Bu yazının orijinali, “Darius Vassell: ‘I felt as if the goat looked at me just before it was sacrificed” başlığıyla The Guardian‘da yayımlanmıştır:
Takım takım gezen bir futbolcu olmak istemiyordum. Aston Villa oynamak istediğim tek kulüptü ve Manchester City’i sevmek için büyütülmüştüm fakat aynı şeyleri İngiltere’de tekrar yaşamak istemiyordum; yeni ve tamamen farklı bir şey istiyordum. Menajerime, İngiltere’de benim için doğru olan hiçbir şey kalmadığını ve yurtdışına gitmenin tek seçenek olduğunu söyledim. Yurtdışında yaşamaya, yeni bir dil öğrenmeye, yeni bir kültüre adapte olmaya yatkındım, dolayısıyla bunun harika bir fırsat olacağını düşünüyordum. Fransızca öğrenmekteydim ve orada oynamak istedim ama doğru kulübü bulamadık.
Menajerim Türkiye’de bir kulüp seçeneği ile geldi. Ankaraspor adındaki bir Süper Lig kulübünün benimle ilgilendiğini söyledi. “Ankaraspor” olduğuna emin olup olmadığını sordum, “Ankaragücü” olarak düzeltti. Onlar daha da gösterişsiz bir kulüptü!
Kulübün internet sitesi pek de resmi bir kulüp izlenimi vermiyordu hatta yanlış sayfaya baktığımı bile düşündüm, fakat ne kadar başka bir site arasam da bu onların internet sitesiydi. Kafamda her şeyi ölçüp tarttım ve onlarla tanışıp, ortama bir göz atmak için uçmaya değeceğine karar verdim.
1 Temmuz 2009’da Ankara’ya uçtum ama Ankara Esenboğa Havaalanı’nda gördüğüm karşılamaya hazır değildim. Binlerce taraftar bayrakları ve formalarıyla beni karşılamaya gelmişti ve inanılmaz bir gürültü yapıyorlardı; tamamen şok olmuştum, daha önce hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım. “Hoşgeldin” pankartları ve meşaleler tutan insanlar vardı. Bütün televizyon kameraları bana dönük hâldeydi.
Havaalanından çıkıp delicesine bir kalabalığın içine yürüdüğümde muhtemelen far tutulmuş tavşan gibi görünüyordum. İnsanlar, atlayıp zıplayarak “Dar-ee-us Varr-sell, Dar-ee-us Varr-sell, Olé, Olé, Olé!” tezahüratları yapıyordu. Kalabalığın içinde yürürken, bana takmam için bir Ankaragücü atkısı verildi, ardından bir sürü atkı ve forma da üzerime atıldı.
Bir genç kadın bana, kulübün renkleri olan sarı-lacivert renklerde çiçeklerden yapılmış bir buket verdi. Biraz sonra, bekleyen arabalara binmek için bana daha yakın olmak isteyen insanların birbirini itekleyerek oluşturduğu büyük bir kaosun içinden geçmem gerekti. Bir Türk kulübünü ziyaret eden İngiliz futbolcudan çok Nelson Mandela gibi bir dünya lideri ya da bir rock yıldızı için görmeyi umacağınız türden bir karşılamaydı.
Birçok taraftar arabalarına atlayıp bizi takip etse de, kalacağımız yere ulaşmayı başardık. Menajerlere, bu inanılmaz tepkinin bana oldukça ilginç göründüğünü söyledim. Menajerime, imza atmaya gelmediğimi sadece kulübü tanımak için burada olduğumu hatırlattım.
Menajerim ve ben bu işi bir sonuca bağlamak için hemen hemen aynı minvalde, dürüst bir konuşma yaptık. 21 Temmuz’da sözleşmeyi imzalamak için Ankara’ya döndüm ve hayatımın en detaylı sağlık kontrollerini yaptırdım.
Gözlerim hatta saçım dahil bütün vücudum test edildi. İmzamın onlar için önemli olduğunu zaten biliyordum ama ne kadar ciddi olduğu o anda kafama dank etti. Farklı bir şekilde söylemek gerekirse, uzaya gönderilecek bir kapsülün içinde gibi hissediyordum.
Bu benim için yeni bir başlangıç ve tekrar olgunlaşma şansıydı. Maalesef dinlenmek için vakit yoktu. Kulübün sezon öncesi hazırlık kampı için Avusturya’ya uçmam gerekiyordu. Takım arkadaşlarımla ilk akşam yemeğimde, Bayern Münih seviyesine çıkmış, İngilizce konuşabilen orta saha oyuncusu Barbaros beni hemen rahatlattı.
Kaptan gelene kadar kimsenin yemek yemediğini ve masadan kalkılacağını söyleyene kadar kimsenin kalkmadığını farkettim. Saygı oldukça önemliydi ve bu hoşuma gitmişti. Herkesin elini sıktım, alacağım tepki konusunda gergindim. Uyumaya gittik. Ertesi gün ilk antrenmanıma çıkacaktım. O gün yemekten sonra akşam üzeri, hepimiz müzikli küçük bir bara gittik. Antrenörümüz Hikmet Karaman da bizimle birlikteydi. Kültürel ve dini sebeplerden dolayı alkol yoktu ama herkes Türk müziği eşliğinde dans ediyordu. Bir anda bir grubun alkışla müziğin ritmine tempo tuttuğunu duydum ve insanlar ortaya dans etmeye gidiyordu. Sıranın bana geldiğini görebiliyordum, açıkçası bu hiç de istediğim bir ilgi değildi.
Oldukça tedirgindim. Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun! Derin bir nefes aldım, aniden dans etmeye başladım ve bir anda beni içlerine alıp, sırtımı sıvazladılar. Artık onlardan biriydim. Hikmet tıpkı bir düşünür gibi görünüyordu, bunun küçük bir test olduğunu ve benim tepkimi izlediğini hissettim. Beni kulübe o getirdiği için üzerinde bir baskı vardı ve benim rahat olduğumu görmesi gerekiyordu. Gözlerin üzerimde olmasından nefret ederim ama bu yıllarca alıştığım bir şeydi. Hikmet, birkaç dakikalığına bu garipliğe son verdi. Bu konuda ona teşekkür borçluyum.
Sonraki gün, antrenör bana sürmem için bir bisiklet verdi fakat frenleri ters taraflardaydı. Bunu, bir dağ eteği inişinde ani bir fren yapmak zorunda kalana kadar farketmemiştim; bisikletin üzerinden çalılara uçtum. Antrenör mahcup olmuştu. “Ben şimdi bunu nasıl açıklayacağım” der gibi bir bakışı vardı. Takımın geri kalanı stadyumda antrenman yaparken, yalnızca ikimiz dağa hafif bir fitness eğitimi için çıkmıştık. Benim imza atmam için harcanan efordan sonra ilk maçta olmamamın sebebi olan bir sakatlığın sorumlusu olmak istemiyordu. Daha topa dokunmamıştım bile. Neyseki iyiydim. Saçımdaki çalıları temizledim ve çok daha dikkatli bir şekilde devam ettim.
O sırada, kulüpte kapalı kapılar ardında bir şeyler olduğunu hissediyorduk. Planlar son anda değişmişti, çalışanlar ve futbolcular sinirlenmiş görünüyordu.
Elektrik kesintileri vardı, oyuncular hiçbir açıklama yapmadan ayrılıyordu ve taraftarlar arasında huzursuzluk söylentileri vardı.
Mesela, ilk geldiğim zamanlarda olan bir izin günümde, antrenman bittikten sonra otobüsün beni şehre bırakacağı ve bir şoförün beni alacağı söylenmişti. Fakat hiç kimse gelmedi, ben de Volkan Demir’i aradım ve kimsenin beni almak için ayarlanmadığını söyledi. Çalışanlar o saate kadar çoktan ayrılmıştı ve otobüs gitmişti; ben ter içinde, çantamda cep telefonum ve omzumda sallanan botlarımla yolda kalmıştım. Tesisler kapanmıştı dolayısıyla şehrin ortasında eşyalarımla tek başımaydım.
Menajerimi aradım, neler olduğunu anlattım ve kontratta söylenen hiçbir şeyin henüz yapılmadığını söyledim. Sözde sürekli bir şoförüm olacaktı ve ben yolları öğrenene kadar birinin sürekli yanımda olacağını söylemişlerdi. Oldukça üzülmüştüm, antrenmandan dolayı yorgundum ve sanırım bütün bunların acısını menajerimden çıkarıyordum. Bana geri dönüş yaptı, kulübün bize olmayacağını söylediği ne varsa olduğunu hatırlamıştı ve haksızlığa uğramış hissediyordu.
Menajerim, daha çok probleme hazır olmamı ve Birleşik Krallık’ta olduğu için bana çok da fazla yardımcı olamayacağını söyledi. Çok kızgındım ve bu, menajerimle son konuşmam oldu. Menajerimin hiçbir şey yapamayacağı belliydi, yapabilseydi bu zamana kadar yapacağına emindim.
Kontratı yapalı aylar olmuştu ama henüz tek bir şeyi bile ayarlayamamışlardı. Pazarlık için harcadığımız saatler önemsiz görünüyordu. Menajerim, aylar sonra bana Türkiye’de olanlar için özür dilediği bir mail attı ama cevap vermedim. Menajerimin o tepkisinden sonra Ankara’da kendi başıma olduğumu biliyordum.
8 Ağustos’ta Diyarbakırspor’a karşı yedek olarak ilk maçıma çıktım. Deplasmandaki maç 2-2 bitmişti. Maçı çok hatırlayamasam da yeri ve atmosferi oldukça iyi hatırlayabiliyorum.
Barbaros, Diyarbakır’ın oldukça farklı bir yer olduğu konusunda beni uyarmıştı. Ülkenin Güneydoğu Anadolu kısmında, Suriye ve Irak tarafındaydı. Kültürel olarak Ankara’dan oldukça farklıydı. Şehir ve stadyum da oldukça eskiydi. Bütün gün mide ağrısı çektim ve tuvalet ihtiyacım olduğu zaman tuvalet, soyunma odasında yerdeki bir delikten ibaretti ve içine düşebileceğimden korkmuştum. Sifon ya da başka bir şey yoktu. Bambaşka ama alışmam gereken bir dünyaydı.
Yapmak istediğim son şey Türkiye’den şikayet etmekti çünkü burası artık benim evimdi. Önceki deplasmanda Ankaragücü oyuncuları, yerel halk tarafından otel kapısında uyarılmışlardı; eğer kazanırlarsa olay çıkabilirdi, sahaya çıktıklarında atmak için şişelerce idrarları vardı ama Barbaros bütün bu gözdağlarını görmezden gelmem konusunda beni uyardı. Biraz gerilmiştim ve tetikteydim.
O dönem bunun değişik bir deneyim olduğunu düşündüysem de sezonun ilerleyen bölümündeki bir iç saha maçında karşılaşacaklarıma kıyasla bu hiçbir şeydi. Takım otobüsüyle sahaya gittik, maçtan önce stadyumun dışında otobüsümüz bir keçinin kurban edilmesi için durduruldu. Etrafta sadece çalışanlar ve futbolcular vardı. Keçinin kesilmeden hemen önce bana baktığını hissettim ve o zamanlarki blog’umda, kesinlikle bir hayvansever olduğumu farkettiğim zamanın o olduğunu söyledim.
Dramatik davrandığımın farkındayım, yıllarca otobüs koltuğundan birçok şeye şahit olmuştum ama bu tamamen yeni bir şeydi. Bazı futbolcular, iyi şans getirmesi için kanı kramponlarına ve kafalarına sürdü. Bu onların kültürünün bir parçası olduğundan, onlara saygısızlık etmek istemedim ve sadece izledim. Katılmamı istemediler ama bu konuda iyi olup olmadığımdan emin olmak istediler ki bu yapmak zorunda olmadıkları oldukça saygılı bir davranıştı. Jamaika’daki ailemin bunu oldukça normal bulacağından haberleri bile yoktu. Ipod albümümü Tupac’tan Bob Marley’e geçirdim ve kendimi maça hazırlamaya başladım.
Kulüpteki ikinci, evimizdeki ilk maçım, bir hafta sonra Manisaspor karşısındaydı. Son dakikada skoru 1-1’lik eşitliğe getirmeyi başardım. Bu aşamada, orta sıralardaki bir takım olduğumuzu fakat ilk altıda olacak kadar iyi olmadığımızı farkettim. Dolayısıyla her maç daha da zor olacaktı.
Bir hafta sonra, 2-2’lik İstanbul Başakşehir maçında ikinci golümü attım. Üç maçta iki beraberlik olmuştu ve ben iki gol atmıştım. Barbaros herkese, benim gol kralı olacağımı söylüyordu ve soyunma odasında sadece gollerimle değil çalışkanlığımla da konuşuluyordum. Taraftarlar tarafından “Kara Boğa” olarak adlandırılıyordum ve özgüvenim göklerdeydi.
Buna rağmen 26 Eylül’deki Gaziantep deplasmanına kadar maç kazanamadık, dolayısıyla kazanmayalı neredeyse iki ay olmuştu. O ay, Volkan kulüpteki görevinden atılmıştı ki bu Ankaragücü’nde iyi gitmeyen şeylerin olduğuna işaretti.
Hikmet, sezonu ilk sekizin içinde bitirmesi yönünde kulüpten büyük baskı görüyordu ve pek de etkileyici olmayan başlangıcımız bu konuda pek yardımcı olmuyordu. Dolayısıyla üstlerindeki bu belirsizlikle kulüp sahibinin ve yönetim kurulunun değişmesiyle sezon sonunu getiremeyeceğini biliyordu. 12 Kasım’da görevinden alındı.
O zamanlar Crowne Plaza’da kalıyordum. Hikmet kovulduktan bir gün sonra, odamda otururken otel müdüründen bir telefon aldım. İyi bir adamdı, orada konaklamam boyunca benimle ilgilenmiş, neye ihtiyacım olduysa hemen yardımcı olmuştu. Fakat bu konuşamanın tonu biraz farklıydı. Çok iyi İngilizce konuşuyordu, bir anda duygusuzlaştı ve gün sonuna kadar otelden ayrılmam gerektiğini söyledi. Saat akşam 7 civarıydı, kulüple buluştuğunu ve bu konu hakkında onlarla konuşmam gerektiğini söyledi. “Kesinlikle kulüp bana neler olduğundan bahsedecektir. Yani akşam üzeri olmuş ve otelden atılmak üzereyim” diye düşünüyordum, olanlar hiç mantıklı gelmiyordu. Bir şekilde bilgilendirilmeliydim. Yeni yetkililer geldiği için kulüpte kimi arayabileceğimi bilmiyordum ve bundan rahatsızdım. Bütün bunları çoktan duymuş olan, kulübün sekreteri Osman’ı aradım.
Endişelenmememi ve otele gelip benimle konuşacağını söyledi. Geldiğinde bana döndü ve “Her şey yeni başlıyor” dedi. Bu bana haftalar öncesinden beri bahsettiği yönetimdeki ve kulübün yapısındaki değişime göndermeydi. Benim için sorun yaratmaya ve şimşekleri üzerime çekmeye çalıştıklarını hissetmişti.
Benim tarafımda değil, kendi taraflarında olan güçlü taraftarlara ihtiyaçları vardı. Kulübün yeni yönetiminin temsilcileri benim hakkımda, çok aktif bir gece hayatımın olduğu, odama insanlar getirdiğim ve gece yarısına kadar parti yaptığım hakkında dedikodular yayıyorlardı. Otel bu konudaki en iyi yargı organıydı kesinlikle. Yeni yönetim ayrıca Hikmet’i de bu yönde etkilemeye çalışmıştı ama o bütün bunların saçmalık olduğunu biliyordu. Bütün bunlar benden kurtulmak için miydi?
Osman bana döndü ve bir telefon konuşması yapacağını söyledi. Telaşlı bir şekilde toparlanıyor ve her şeyi üst üste atıyordum. Kalmam için başka bir otel bulmaya çalışıyordu ve Ankara’daki Rixos Grand Otel’den birini tanıyordu. Eşyalarımın hepsini, gazeteciler tarafından karşılandığım lobiye taşıdım. “Otelden çıkarıldığımı nereden biliyorlar?” diye düşündüm. Birisi, olanları onlara sızdırmıştı.
