Şampiyonlar Ligi finallerinin en hızlı golü… İçeride rekor kırılıyor ama biz izleyemiyoruz. Kim takar kimliği, artık hareket zamanıydı.

O gün orada tanıştığım Oğuz adlı bir çocukla birbirimizi gaza getiridk; “Hadi abi girelim, kimliği de boş ver yenisini çıkartırız”

Turnikedeki çocuklar da bizen farksızdı. Kandırılmış insanlar…. Üstelik onlar yerlerini hiçbir şekilde bırakamaz.  Çocuklara, “Turnikeyi açın da girelim” dedik. Oysa kesim talimat vardı, biletsiz kimse giremez. Çocuklardan biri kader ortağı olduğumuzu hissetti ve ‘’Madem biz giremiyoruz en azından siz girin’’ diyerek yol verdi. Artık stadyumdaydık. Üstümüzde security yelekleri vardı. Zafere Kaçış’ın final sahnesi gibi, hemen üzerimizden yelekleri çıkardık ve kalabalığın içine karıştık. Artık sivil bir insan gibi finalin tadını çıkarabilirdik.

Evet, Liverpool’u destekliyordum ama artık oraya bin bir zorlukla gelmişken, tek isteğim vardı; Kim olursa olsun biri gol atsın, en azından bir gol göreyim. Milan’ın Crespo ile attığı iki gole o nedenle sevindim. İlk yarı 3-0 bitince maça dair bir isteğim de kalmamıştı. Bundan sonra keyifli bir 45 dakika yeterdi. Üstelik Liverpool sahaya çıkınca taraftarların söylediği You’ll Never Walk Alone’a şahit olmak da artıydı. Ama o tezahüratın da 3-0 devam eden maçı değiştirecek gücüne o an inanmamıştım. Yine de ikinci yarı başlamadan maça dair tüm arzularım gerçekleşmişti. Fakat geri kalan sürede gördüklerimi bugün bile idrak edemiyorum. Üzerine filmle çekilen, belgeseller yapılan, tiyato oyunları yazılan, kitaplar çıkarılan bir 8 dakika.. Gözümüzün önünde tarihe tanıklık ediyorduk. Unutulmayacak bir tarihe… Belki de 8 dakikadan daha fazlası…

Penaltılarda Oğuz’un kimlik korkusu baş gösterdi. Görev yerine geri dönmeyi önerdi. Tabi ki reddettim. O sıralar 20 yaşında olan benim kimliğim tam olarak oradaydı. Takım tutan insanların aynı anda hüzünlerini, sevinçlerini, tutkularını, coşkularını, dramlarını, heyecanlarını görüyordum. O dönem Türkiye’nin çoğu yerinde maç izlemeye heveslenen biri olarak benzersiz ve tarifsiz bir deneyimdi. Bir kimliğim olacaksa o maçta, o anlarda şekillenecekti. Ben kalmayı tercih ettim. O penaltıları izledim. Dudek’in hareketleri Liverpool’un eskilerini geçmişe götürmüştür. Zaten duygusal anlarıydı iyiyce melankoliye bağladılar. Ama gecenin sonunda kazananlar oldu.

Sevinç gösterilerine ve kupa törenine kalmak istemezdim zaten. Orası artık İngilizlerin kendi yaşam alanlarıydı. Geri dönebilirdim. Geri döndüm. Çocukken ilk kez karşılaştığınız bir olayı arkadaşlarınıza anlatmak için hevesle koşarsınız ya öyle çıktım stadyumdan. Sanki anlatsam  kimsenin inanmayacağı bir şeyi yaşamıştım ve onu deli gibi anlatmak istiyordum herkese. Oysa tüm dünya izledi az önce. Milyararca insan bir şekilde tanıklık etti. Duvarın diğer tarafına geçen ben milyarlarca insanın önündeydim, onlardan biraz daha farklıydım. Her şey benim gözümde oldu. Ama duvarın diğer tarafında kalsaydım milyarlarca insanın unutulmaz anında, üstelik o kadar yakında, mahrum kalacaktım. Doğru kimliği seçmişim!

Maçın uzaması ve İngilizlerin kontrolden çıkması oradaki görev süresini de uzattı. İnsanlar evlerine saat 5 gibi anca dönebildi. Ekmek parası için gelenler için, bu unutulmaz maç biraz sıkıntı yaratmış olabilirdi. Ama yalan yok, ben huzur içinde uyudum.

Maçtan bir gün sonra Şenes Erzik, bir televizyon programında organizasyonu değerlendirdi ve “Kapılarda bazı sorunlar yaşansa da…” şeklinde bir cümle kurdu. Sanırım o sorun bizdik ama umrumuzda da değildi.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce