Giovanni Guidetti’yi anlatmaya, 2006’da başına geçtiği Almanya Kadın Milli Voleybol Takımı’nı sekiz sene içinde nereye taşıdığıyla başlayabiliriz. Ya da Türkiye’de antrenörlüğünü yaptığı VakıfBank ile 2012 yılından beri süregelen 73 resmi maçlık galibiyet serisiyle Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi nasıl başardığından söz edebiliriz. Onun düzeyindeki bir antrenörün dünya voleyboluna yaptığı katkıları arka arkaya sıralayabilir, upuzun bir liste de düzebiliriz hiç şüphesiz. Ancak İtalyan şefin spora kattığı lezzet, başka özelliklerinde saklı.
Bireysel sporlarda başarının rakamsal, performansa dayalı bir metriği vardır. Takım sporlarında ise başarıyı açıklayabilecek ölçüler arasında buna belki de en yakın şey, bireysel başarı kaygılarından kopabilmektir. Dışarıdaki kişiliğini sahaya girerken portmantoya asabilme, maç esnasında sahasına gelen topla birlikte file ve dokuz metre çizgisi arasında mekik dokuyabilme, her maç önü ısınmasında tek tek oyuncularının yanına oturup takımın nabzını yoklayabilme gibi ufak detaylar, antrenörlüğü farklı kılar.
2017 CEV Avrupa Voleybol Şampiyonası öncesinde, kendisini daha çok bir ‘orkestra şefi’ gibi gören Guidetti ile konuştuk ve antrenörlük yaklaşımındaki püf noktaları ilk ağızdan dinleme fırsatı bulduk.
Bay Guidetti, uzun bir sezonun ardından şu sıralar Türkiye Milli Takımı’yla önemli bir turnuvaya hazırlanıyorsunuz. Bu aslında kariyeriniz boyunca hep böyle oldu. Kulüp takviminden çıkıp birden yüksek konsantrasyon gerektiren milli takım takvimine geçişteki zorluklar nelerdir?
Bu işi yapmaya karar verdiğimde mobil bir hayatım olacağını baştan kabul etmiştim. Kulüp sezonu bittikten iki gün sonra milli takım eşofmanlarıyla yeni bir sezonun başlayacağını biliyorum. Buna alıştım. Alışmanın ötesinde bundan keyif alıyorum. Çünkü milli takım beni çok heyecanlandırıyor, kulüp takımıyla çalışmaktan oldukça farklı. Kulüplerinde genellikle iyi süre alan oyuncuları milli maçlarda kenarda bıraktığınızda veya onlara yeterli süreyi veremediğinizde, bir yandan da motivasyonlarını kaybetmemelerini sağlamanız gerekiyor. Bu hızlı geçişlerin getirdiği asıl mücadele de o noktada başlıyor sanırım.
Türkiye Milli Takımı ile geçirdiğiniz ilk yaz dönemini değerlendirebilir misiniz?
Öncelikle Dünya Şampiyonası Elemeleri’nde çok zorlu bir maçta önemli bir başarı elde ettik. Bulgaristan gibi güçlü bir rakibi evinde yenmek gerçekten büyük işti. Dünya Grand Prix’si ise daha farklıydı. En iyi kadromuzu öne sürsek bile geçemeyeceğimiz güçlükte rakiplerimiz oldu. Her ayakta dört farklı oyuncuyu kadroya aldım. Bu oyun kalitemizi düşürmüş olabilir; öte yandan çoğu oyuncu uluslararası düzeyde maç tecrübesi yaşadı. Bu yaptığım bir ilkti ve de son olacak. İyi sonuçlar vermemiş olabilir ama böylece genç oyuncuları daha yakından tanıma fırsatım oldu. Bu seneki Grand Prix -kadronun sürekli değişmesi sebebiyle- Avrupa Voleybol Şampiyonası öncesi çok da iyi bir prova olmadı.
Peki Almanya’da milli takım antrenörü olarak geçirdiğiniz sekiz senenin kariyerinizde nasıl bir yeri var?
Bu yıllar kesinlikle çok önemliydi. Almanya’dan önce ABD Milli Takımı’yla da tek yazlık bir tecrübem olmuştu. ABD Voleybol Federasyonu beni çağırdığında çok gençtim ve hiç şüphesiz benim için çok önemli bir tecrübeydi.