Kazanamadığımız ya da berabere kalamadığımız bir maçta, çalışanların hiçbir şey kazanamadığı bir duruma gelmiştik ve bunu düzeltmeye çalışanların bir parçası olmak iyi hissettiriyordu. Elektrik kesintileri olduğunda ve takımın otobüsüne el konulduğunda takım birbirine daha da yakınlaşıyordu. Antrenmandan önceki ve sonraki yemeklerde çalışanlar tabaklarımızı doldururdu. Her şeyin arka planında, ben takımıma gittikçe daha çok yakınlaşıyordum ve yaşadığımız haksızlıklar paylaşılıyordu. Bütün bunlara karşı İngilizce tepkileri “This is Ankaragücü, it is normal” (Burası Ankaragücü, bunlar normal) oluyordu. Birlikte gülüyorduk, gerçekten çok alçak gönüllülerdi.
Bildiğim diğer şey yeni bir teknik direktörümüz olacağıydı: Fransa ile Euro 2000’i kazanan Roger Lemerre. Real Madrid ve Chelsea’da oynamış Geremi, kiralık olarak Paris Saint-Germain’den gelen Jérome Rothen imza atmıştı. Slovakya’nın milli forveti Robert Vittek ile de sözleşme imzalandı.
Kulüpteki son golümü, 28 Şubat 2010’da 1-0 kazandığımız Gençlerbirliği deplasmanında attım. Bu benim için büyük bir rahatlama olmuştu. Çok duygulanmıştım, gözyaşlarımı zor tuttum ve kendimi toparlamam beş dakikamı aldı. Gol attıktan sonra ağlamam ilginç görünebilirdi ama gol atmak onlar için her hafta yapmak istediğim bir şeydi. Noterde saatler süren toplantılar, atlanan ödemeler, İngiltere’ye gidip gelmeler, görevden alınmalar, üzgün yüzler, bütün suçlamalar ve hayal kırıklıkları ve bütün yalnızlığım, gözlerimden yaş olarak süzüldü. O günü dün gibi hatırlıyorum, Ankara’da geçirdiğim zaman için çok önemliydi. Futbol, bana bunları hissettirmemeliydi. Bu gerçekten hoşuma gitmemişti.
Kulüpteki son maçım, 9 Mayıs’ta sezonun final maçı olan 3-0’lık Fenerbahçe yenilgisiydi. Sezona dönüp baktığımda, Türkiye’de Harry Kewell, Milan Baros, Elano ve Roberto Carlos gibi çok yetenekli futbolcular vardı. Dolayısıyla standart yüksekti. Alper Potuk, Caner Erkin, Arda Turan, Emre ve bizim Ceyhun Eriş gibi harika Türk futbolcular da vardı. Türk futbolunda iyi iş çıkarabileceğimi hissetmiştim.
Ülkedeki saha dışı zamanlarımı aslında sevmiştim; ağız sulandıran kebaplar, taze balık ve şarap gibi harika yemekler tatmak ve insanlar benim için mükemmeldi. Ücret almak istemedikleri için, parayı masada bırakmam gerekirdi. Daha misafirperver olamazlardı. Genelde yemek zamanlarını, taraftarlarla ya da avukatım Cem Papila, Volkan ya da Osman’la geçirirdim. Buluşma ayarlayıp, Ankara’nın yemeklerini tattığımız zamanlar, taraftarların yüzündeki ifadeyi görmek harika hissettiriyordu.
İngiliz berberlerim George ve Theo ile rekabet edebilecek, Türk usulü ustura traşımı oldum. Taraftarlardan hediyeler aldım, otel çalışanlarının isimlerini öğrendim, Atatürk hakkında bir şeyler öğrendim, yavaş yavaş yollara, kestirmelere, yemek yenecek salaş yerlere aşina oldum. 2015’te Ankara’ya döndüğümde dahi insanlar beni sokakta tanıyıp durduruyor, elimi sıkıp beni evime dönmüş gibi hissettiriyorlardı. Kim bilir? Belki işler farklı bir şekilde ilerleseydi, orada kalabilirdim…
Çeviren: Gizem Denizcioğlu