Dosya: Atahan Altınordu – Kutay Ersöz
Galatasaray’ın 1980’lerin ortasında başlayan yolculuğu, 2000 yılında Kopenhag’a uğramış ve Yeşilköy’e Avrupa kupası ile inerek taçlanmıştı. Galatasaray ve Türk futbolu tarihin en parlak günlerini yaşıyordu. Birçoklarına göre yeni yüzyıl; Türkiye’nin ve Galatasaray’ın olacaktı. Tam da o günlerde, 25 Ağustos 2000 günü Süper Kupa maçı oynandı. Büyük emeklerle yapılan pastayı kremayla süsleme zamanıydı.
Dünya sosyetesinin buluşma noktası Monako’da bir yaz akşamında oynanan final maçı, aradan 17 sene geçmesine rağmen hâlâ unutulmadı. O günlerde hedefler arşa yükselmiş, finallerin tekrarlanacağı düşünülüyordu ama Real Madrid maçı Türkiye’nin son Avrupa Kupası finali oldu. Tarihi maçı Monako’da yaşayanlar, hem o akşamı hem öncesindeki güzel günleri hem de sonrasında yaşanan hayal kırıklıklarını Socrates’e anlattı.
1- İKİ KUPA ARASI
Hakan Ünsal (Futbolcu): Biz o dönem yapılacak 1-2 takviyeyle Şampiyonlar Ligi’nin en büyük favorisi olacağımızı düşünüyorduk. Bunu hem konuşuyorduk hem de buna inanıyorduk. Fakat tam o anda Fatih Terim’in gitmesi bizim için ilk başta büyük bir şok oldu; şaşırdık ve üzüldük.
Burak Elmas (Futbol Şube Sorumlusu): Süper Kupa’ya giderken yönetim kurulu olarak çok zor bir yaz geçirdik. UEFA Kupası’ndan sonra malum AIG konumuz vardı. Arkasından Fatih Hoca bugün bile hâlâ üzerinden şakalaştığımız “Siz gönderdiniz, siz gittiniz” tartışmaları eşliğinde Fiorentina’ya gitti. Ne olduğu çok önemli değildi, sonuçta Fatih Hoca’ydı ve gitmişti.
Faruk Süren (Kulüp Başkanı): Fatih Hoca Fiorentina’ya gitmek istedi, onu uğurladık. Teknik direktör yoktu ama takım programa uygun olarak kampa gitmişti. Ali (Dürüst), Burak ve benden oluşan bir ekip kurduk. PSG’yi çalıştıran Luis Fernandez ile İsviçre’de konuştuk ve hatta anlaştık. Ama çocuğunun hastalığı nedeniyle eşi Türkiye’ye gelmek istemedi.
Burak Elmas: O sırada Ali Dürüst, kariyerinin başındaki Roberto Mancini ile görüşüyordu. Ben de bir yandan Avrupa Şampiyonası’na gidip milli takımlardaki oyuncularımızla görüştüm. Hakan Şükür’ün gidip gitmediği henüz belli değildi; Inter’e transfer olduğunu orada öğrendim. Hagi ve Popescu, takımın uluslararası tecrübesi en yüksek isimleriydi, onların fikirlerini aldım. İki Rumen teknik adam önerdiler.
Faruk Süren: Anghel Iordanescu ve Mircea Lucescu… Hagi, Iordenescu’yu daha çok istiyordu, ona biraz daha meyilliydi. Biz de o yüzden Lucescu’yu tercih ettik.
Burak Elmas: Başkan, “Madem ikisi de iyi hoca, o zaman Iordanescu’yu almayalım, yoksa bunlar takımın kontrolünü ele alırlar. Biz Lucescu’yu alalım” deyince Ali Abi hemen görüşmeyi yaptı. Ben de Hagi ve Popescu ile görüşmeye devam ettim çünkü yeni gelen hocaya acil destek vermeleri gerekiyordu.
Faruk Süren: Sıra, sistemin en önemli parçası olan santrfor bölgesine yeni bir oyuncu transfer etmeye gelmişti. Bir gün muhabbet ederken, ikinci başkanımız Mehmet Cansun’un ağzından Mario Jardel ismi çıktı.
Burak Elmas: Mehmet Abi’nin pozitif düşüncesi ve girişimleriyle başlayıp bizim detaylarını takip ettiğimiz bir süreçtir Jardel transferi. Geldi Yönetim Kurulu’na, “Ya, bu Jardel’i alalım biz” dedi. Jardel o zaman Avrupa’daki her takımın transfer hedefiydi. Biz “Gelmez” derken Mehmet Abi “Ben konuştum, gelecek” dedi ve birkaç gün sonra beni Florya’ya çağırdı. Üstünde Hawaii gömlek, altında şort, elinde Bond çanta, yanında Jardel’in menajeri… Üçümüz Florya’da oturuyoruz, Mehmet Abi’nin rahatlığı beni de rahatlatıyor. Zaten öyle bir egodan uzaktır ki bazen o işi bitirir, siz kendiniz yaptınız zannedersiniz. “Sen otur anlaş işte” dedi bana. “Abi ne anlaşacağız, sen ne söz verdin bu adama?” diyorum ama Mehmet Abi öyle rahat ki… Başkan’ın haberi olup olmadığını sordum, “Hallederiz onları, sen konuş” dedi. Sonra da kalktı teknesine gitti. Ben Jardel’in menajeriyle detayları konuştum, anlaştım. Ama nasıl ödeyeceğiz diye kara kara düşünüyordum.
Faruk Süren: Telsim devreye girdi, 8 milyon dolara forma reklamı verdi. O zamanlar öyle bir para yok tabii, o işler 1 milyona falan oluyordu. AIG sayesinde Opel ile de görüşüyorduk. Ama bir gün Cem Uzan ile Malaga’ya uçarken bu işi bitirdik.
Burak Elmas: Öyle bir baskı altındaydık ki o dönem… Ali Abi’yle biz zaten her zaman karamsarız; Jardel helikopterle Florya’ya inip imzaya oturduğunda bile “Acaba bir pürüz çıkacak mı” diye birbirimize bakıyorduk.
Faruk Süren: Mehmet güzel bir şey yaptı, ama biraz pahalıya yaptı! 7-8 milyon dolarlık bütçemiz vardı ama Jardel’i 16 milyona aldık. Bir sonraki senenin ücretini de ona verdik. Ne yapalım, aldık işte!
Burak Elmas: Transferi bitirmiştik. Jardel idmana çıkmıştı. Tam rahatladık derken Lucescu beni aradı ve “Bu adam iyi bir oyuncu değil galiba. Futbol oynayamıyor” dedi. Biz panik olduk. Ali Dürüst ve Aziz Üstel’le kampa gittik. Hazırlık maçında Jardel hakikaten çok kötü oynuyor, kaval kemiğiyle pas veriyordu. Türk futbol tarihinin en büyük parasını verip getirdiğimiz adamın futbolcudan uzak bir görüntüsü vardı. Zürih sokaklarında Ali Dürüst, Aziz Üstel ve ben, iki saat boyunca “Hepimizi topa tutarlar bu herif böyle çıkarsa” diye dertli dertli yürüdük. Bonservisi ödedik mi, teminat mektupları gitti mi, transferi iptal edebilir miyiz; bunları düşünüyoruz… Bir yandan Mehmet Abi’yi arıyoruz, “Oğlum siz manyak mısınız?” diyor. Sonunda bunun bir adaptasyon süreci olduğuna karar verdik. Hocayla da konuştuk; “Transferi yaptık, artık bir şekilde faydalanacağız” dedik.
Fatih Akyel (Futbolcu): Açıkçası biz Hakan Şükür’den sonra işimizin biraz zorlaşacağını düşündük. Çünkü devamlı pres yapan bir takımdık ve o pres de en önde Hakan’la başlardı. Jardel ise pres yapan bir oyuncu değildi. Daha sakin ama daha golcü bir yapısı vardı. Önce bir “Ne oluyor?” dedik ama çabuk kaynaştık. Topları Jardel’e taşıdık, her pozisyonda onu gördük. O da hemen gollerini atmaya başladı.
Ümit Davala (Futbolcu): Portekizce ve biraz İspanyolca hariç hiçbir dil bilmiyordu. Elle kolla, vücut diliyle ancak anlaşıyorduk. Bizim gözümüzde hiç koşmayan, mücadele etmeyen ama iş bitiren oyuncuydu.Her zaman doğru yerde bulunurdu, en büyük özelliği de buydu. Antrenmandan sonra sağdan soldan ortalar kesip ona ceza sahası içinde son vuruşları çalıştırıyorduk. Kendisi bunu özellikle isterdi. Birçok oyuncunun ayağıyla çektiği şutları kafasıyla atardı.
Hakan Ünsal: Jardel’den ön tarafta baskı yapmasını, rakibi kovalamasını bekleyemezsin. Ama gözüne bandanayı bağla, topu sadece ceza sahasının içine ortala, golü yapmasını bekle. Ben bir dönem sonra onu çözdüğümde, öyle yapıyordum artık. Şükür koştuğu yere isterdi ortayı, bu adama ise orta yapmana gerek yoktu; nereye istersen oraya yap. Kendisine gelirse gol olma ihtimali zaten yüzde 90 ama oldu ki ona gelmedi; fark etmez: rakip oyuncuya çarpıyordu, önüne düşüyordu ve yine gol oluyordu. Dolayısıyla o kadar kolay olmaya başlamıştı ki benim için; rastgele yaptığım ortalarla sürekli asist yapıyordum. Koşmasına, topu sürmesine bakınca “Futbolcu mu bu?” dersin ama ruhen adam gol için yaratılmıştı, vücudunun her yeriyle gol atıyordu.
Fatih Akyel: Yeni hücum hattı ve hocanın taktiğine alışmak oyuncular açısından ilk başlarda pek kolay olmadı. Ama sonuçta hoca ne taktik verirse onu uygulamak zorundaydık.
Suat Kaya (Futbolcu): Bize geri pasın yasaklandığı ortamdan, bir anda 40 metreden Taffarel’e top atmaya başladık. Fatih Hoca zamanında sen geri pası dene istersen, kenarda direkt kement havada dönüyordu! Ama o kadar zeki bir topluluk vardı ki iki hocanın da ne yapmak istediğini hemen anladı ve uygulamaya koydu.
Hakan Ünsal: Lucescu’nun oynattığı oyun algı olarak daha bir savunmayı garantiye alan bir tarz olabilir ama biz de prese, önde oynamaya alışmış bir oyuncu topluluğuyduk. Bizi dürten bir şeyler vardı, artık o işlemişti beyne. “Gidelim, basalım, orada oynayalım, rakibi oynatmayalım, rakip nasıl bizden daha fazla topla oynar, nasıl oyuna hâkim olur” diyorduk.
Suat Kaya: Fatih Hoca zamanında saldıran, koparan, parçalayan, herkesin oyunun her tarafında olmasını gerektiren bir oyun anlayışımız vardı. Lucescu ise İtalyan mantalitesiyle “Önce yemeyeceğiz, yemeyeceğiz, sonuna kadar yemeyeceğiz… Sonra gidip bir tane atacağız” diyordu. O geçişte hakikaten çok zorlandık ama sonuç değişmedi; öyle de şampiyon olduk böyle de şampiyon olduk.
Burak Elmas: Bir gün bana haber geldi, “Oyuncular Lucescu’yu dinlemiyor” dediler. “Nasıl olur yahu” diyerek soyunma odasına gittim. Ben hayatımda ilk ve son kez maç toplantısına girdim. Tabi Lucescu işini çok ciddiye alıyordu. Galatasaray için her maç çok önemlidir ama o gün çok kuvvetli olmayan bir takıma karşı oynayacaktık. Lucescu o rakibi iki saatte anlattı. Oyuncular da o kadar detaylı dinlemeye alışık değiller. Zaten Türk toplumu olarak böyle uzun dinlemelere gelemeyiz.
Hakan Ünsal: Lucescu’nun en büyük özelliği de gördüğüm en detaycı teknik adamdır. UEFA kupasını kazanmış takımın özgüveninin ne noktada olduğunu düşünün. Ali Sami Yen’de oynayacağımız bir Denizlispor maçıydı sanırım, toplantı yapıyoruz Florya’da, Lucescu rakip takımı bir anlatıyor, Real Madrid halt etmiş yanında. “Rakibin sağ kenar oyuncusu alır topu içeri girer, oradan şöyle vurur, sağ bek buradan bindirir, forvet şuradan alır, şöyle yapar” falan… Biz birbirimize bakmaya başladık “Ya bu bizim oynadığımız Denizlispor değil mi” falan demeye başladık. Şunu fark ettik sonradan, adam sana bu detayları anlatarak, sana da o endişeyi vererek seni daha zinde tutuyor. Çünkü sonra maçın içerisinde dikkat ediyorsun, önlem alıyorsun. Biz o dönem rakiplere çok bakmıyorduk çünkü, zaten dikte ediyorduk oyunu. Dolayısıyla oyunun bu tarafını da öğrenip rakibi tanımaya başlayınca, hocanın da söyledikleri çıkınca saygınlığı da artıyor senin gözünde.
Burak Elmas: Bir gün bir maçtan sonra bir oyuncu ile konuştuk. O dönemde bazı oyuncuların performansları da artıyordu. Onlardan biri ile konuşuyordum, ne olduğunu sordum. Oyuncu da bana “Abi valla değişik bir sistem bu. Ama adam bana ne derse saha içinde çıkıyor. Bir maç tam dinledim, o maçta tam performans gösterdim. Dediği her şeyi yaptım, çok iyi maçlarımdan birini oynadım” dedi. Ben de hocaya “Hocam bunun bir arasını bulmak lazım. Tamam süper, ama her maçı tek tek oyuncu detaylı anlatamaya gerek yok” dedim. Öyle olunca oyuncuyu da kaybediyor. Benim çalıştığım hocalar arasında maç toplantısın en uzun süreni oydu.
Hakan Ünsal: Ayrıca çok insancıldı, yaklaşımı, sohbeti, muhabbeti. Çok fazla teknik adamla çalışmadım ama diğer futbolcu arkadaşların da çalıştıklarını biliyorum, mesela tüm takıma hediye getiren nadir teknik adamlardan bir tanesidir. İtalya‘dan bir izin dönüşü hepimize ayrı ayrı hediye getirmişti. Detaycıdır, çalışkandır…
Burak Elmas: Dört sene üst üste lig şampiyonu olmuş ve UEFA Kupası’nı kazanmış bir teknik adamın yerine gelmek kolay bir şey değildi. Üstelik tarzları çok farklı iki kişiden söz ediyoruz. Fatih Hoca Florya’daki çiçeklerden, oyuncuların gece dışarı çıkıp çıkmadığına kadar her şeyi kontrol eden ve yönetimi rahatlatan bir teknik adamdı. Hatta eşi Fulya Abla, oyuncu eşleri ile bile ilgilenirdi. Lucescu ise Türkiye’ye has bu sistemi tabii ki bilmiyordu. Biz Ali Abi ile yardımcı antrenör gibi ona çok yakın çalıştık. Onu korumalıydık da çünkü çok haksız eleştiriler yapıldı. Süper Kupa maçına bu eleştiriler eşliğinde gittik…
2- MÜZEDEKİ EKSİK
Fatih Akyel: Bizde birbirimizi tanımanın, birbirimize güvenmenin getirdiği bir rahatlık vardı. Tabii ki rakip bir dünya deviydi. Ama biz oraya “Neden olmasın, o kupayı alabiliriz” diyerek gittik.
Burak Elmas: Normalde Süper Kupa, kaybeden takımın sezonunu etkileyecek bir maç değildir. Ama bizim adımıza, Lucescu’nun ve Jardel’in kendilerini ispatlaması için çok önemli bir maçtı. Orada gösterecekleri performans bizi çok rahatlatacaktı. Hem içeriden hem dışarıdan çok büyük baskı vardı.
Faruk Süren: Maç öncesi iki takım yöneticilerinin katıldığı yemekte Real Madrid Başkanı Florentino Perez’e “Biz açız ve hırslıyız. Bu kupayı alacağız. Bundan emin olabilirsiniz” dedim. Bunu Arsenal maçından önce de söylemiştim. Real Madrid’in gücü tartışılmazdı ama bizim takımımız da herkesle mücadele edecek enerjiye sahipti.
Suat Kaya: Başkanımız bir gün önce Real Madrid Başkanı’nın “Bu kupayı yüzde yüz almak istiyoruz, müzemizdeki tek eksik bu” cümlesine, “Kusura bakmayın, kupanın uçaktaki koltuğunu satın aldık, Türkiye’ye götüreceğiz” karşılığını verdiğini bize anlattı. Bunların hepsi bize artı motivasyon oluyor tabii…
Faruk Süren: Ben soyunma odasında motivasyon konuşması yapar gibi söylemedim aslında bunu. Otelin lobisinde bir şeyler içerken “Arkadaşlar, ben Real başkanıyla böyle konuştum, sakın beni mahcup etmeyin” dedim. Bütün oyuncularla samimiyetimiz vardı. Hem oturup sohbet edebiliyorduk hem de onlar benim başkan olduğumu biliyor, laubalileşmiyorlardı. Kebabı da elle Urfa usulü yerdik ama herkes yerini bilirdi. Biz bu havayı yaratmıştık.
Ümit Davala: Onlar o zamana kadar Süper Kupa almamışlardı ama biz de Süper Kupa’yı hiç almamıştık! O nedenle bizim için de çok önemli bir kupaydı. Dünyanın 1 numarası olduğumuzu kanıtlamak istiyorduk.
Faruk Süren: Ben maç günü relax’tım. Monte Carlo’ya gelmişiz, Prens’le oturuyoruz, çocukların moralleri iyi… Onlar da Real Madrid ile Süper Kupa maçı oynayacak; son derece onurlu bir şey. Real Madrid’e kaybetsen ne olacak zaten? Östersunds’a kaybetmiyorsun ki…
Hakan Ünsal: Karşımızda Real Madrid var; Şampiyonlar Ligi’ni almış, Roberto Carlos’un fizik kurallarını altüst etmenin denemelerini yaptığı, Makelele’nin ciğer haricinde ne gibi bir şeyle oynadığının tartışıldığı, Raul’un golcünün tanımının nasıl olduğunu anlattığı bir takım. Figo desen uçuyor zaten. Böyle bir takımla oynayacaksın ama hiçbir şekilde bir çekincen, korkun yok, seviniyorsun. Bir de maçtan bir gün önce benim oğlum dünyaya geldi. O haberle emin oldum kupayı kazanacağımızdan. Bir taraftan gidilir mi gidilmez mi diye konusu da oldu ama bu kadar önemli bir maç varken “Bir gün sonra zaten göreceğiz” diye düşündüm. O günü gırgır şamatayla geçirdik.
Suat Kaya: Maçtan bir gün önceki ter idmanında bizden önce Real Madrid çalıştı. Üstümüzde eşofmanlar olmasına rağmen biz sahaya girerken hepimize tek tek isimlerimizle selam vermeleri çok hoşumuza gitti. Çünkü aramızda dünyaca tanınan sadece iki kişi vardı; Jardel’le beraber üç kişi diyelim. Figo, Raul, Casillas gibi dünyaca ünlü futbolcuların bize böyle önem vermeleri hepimize çok iyi hissettirdi.
Fatih Akyel: Henüz sezon başıydı. UEFA Kupası’ndaki o heyecan Süper Kupa’da yoktu. Ama Real Madrid’li oyuncuların röportajlarını okudukça motive olduk. Müzelerinde bir tek bu kupanın olmadığını ve Galatasaray’ı yenerek koleksiyonu tamamlayacaklarını söylüyorlardı. Bizim hırsımızı, arzumuzu, başarılarımızı, birbirimizi tanıyıp sevdiğimizi unutmuşlardı.
Hakan Ünsal: Biz rakip futbolcuların açıklamalarına bayılıyorduk. Bizim takımda kaliteli oyuncularının olması ötesinde, hırstan yoksun bir tane adam yoktu. Çalım yediği için hırs yapan ve rakibini kovalayanlar vardı. Çalım yemek futbolun içerisinde var ama biz kabullenmezdik. Dolayısıyla bu tür açıklamalar bir şeyleri tetikliyordu tabii. Bunu bazen rakip teknik adam yapıyordu, bazen futbolcular, bazen basın… Real Madrid’li oyuncular da belki başta bizi küçük gördü ama biz de bizi küçük görüp tokadımızı yiyenle çok karşılaşmıştık.
Levent Özçelik (Spiker): Galatasaray zaten o dönem bu tür olayları tahlil edip sahaya başarıyla yansıtabilen bir takımdı. UEFA’daki Leeds karşılaşmasında yaşananlar gibi… O dönem herkeste “Galatasaray’ın Avrupa’da yenemeyeceği takım yok” düşüncesi hâkimdi.
Suat Kaya: Bazı maçlar vardır çok yüksek primlere oynanır. Bazı maçlarda ise para düşüktür ama yapılması gereken bellidir. İspat gerekiyorsa, ispat edilir. O gün de bizim kaldığımız yerden devam edebileceğimizi ispatlamamız gerekiyordu. Ama maç sonu standın üstüne çıkıp, o ünlü futbolcuların aşağıdan bizi alkışlaması paha biçilemezdi. Bunu yapmayı hepimiz çok istiyorduk.
3- 103 DAKİKA
Levent Özçelik: Süper Kupa maçı UEFA zaferinden tam 100 gün sonra oynanıyordu. Galatasaray için zaten Monako’nun bir farklılığı vardır. II.Louis Stadı, 80’li yılların sonunda 1-0 galip geldiğimiz maçtan sonra artık aşina bir mekân haline gelmişti ve Galatasaray için klasik bir deplasman olarak değerlendirilemezdi. Gerek Galatasaray’ın lisesinden gelen altyapısı ve gerek kulübün Monako’da iş ilişkileri olan yöneticilerinin varlığı nedeniyle…
Faruk Süren: Stadyumda Prens’in locasındaydık. Hemen yandaki locada spor bakanımız Fikret Ünlü vardı. Biz alışık değiliz böyle şeylere. Hemen Prens’in sekreterine döndüm, “Bizim bakan orada, onu da buraya alabilir miyiz?” diye sordum. Sekreter ilgileneceğini söyledi ve gitti. Biraz sonra geri döndü. Verilen cevap şuydu: “Bugün protokol Galatasaray ve Real Madrid’e aittir. Dolayısıyla protokolde onların başkanları olacaktır. Benim bakanlarım gibi, onların bakanları da bakanlara tahsis edilen locada oturacaktır!” Bu cevap beni çok etkiledi.
Mehmet Akpençe (Masör): Biz İsviçre’de kamp yapmış, Real Madrid maçına kadar da birkaç resmi maç oynamıştık. Ufak tefek sakatlıklar vardı, onların tedavisini yaptık ama ağır sakatımız da yoktu.
Burak Elmas: Maçtan önce ufak bir kriz oldu, çok az kişi bilir. Tam maça başlayacağız, Ergün’ün kadroda olmadığını öğrendim. Ergün’e baktım, suratı bozuktu. Doktora “Hafif bir ağrım var” demiş, doktor da bunu hocaya söyleyince Lucescu sakat diye Ergün’ü kadroya almamış. Bunlar takım ısınırken olan olaylar… Maça başlayacağız, Ergün kadroda yok! Maçı kazanınca bu olayı daha sonra hiç konuşmadık. Eğer kötü bir sonuç alsaydık bu da bir krize dönebilirdi.
Ömer Üründül (Maçın yorumcusu): Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Real Madrid ideal kadrosuyla çıkacaktı maça. Ancak fazla stresli değildik zira Galatasaray kaybetse de Real Madrid gibi bir deve karşı kaybetmiş olacaktı. Zaten UEFA Kupası kazanılmıştı. Üstelik o zamanki UEFA Kupası, ikinci bir Şampiyonlar Ligi’ydi.
Ümit Davala: Lucescu bizi alışık olmadığımız pozisyonlarda oynatıyordu. Mesela ben normalde sağ bek ya da orta sahanın göbeğinde oynarken Real Madrid maçına sağ açıkta çıktım.
Hakan Ünsal: Ivan Campo’yu çözmemiz beş altı dakika sürdü ve sonra “Tamam” dedik, “buradan yürüyeceğiz.” O kadar kaliteli oyuncunun arasında sırıtan ve stoper olarak hata yapmaya meyilli olan oydu. Ve o hatayı da yaptı… Bir pozisyonda topu alıp önce Figo‘yu geçtim, sonra karşıma Makelele çıktı. O ara Okan’ı gördüm. Okan topu alınca ben gitmeye devam ettim. Benim gidiyor olmam riskti çünkü orada bir canavar bekliyordu; Figo! Topu alırsa kimse yakalayamaz daha. Ama ben bindirmeyi yaparsam topun bana öyle ya da böyle geleceğini adım gibi biliyordum. Zaten atma ihtimali en yüksek adamlardan biridir Okan. O düşünceyle devam ettim, ceza sahasına doğru giderken Okan’ın karşısına da rakip çıktı. Üstünden atamaz, yanından atamaz… Bir tek ihtimal vardı; o anda o şiddetle, tık diye bacak arasından bırakıp beni ceza sahasında topla buluşturdu. Ben topu aldığımda Ivan Campo karşıma gelince “Bu topu kurtardığım anda ben bu penaltıyı alırım” dedim.
Suat Kaya: Biz penaltıyı kazandık, Hakan kalkıp ilk iş kart istemek için hakeme koştu…
Hakan Ünsal: Zaten sağ kol bende refleks olmuştu artık; her pozisyondan sonra istemsiz olarak kalkıyordu. Ama o anda hakikaten kart lazımdı. Belki de bu detay bile takımın nerelerde olduğunu anlatan minik bir örnek: Yemişim Real Madrid’i de, penaltıyı da… Sen hakkım olan diğer şeyi de ver.
Ümit Davala: Bizim saha içinde saldırgan bir kimliğimiz vardı. Bunu her zaman her yerde gösterdik. O akşam da Real Madrid karşısında aynı şekilde oynadık. Hiçbir zaman bekleyen, skora oynayan bir takım değildik. Her zaman golü düşünürdük. Atak oynardık. Onu da aynı şekilde yansıttık. Hiç kimseden çekinmedik. Her sahada, rakip kim olursa olsun korkusuzca oynayan bir takımdık. Kazandığımız penaltı da bunun bir örneğiydi. Devreye 1-0 önde girdik ama rakibimiz Real Madrid’di. O nedenle herkes yeniden motive olmaya çalışıyordu.
Hakan Ünsal: Hatırladığım Lucescu’nun inanılmaz heyecanla soyunma odasına girdiği… Rakip Real Madrid, düştüğün an cezayı kesecek bir takım. Hoca bir yandan endişelerini dile getiriyor, diğer yandan bizi bu maçı kazanabileceğimize inandırmaya çalışıyor. Biz de çok belli etmemeye çalışırız ama biliyoruz ki o rakip bu maçı bırakmaz. Birbirimizi motive etmeye çalıştık. Hagi’yle konuştuk, bir yandan Kaptan (Bülent Korkmaz) ve Popescu’yla “defansta birbirimize yakın duralım” dedik.
Mehmet Akpençe: İkinci yarıda bir ara Hagi, maç içinde Roberto Carlos ile takışmaya başladı. Sonra bizimki topu aldığı ilk pozisyonda bir dripling yaptı, onun bacak arasından topu geçirdi. Çalımı attıktan sonra kulübedeki bizlere döndü ve gülerek NBA’deki basketbolcuların yaptığı gibi bir el hareketi yaptı, parmağını salladı.
Hakan Ünsal: Hagi’yle hakikaten uğraşılmazdı. Roberto Carlos o hatayı yaptı. Dünyanın en süratli, geçilmesi en zor bekinden bahsediyoruz ama karşısındaki adam öyle zeki ve yetenekli bir adam ki, ne yapacağını kestirme ihtimalin yok. Bir futbolcuyu gücünle, çabukluğunla bir yere kadar durdurabilirsin ama zekâ devreye girince bittin. Gica da kızdığı bir adam varsa onun üzerine özellikle giderdi.
Suat Kaya: Takım galipken koluma çarpan bir topta hakem fiyasko bir penaltı kararı verdi. Çileden çıkmıştım. Türkiye’de hakemler 25 metre uzakta olsa bile ağzınızdan sinkaflı bir söz çıktığı zaman sizi cezalandırır, futbolcunun psikolojisiyle ilgilenmez. Ama o maçta bizim ağzımızdan çıkan İngilizce kelimelerin ne anlama geldiğine hakem çok yakından şahit oldu ve buna rağmen kimseye kart çıkmadı. Beyaz noktayı gösterdi ve etrafına bile bakmadı.
Levent Özçelik: O penaltı Ömer ile bizi baya bozmuştu. Çünkü artık maç böyle bitecek diyorduk ve bu kararla hayal kırıklığına uğramıştık. Biz Ömer ile o dönemki maçları sadece anlatmadık, yaşadık da. Duygusallığını, sevincini, üzüntüsünü…
Faruk Süren: Pozisyonun penaltı olmadığını locadaki televizyondan da gördüm. Aramızda Prens vardı ama Perez’e yan gözle baktım, o da bana baktı. Konuşmadık. Ayağa dahi kalkmadım. Ama hafif bakışlar attım.
Suat Kaya: Aynı hakem iki ay sonra başka bir maçımızı yönetmeye geldiğinde Ali Sami Yen’in tünelinden sahaya çıkarken benden özür diledi. Tabii zaman geçince kırgınlık kalmıyor.
Mehmet Akpençe: Yanımda rahmetli Turgay Vardar vardı. 1-1 olduğunda ona “Bu maçı alacağız” dedim, o da bana “İnşallah Memo’cum, eğer alırsak dile benden ne dilersen” şeklinde karşılık verdi.
Burak Elmas: Biz maçı Ali Abi ile birlikte izledik. Orada konuşamadığımız için birbirimizin bacağını sıkardık. VIP tribünde bir medya patronu hocaya ve oyunculardan birine küfür etmişti, Ali Abi sinirlenip yerini değiştirmişti.
Fatih Akyel: Ben maça yedek kulübesinde başlamıştım. Sağ bekte Capone oynuyordu. Maçın son bölümünde Real Madrid o bölgeyi çok zorlayınca Hagi kulübeye döndü ve “Fatih, soyun” dedi. Ben “Hagi, daha hoca bir şey söylemedi” desem de o bana “Sen soyun” diye işaret edip Lucescu’ya da “Görmüyor musun, Capone çok kötü” dedi. Ben Hagi’nin ilk defa öyle bir şey yaptığını gördüm. Hatta ben biraz ağırdan alınca Hagi “Çabuk çabuk” dedi, ardından Lucescu da komut verdi.
Hakan Ünsal: Oldu öyle bir şey, küçük bir görüntü yakaladım. Gica başka bir oyuncu. Orada sorumluluk aldı. Lucescu “Sen karışma” da diyebilirdi ama çok doğru bir hamle oldu.
Suat Kaya: Hagi sahanın içinde tüm oyuncular için bir limandır. Fatih’i oyuna aldırdığını bilmiyordum ama durmadan oradan atak yiyorduk, tedavi olduktan sonra güzel iş oldu.
Levent Özçelik: Uzatma devrelerine Real Madrid ile veya Arsenal ile girersen bir şekilde ister istemez penaltıları düşünüyorsun. Aklımızdan “Penaltılara kalırsa bu işi götürürüz” düşüncesi geçiyordu.
Hakan Ünsal: O skandal penaltı olmasa maçı önde bitirecek rahatlığımız vardı ama 1-1’den sonra baskı yiyeceğimizi biliyorduk. Ben maçın penaltılara gideceğini düşünüyordum ama orada Fatih’in milimetrik ortasını tahmin edemedim tabii!
Fatih Akyel: Ben topu önüme alır almaz hızlı bir depar attım. Bir an önce pozisyona girmek istedim. Benim oradaki düşüncem sert bir orta yapmaktı. Ortayı biraz sert ve havadan kesmek istedim. Sert kesince birine çarpar ve gol olur diye düşündüm. Ama top yerden gitti ve Jardel’e geldi. Zaten biz ceza sahasına nasıl atarsak atalım top bir şekilde Jardel’e geliyordu.
Ümit Davala: Ben biraz farklı gördüm, bana şut gibi geldi sanki! Jardel biraz tesadüfen o topla buluştu gibi…. Fatih öyle diyorsa öyledir ama ben orta olduğunu düşünmüyorum!
Fatih Akyel: Kaleye kesinlikle vurmadım. Çünkü zaten ben kaleye çok şut çeken bir oyuncu değildim. Öyle bir yapım yoktu. Daha çok orta yapan ve asist yapmaya çalışan bir yapım vardı.
Suat Kaya: Fatih hayatında kimseye kendini geçirtmemiş ama kaleye de tek şut vurmamış bir adamdı, öyle bir bek anlayışı vardı. Orada Munitis’i evirdi, çevirdi, gücünü kuvvetini ona gösterdi, sonra da yaradana sığınıp topu kaleye vurdu! Bu aleni bir gerçek yani, futbolu birazcık oynamış, o topa birazcık vurmuş adam bunu görür. Gerisi Jardel’in kurnazlığı, onun yeteneği.
Hakan Ünsal: Fatih orada her ne düşündüyse sahadakiler ve tribündekiler hiç onu düşünmedi, öyle söyleyeyim! Fatih şut atıyor, her ne kadar “orta yaptım” dese de… Ama Jardel o şuta o şekilde düşünüp dokunacak belki de tek oyuncuydu. Top o şekilde geliyor, iki tane de stoper var başında, yan duruyorsun… Kimse topu o şekilde beklemez, kavisli bir orta yapılacağını düşünürsün. Ruhun golcüyse her türlü golü atabiliyorsun işte.
Ömer Üründül: Bir santrfor için en zor işlerden bir tanesi takıma uyum sağlamaktır. Gol attığı için söylemiyorum, Jardel yeni geldiği bir takımda oynadığı oyunla maça damga vurdu.
Levent Özçelik: Zaten Jardel Porto formasıyla önceki sezonda Iker Casillas’a iki maçta üç gol atmıştı. O karşılaşmada da iki gol attı. Bir golü daha var sezonun devamında. Dolayısıyla Iker Casillas’ın korkulu rüyası olmuştu.
Ömer Üründül: UEFA Kupası Finali’nde ağlamıştı Levent. Süper Kupa maçında öyle bir durum olmadı ama yine Jardel’in golünde büyük bir coşku yaşamıştık.
Faruk Süren: Altın golde artık dayanamayıp ayağa kalktım… İş bitmişti. Perez oturdu tabii, ne yapsın? Tebrik etti.
Suat Kaya: Tabii orada Jardel’in, attığı altın golden haberinin olmaması unutulmaz. Görüntülere bakın; seviniyor seviniyor, bir yerden sonra sevinci doruğa çıkıyor…
Ümit Davala: Golden sonra Jardel formasını çıkarmaya çalışıyordu, Hasan Şaş yanına gitti, ”Sarı kart göreceksin” diye engellemeye çalıştı. O an maçın bittiğinin farkında değildi, biz de Hasan’a “Oyun bitti” diye bağırdık.
Hakan Ünsal: Aslında Jardel golü attığında birçoğumuz maçın bittiğinin farkında değildik. 10-15 saniye sonra kenardan girmeler başlayınca fark ettik. Maçın orada bitmesi ayrı büyük bir zevkti. Devam etseydi ciddi bir baskı olacaktı… Bittiler orada, Figo bile yere kapandı. Gömdük hepsini sahaya.
Burak Elmas: Maçı kazanınca ve özellikle Jardel golleri atınca biz çok mutlu olduk. Mehmet Cansun’un dört basamak aşağı atladığını gördüm. Ben de hemen sahaya girip karşıma ilk çıkan oyuncuya, Jardel’e sarıldım. Artık rahatlamıştık…
Mehmet Akpençe: Soyunma odasında bir bayram havası vardı. Hocasından malzemesine, yöneticisinden aşçıya kadar herkes oradaydı.
Ömer Üründül: Galatasaray’ın üst düzey performansındaki en önemli faktör, UEFA Kupası’nı kazanmanın verdiği büyük moral, özgüven ve kaybedecek bir şeyin olmayışıydı. Bu psikoloji, Galatasaraylı futbolculara müthiş bir mücadele ve hırs depoladı. Bir de tabii Lucescu, benim yakın dönemde gördüğüm en önemli taktisyenlerden biridir. O maçta takımı moral olarak hazırlaması, Real Madrid’e göre uyguladığı anlayış…
Suat Kaya: Real Madrid maçı aslında UEFA Kupası’nın devamı gibiydi. Zaten Lucescu’yu bir gördük, bir de standın üstünde gördük kupayı kaldırırken. Taktik anlayışı, oyun disiplini, maç konuşması, rakip analizi gibi farklar ondan sonra devreye girdi.
4- SAVARONA
Mehmet Akpençe: Maç bittikten sonra kupayı ve madalyaları aldık ve soyunma odasına gittik. Orada bir bayram havası vardı. Yöneticisinden aşçısına kadar herkes oradaydı.
Fatih Akyel: Real Madrid ile bizim soyunma odalarımız yan yanaydı. Ben Real Madrid’in soyunma odasına yöneldim. Hagi beni yakaladı,”Nereye gidiyorsun, orası bizim soyunma odamız değil” dedi. Ben de “Benim artık sizinle işim olmaz” diye espri yaptım.
Burak Elmas: Fatih Akyel soyunma odasına girdiğinde “Jardel’e ne güzel pas verdim ama” dedi. Herkes gülmeye başladı. Kaleye vurduğunu biliyorduk.
Hakan Ünsal: Süper Kupa hem tek maç olması, hem de UEFA Kupası’nın nispeten daha büyük olması nedeniyle bir tık geride kaldı ama bence geride kalması gereken bir konu değildi. Avrupa’nın en iyi takımını yeniyorsun. Bu, ‘sen de en iyisin’ demektir.
Ümit Davala: O maça kadar Real Madrid, dünya sıralamasının 1 numarasıydı. Biz de ikinci sıradaydık. Biz kazanınca yer değiştirdik.
Faruk Süren: Dönem dönem 1 numara da olduk ama asıl önemlisi devamlı ilk 10’daydık. Amaç zaten buydu. Galatasaray hep o oyunun içinde olmalıydı.
Levent Özçelik: O dönem “Zidane Galatasaray’a gelecek” gibi haberler çıkmıştı. Maç günü de Monako’da bu konu ile ilgili bir haber yapmıştık.
Faruk Süren: Sezon sonunda Hagi futbolu bırakacaktı, yerine birini almamız lazımdı. UEFA’nın verdiği yemek sırasında Zidane salona girdi, yanımda oturan Fransa Futbol Federasyonu Başkanı ona hayran hayran “Zizou, Zizou” diye seslendi. Hagi futbolu bırakacağı için bende o an ampul yandı ve “Niye bu adama biz teklif yapmıyoruz?” dedim. Aracılar vasıtasıyla teklif götürdük ama olmadı.
Burak Elmas: Kahraman Sadıkoğlu, final için Savarona’yı Monako’daki marinanın tam göbeğine çekmişti. Kupayı kutlamaya Savarona’ya gittik. Bir Türk takımı Real Madrid’i yenip Süper Kupa’yı kazanmış ve o kupa Atatürk’ün yatına gidiyor, müthiş bir sahneydi…
Faruk Süren: Büyük bir kalabalıkla Savarona’ya gittik. Birçok seyirci de Monte Carlo’daydı ama en ufak bir taşkınlık olmadı. Kimse bizden şikâyetçi olmadı. Ertesi gün de toparlanıp İstanbul’a döndük.
Mehmet Akpençe: Turgay Vardar, konuşmamızı unutmamıştı, hemen havaalanında bana bir hediye aldı. Uçakta da kutlamalar devam etti. Şampanyalar patlatıldı. Ama tabii UEFA Kupası kadar görkemli değildi.
Ümit Davala: Dönüş UEFA Kupası gibi değildi. Süper Kupa için o kadar şaşaalı bir karşılama olmadı.
Faruk Süren: Kopenhag dönüşü kupayı kırmıştık. Bu sefer aynı görgüsüzlüğü yapmadık ve kupayı uçakta satın aldığımız koltukla getirdik. Ardından birebir replikalarını yaptırıp tüm takıma dağıttık.
Hakan Ünsal: Hagi’nin UEFA Kupası’nı aldıktan sonraki soyunma odasında “Şu anda neyi başardığınızı bilmiyorsunuz, 5-6 yıl sonra anlarsınız” dediği bir an vardı. Az bile söylemiş. 17 yıl geçti, hâlâ ne kadar büyük iş olduğunu sokakta insanların konuşmalarından, tavırlarından anlıyoruz. Süper Kupa da pastanın üstündeki krema gibiydi.
Levent Özçelik: Süper Kupa, güzel bir yemeğin ardından yenilen kremalı pastaya benziyordu. Aradan 17 yıl geçse de hâlâ Galatasaray taraftarlarıyla aramızda ayrı bir muhabbet var. Kafaları bozuldukça o görüntüleri tekrar izleyip mutlu oluyorlar. Sonra da bize çeşitli mesajlar yazıyorlar.
5- PAYLAŞILAMAYAN BAŞARI
Burak Elmas: Monako dönüşünde, Savarona’da konuşulanlar büyük olay oldu. Fatih Terim, Şansal Büyüka’nın programında açıklamalar yaptı… UEFA Kupası’ndan sonra olanların aynısı Süper Kupa’dan sonra da oldu.
Hakan Ünsal: Çok mutlu mesut, tarihi bir dönem geçti. O dönem futbol oynayan, yöneticilik yapan, tanıklık eden, taraftarlık eden herkes için çok özeldir.
Faruk Süren: Real Madrid maçından sonra oyuncuları tebrik ettim ve “Sezona iyi başladık, devam edelim” dedim. Ama sonrasında tatsızlıklar çıktı. Inter’e transferler, kontrat uzatmamalar, peşin istemeler…
Fatih Akyel: Çok güzel günlerimiz oldu, çok güzel başarılar geliyordu. Ama maalesef o takımı Galatasaray elinde tutamadı. Oyuncu kadrosunu değiştirip, yeni bir oyuncu grubu ile devam etmek istediler. Ondan sonra Galatasaray’da düşüş başladı.
Faruk Süren: Biz iyi bir takım kurduk, o takımı da iyi ellere teslim ettik. Takım başarılı oldu. Sonrasında yapısal değişikliklere girdik. Kafalar bu değişikliklere o zaman da basmadı, hâlâ da basmıyor. Biz onlarla mücadele ettik.
Hakan Ünsal: Biz o dönem neredeyse hiç para alamadık. Üstelik o dönem en aza oynayan oyunculardık. O yıllarda biz şampiyon olurduk ama Fenerbahçeli, Beşiktaşlı oyuncular bizden fazla ücretli sözleşmelere imza atarlardı. Biz çok iyi oynarken paralarımızı alamazdık ama diğer rakipler paralarını alırlardı. Bu takım buna rağmen kenetlenmişti. O oyuncu grubu, “Biz bu işin başındayız, bu forma için, bu kulüp için, kendimiz için biz bu işi yapacağız” dedik ve aldık götürdük. Yoksa çok erken dağılabilirdi o ekip.
Fatih Akyel: Bizim kadromuz çok iyiydi ama onun yanında herkes Galatasaray’ı severek oynuyordu. Para almakta da çok zorlanıyorduk ama bunu işimize hiçbir zaman yansıtmıyorduk. Biz formanın altında en iyi şekilde oynamamız gerektiğinin bilincindeydik ve bunu da birbirimize söylüyorduk. Sıkıntılarımız vardı, buna rağmen o futbolu da oynuyorduk.
Hakan Ünsal: Ama hepimizin en büyük eksikliği, biz profesyonel değildik. Ruhen de statü olarak da amatördük. Her ne kadar profesyonel sözleşmeye imza atsak da yaşantı itibariyle, beslenme itibariyle de amatördük aslında. Hepimiz bir araya geldiğimizde bu açığı kapatabiliyorduk belki de. Başka bir oyun oynuyorduk. Sadece futbolun gerekliliklerini yerine getirmenin ötesinde bir şeyler vardı orda. Bugün kaç tane oyuncu var bacak arası yedi diye hırs yapıp o intikamı almak için rakibin arkasından tekrar koşturan. Saha içerisindeki bu yardımlaşma var, birbirini sevme var, saha dışında beraber hareket etme, aynı kararı alma ve arkasında durma var.
Faruk Süren: Bizde para yoktu ama paramızın olmadığını sadece biz biliyorduk. Dışarıdaki imajımız başka türlüydü. Bizim teknik direktörümüz başka takımların maçını izlemeye özel uçakla giderdi. O bir havadır. Onlar “Bu başkanın uçağı” derler. Hayır, başkanın uçağı falan değildir. Ama o havayı yaratmak gerekir. O havayı uçakla da yaratamazsın. Senin dağıttığın, verdiğin enerji önemlidir. Oyuncu biliyor zaten parayı alacağını. “Bunlar ne olursa olsun bizim parayı verecek” diyorlardı. Aldılar da, alacaklı kimse yok!
Hakan Ünsal: Maaşlar gecikiyordu değil, hiç ödenmiyordu. UEFA Kupası’na giderken resmî alacaklarımızı hiç almadık. Kulübün durumu hakikaten çok kötüydü. Ama o dönem kendi aramızda toplantılar yapıyorduk. ‘Kulüp, forma, başarının devamı ve kendimiz için devam edeceğiz’ dedik. Normal şartlarda o takım maça ve antrenmana çıkmasa haklıydı. Hep primlerle idare etmeye çalıştık. Yoksa giden oyuncuların birçoğu takımdan ayrılmazdı. Gidenlerin arasında hedefleri, idealleri olanlar vardı ama hoca da dâhil, önemli oyuncuları tutabilme başarısı gösterilseydi bence gitmezlerdi. Mali anlamda o kadar çok sıkıntı çekti ki herkes, bir noktada “Artık yeter” dediler. Bir de çok ciddi teklifler var, üstelik iyi takımlar tarafından. O zamanlar Türk futbolcuların Avrupa’ya transferi istisnai bir durumdu. Ama o takımdan herkes istendi. Değerlendirmek isteyenler haklıydı. Hem mali hem de idealleri açısından.
Suat Kaya: Galatasaray gibi çok büyük bir camianın topçususunuz. Dışarıya hiçbir şey belli etmemek zorundasınız. O zorlukları biz bütün futbolcu arkadaşlarımızla beraber yaşadık, kan kustuk kızılcık şerbeti içtik dedik. Anlatılan, söylenen şeyler belki etrafta ajitasyon gibi kelimelerle karşılık bulsa da biz bunları yaşadık. Sevgili Başkan Faruk Süren’e, “Başkanım arka arkaya dört sezon şampiyon oldunuz, bunun sırrı nedir?” diye sormuşlar, “Valla para vermedim” demiş. Bunu espri şeklinde söylemiş ama gerçeği de öyle. Ama tabii o sarı-kırmızı formanın içinde olmak çok önemliydi. O formayı taşımak paranın çok ötesinde bir şeydi.
Burak Elmas: Oyuncuların dediği doğrudur. Tabii ki maaşlarını istiyorlardı ama maalesef Galatasaray’ın da nakitleri aynı hızda gelmiyordu. Yine de hiçbir oyuncunun maaş ödemesi bir sonraki sezona sarkmamıştır. Sene içinde gecikmeler oluyordu ama en azından primlerini geciktirmeyerek onları motive hâlde tutmaya çalışıyorduk. Galatasaray’ın nakit problemi çok uzun süreler devam etti.
Fatih Akyel: Bizim başka takımlara gitmemizin maddiyatla da alakası yoktu. Bana kalırsa o dönemin yöneticileri, futbolculara çok büyük haksızlıklar etti. O takımı dağıttılar. “Bu takım dört sene şampiyon oldu, UEFA Kupası’nı ve Süper Kupa’yı aldı. Bu oyuncular doydu. Artık bu takımı dağıtalım, yeni heyecanı olan oyuncular transfer edelim” düşüncesine girdiler ama bence yanlış düşünceydi. Yoksa bizim başka takımlara gitmek gibi bir düşüncemiz yoktu. Yöneticiler bizi buna resmen zorladı. Maddi sorunlar yaşadık, doğru ama bunları takımdan ayrılacak noktaya getirmedik. Bizim gitmemizi özellikle onlar istedi. Kulüp para kazanacak diyerek bizi buna zorladılar. Biz de istemeye istemeye Galatasaray’dan ayrıldık. Buna Emre Belözoğlu da dâhil.
Faruk Süren: O takımı Galatasaraylılar dağıttı. Bazı Galatasaraylılar bizim yönetimimizin başarının devam etmesini istemediler. Oyuncuları kötü etkilemeye çalışan tanınmış Galatasaraylılar vardı. Allah ömür verirse, 90 yaşıma geldiğimde bunları söyleyeceğim.
Burak Elmas: Rakipler zaten rekabetin tabiatı gereği önümüzü kesmek istiyordu, sorunları kaşıdılar. Ama asıl olarak camia içinde bir paylaşamama durumu oldu. Bazıları “Biz o resimde yokuz” diye kıskandı, bazıları hiç inanmadı… İsim vermek istemiyorum ama o dönem camiada bize en çok muhalefet eden insanlardan biriyle Yozgat deplasmanında konuşmuştuk. “Bu kadar muhalefet ediyorsun, bu takımın geliri belli, bu gelir de başarı gelmeden artmıyor… Sen bana ‘UEFA Kupası’nı almasaydık da borçlanmasaydık’ diyorsun” dediğimde “Evet” diyerek beni onayladı. Böyle düşünen bir kesim vardı… Bu insanlara göre Hagi’nin, Popescu’nun, Taffarel’in gelmemesi lazımdı. Gelire çevirmeye de çalıştık ama bir senelik UEFA şampiyonluğu ile öyle müthiş bir gelir elde edemezsiniz, devamının gelmesi gerekir.
Faruk Süren: O sezon bizim beşinci şampiyonluğumuza mani oldular. Bizi kendi içimizdekiler engellediler. Adeta satışa geldik.
Burak Elmas: Benim için UEFA Kupası’nın paraya çevrilememesinden daha önemlisi ülke ve camia olarak bunu hazmedememiş olmamıştı. O kupayı kutlamayı bile beceremedik. Benim içinde yaradır bunlar. Daha uçaktan iner inmez Hakan Şükür ile Fatih Terim arasında cip konusu yaşandı. Bir taraftan hoca gidecek mi gitmeyecek mi tartışmaları başladı. Camiadan yönetime baskı gelmeye başladı. Üstü açık otobüsle Yeşilköy’den Taksim’e gitmeyi planladık, birtakım oyuncular oraya bile gitmek istemedi. Camia olarak başarıyı paylaşmayı beceremedik. Bu olaylar biraz tecrübe gerektiriyor. Şampiyonlukta bile en güzel kutlamayı üçüncü şampiyonlukta yapmıştık. Belki de bizim tecrübesizliğimize geldi. Belki de camia hazır değildi. UEFA Kupası bölünmemize sebep oldu.
Hakan Ünsal: Üçüncü, dördüncü şampiyonluk artık rutin olmuştu. Taraftar gelmiyordu artık. Biz de bozuluyorduk. Fakat o dönemin en güzel yanı biz de taraftar da kazanacağımızı biliyorduk. 2-0 yenik duruma düşsek, taraftar “Ne zaman 3-2’ye çevireceğiz” diye düşünürdü.
Burak Elmas: Evet, UEFA Kupası zamanı bomboş tribünlere oynuyorduk. Derbi harici lig maçlarında, hatta bazı Şampiyonlar Ligi maçlarında Eski Açık’ın bomboş kaldığı olurdu. Bunları herkes unutuyor, sonra “Galatasaray gelire çeviremedi” oluyor. Çok büyük başarılar gelince, insanlar kanıksayınca, bir de takımda fazla değişiklik olmayınca tribüne gelen çok az kişi kaldı.
Faruk Süren: Başarılara alışmıştık. Hedefimiz artık Şampiyonlar Ligi’ydi, başlangıcı yaşıyorduk. Devam etmeliydik. Şampiyonlar Ligi için takımı hazırlıyorduk. Ondan sonra birden hoca Fiorentina’ya gitti… Yapacak bir şey yok! Lucescu ikinci senesinde şampiyon oldu. Sonra onu da gönderdiler.
Hakan Ünsal: Lucescu’yla beraber, büyük başarılar kazanmış olmanın rahatlığıyla da bir tık daha farklıydık. O da o rahatlığı veriyordu zaten. Böyle bir takımı sıkmanın bir manası yoktu. Herkes sahada görevini biliyor, ezberlemiş, kazana kazana gidiyorsun. Süper Kupa kazanıldı, ikinci yılında şampiyon olduk. Devam edilseydi Lucescu’yla yine şampiyon olurdu o takım.
Burak Elmas: Açıkçası ben dışarıdan çok içeriye kızıyorum. Kendimize diyeyim, camia olarak. Başarı bizi girmemiz gerekenden çok daha fazla türbülansa soktu.
Faruk Süren: 17 sene geçti aradan. Bu kadar ayıp başta Galatasaray olmak üzere bütün Türk takımlarına yeter. Galatasaray’ın 17 sene önce başardığını, başta Galatasaray olmak üzere kimse tekrarlayamadı. Meseleyi de yanlış biliyorlar. “Hedefimiz final oynamak” diyorlar. Hayır! Hedef finali kazanmak olmalı…