Ancak milli takım koçluğundaki temellerimi Almanya’da attım. 2006’da Almanya Milli Takımı’nın başına geçtiğimde hâlâ bir delikanlı sayılırdım. Hede erimiz vardı; mesela olimpiyat oyunlarına katılmayı çok istedik. Olmadı. Sorun değil, birlikte çok şey öğrendik. Bu süreçte sırf oyuncular değil, ben de büyüdüm. Delikanlılıktan yetişkinliğe doğru yol aldığım, harika oyuncularla çalışma fırsatı bulduğum güzel bir sekiz seneydi.
Türkiye Milli Takımı’ndaki tecrübenizi daha önce Almanya ve Hollanda’da gördüklerinizle karşılaştırabilir misiniz?
İnanılmaz bir kontrast var. Almanya ve Hollanda’da oyuncular tabir-i caizse milli takımı hayal ediyor çünkü orada daha üst düzeyde voleybol oynayabileceklerini düşünüyorlar. Zaten normal milli takım profili de aslında budur; yapabildiğinin en iyisini ortaya koymak için bir araya gelen bir grup deneyimli oyuncu. Türkiye ise bambaşka bir dünya! Kadroda çok sayıda yetenekli oyuncu var ve oyuncuları sürekli sıcak tutabilmek gerçekten zor iş. Burası ise oyuncuların deneyim kazandığı bir yer.
Bu kontrastın sebebi sizce ne?
Türkiye’de milli takım havuzundaki oyuncuların çoğu, takım arkadaşı oldukları ya da karşılıklı oynadıkları bir sezonun sonunda alışık oldukları salonlarda, kamp ortamlarında yine bir araya geliyorlar. Her şeyin İstanbul’da ve iç içe yaşanması bir avantaj olarak görülebilir. Bu çok özel, istisnai bir durum.
Son on yılda Türk voleybolundaki değişiklikler hakkında neler söylersiniz?
Türkiye dünyanın en iyi kulüplerine sahip. Ama Türk Milli Takımı için aynısını söyleyemem. Türk oyuncular –genç veya az genç fark etmeksizin– iyi maaşla yedekte durmayı düşük bir maaşla saha içinde olmaya tercih ediyorlar. Bu durum Türk voleybolunun gidişatı için hiç de parlak değil. Oyuncuların gerek Türkiye’de gerekse yurt dışında, sahada yer bulabilmek için daha ateşli olmalarını sağlamamız gerek.
Bu durum aslında biraz da yeni jenerasyon sorunsalı. Genç oyunculara şans verebilmem için yeteneklerini sergilemeleri önemli; ama daha da önemlisi hırslı olduklarını görmem. Gözde, Naz, Bahar, Güldeniz gibi oyuncular ilk zamanlarından beri hep oynamaya açtılar. Şimdilerde yedekte durmak kolay kabul edilebilir bir şey hâline geldi. Halbuki zamanında, yukarıda saydığım oyuncuları yedekte bırakmak neredeyse imkansızdı, çünkü oynamaya aç olduklarını gözlerinden okuyabiliyordunuz.
Türkiye’ye ilk geldiğinizde, kendi oyun felsefenizi yeni yeni oluşmakta olan bir voleybol ekolüne uyarlamakta zorlanmış mıydınız?
Bir antrenör için altın kural, kendisi kalabilmek. 2008’de VakıfBank’la sözleşme imzaladığımda hangi ülkeye gelmiş olduğumun çok önemi yoktu. Kendi voleybolumu oynatmak istiyordum. Elbette bana doğru gelen voleybolu öğretebilmek ve oynatabilmek her zaman kolay değil. Koçluğun en zor yanlarından biri de bu sanırım; başkalarını, istediğiniz şeyin doğru olduğuna ikna etmek.
Bunu yapmaya çalışırken ‘ego’ kelimesi nerede duruyor? Oyuncularınıza sizi sorduğumuzda, egonuzu diplerde tutarak takımla ranızdaki duvarları kırabildiğinize dikkat çekiyorlar…
Öncelikle şunu söylemeliyim ki ‘ego’, kullanmayı çok tercih ettiğim bir kelime değil. Koçluğa daha çok Formula 1 yarışlarında, tiyatroda veya orkestralarda olduğu gibi, bir tür ‘şeflik’ olarak bakabiliriz. Antrenör olarak idealim, takımı arkadan kollayan kişi olmak. Koçlukta bir tane doğru yol yok. Koç her şey olmalı; bazen baba, bazen arkadaş, bazen çavuş.
Bazen de takımın 13. oyuncusu…
Tabii… Burada önemli olan, takımınızın neye ihtiyaç duyduğuna kulak vermeniz ve ona göre bir rol benimsemeniz. Oyuncuya bugün iyi gelen şey, yarın farklı sonuç verebilir. Neyin iyi, neyin kötü gittiğini anlayıp ona göre hızlı tepki verebilmek gerek. Oyuncularıma her gün arkadaş gibi davranabilirim ama bu doğru olmaz. Sürekli acımasız biri gibi de davranamam tabii. Söylemek istediğim şey, öyle olmam gereken zamanların da gelebileceği… Koçluk; öğretmekle ilham vermek, yol göstermekle motive etmek arasında bir denge işidir. Bir orkestra şe gibi.
Bu orkestra şefleri arasında ilham aldığınız biri var mı?
Ze Roberto çok saygı duyduğum bir çalıştırıcı. Eskilerden ise ABD’li Doug Beal idolüm gibidir.
Kendisi de voleybol antrenörü olan babanız?
Tabii onun yeri çok ayrı. Voleybol oynadığım dönemde antrenörümdü ve benim için bir profesör gibiydi, ondan çok şey öğrendim.
Birçok spor dalında olduğu gibi, voleybolda da bitirici gücün hücum olduğu yönünde bir algı vardır. Ancak VakıfBank’a geldiğinizden beri, rakibini inatçı defansıyla hata yapmaya zorlayan bir takım izliyoruz. Blok-defans karakterini oturtmak sizin için öncelikli bir hedef miydi?
Evet çünkü benim için blok-defans sistemi ilk hücumdur. Hedefim iyi blokla, defansla ve istikrarlı servislerle atağı başlatan, rakibi üzerinde böyle baskı kuran takımlar oluşturabilmek. Tabii bu sistemi oturtabilmek için günlerce, haftalarca çalışmak gerekiyor. Güçlü hücum oyuncuları olan takımlara karşı oynamaktan hiçbir zaman korkmadım. Bu tarz takımlara karşı çözüm üretebileceğimi biliyorum. Öte yandan servisi kuvvetli, blok- defans sistemini iyi oturtmuş takımlardan hep korkmuşumdur. Çünkü blok-defans, aynı zamanda bir takımın ruhudur.
VakıfBank’ta gelmiş geçmiş en büyük voleybolculardan Malgorzata Glinka’yla da, geçen sezon CEV Şampiyonlar Ligi’nde Final Four MVP’si olan genç Zhu Ting’le de çalıştınız. Ama takımlarınızın karakteristik özelliği, sahada hiçbir zaman tek bir büyük ismin sivrilmemesi. Bunu nasıl bir oyuncu yönetimine borçlusunuz?
Benim için bu kulübe emek veren herkes aynı derecede yıldızdır. Eğer bir takımsak, file koptuğunda yardım eden saha görevlisinden antrenöre kadar herkes dahildir buna. Bana düşen ise oyuncu yönetmekten ziyade, herkesin bu kulübe aidiyet hissetmesini sağlamak. Oyunculara gösterdiğim dikkati, kulüpte her gün gördüğüm insanlara da göstermem gerekir. Herkes “VakıfBank’ın parçasıyım” diyebiliyorsa takım olmuşuz demektir. Bir konserde yakalanan ruh gibi, herkes havaya girebilmeli.
‘Ego’ sözcüğünden bahsediyorduk. Dünya voleybolunda günümüzün önde gelen birkaç antrenöründen birisiniz. Bu noktaya gelmek ister istemez bir özgüven yaratmıyor mu? Ya da tersten soralım; egodan arınmış birinin bu noktaya ulaşması gerçekten mümkün mü?
Ego, “Ben en önemliyim” demektir. Ama takım, farklı bir anlam taşıyor. Takım Glinka’dan, Zhu’dan, Guidetti’den çok daha yukarıda. Takımın bir parçası olabilmek için ego bir kenara bırakılmalı. Tabii ki insan başarı kazanmak, işinin en iyisi olmak ister. Ama bu, kişiyi takımdan daha önemli kılamaz, en azından kılmamalı. İşte bu yüzden ‘ego’ kelimesinden pek hoşlanmıyorum. İnsanlar başarıyı izlemeyi, başarıya tanıklık etmeyi seviyor. Gazeteciler ve taraftarlar yaptığım işlere övgüler yağdırıyor. Takdir edilmek güzel ama bir antrenör olarak istediğim şey bu değil. Günün sonunda ismi okunacak kişiler, orkestramdaki solistler olmalı. Ben değil. Benim görevim sadece, onlara en iyi performanslarını sergileyebilecekleri yolu göstermek.
Bu röportaj, Socrates’in Ağustos 2017 sayısında yer almıştır. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.