İklim değişikliği. Bu iki kelimeyi son yıllarda sıklıkla duyar olduk. Televizyonda, internette, gazetelerde endişelerimizi her gün daha da artıran haberler çıkıyor. İklim değişikliğine bilinçli ya da bilinçsiz şekilde sebep olan bizler, okuduğumuz her haberin ardından ‘’ah vah’’ ediyoruz. Etmeliyiz de. Rakamlar endişelenmemiz ve harekete geçmemiz gerektiğini söylüyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2017 verilerine göre dünya, enerji ihtiyacının ortalama %80’ini fosil yakıtlardan karşılıyor. Bu rakam 1. Körfez Savaşı’nın başladığı 1990 yılından beri üç aşağı beş yukarı aynı düzeyde seyrediyor. Oran her ne kadar sabit kalsa da atmosfere salınan CO2 miktarı, artan ihtiyaç doğrultusunda her yıl daha da artıyor.
Ancak fosil yakıtların aksine dünyadaki ortalama elektrik üretim miktarı aynı zaman aralığında yaklaşık %50 oranında artmış durumda. Bu durum kaçınılmaz olarak gündelik hayatımızdaki enerji ihtiyacının önemli bir kısmının elektrikle sağlanmasının ve birçok alanda yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen yakıtlar kullanılmasının önünü açtı. Dünya süreç içerisinde enerji başta olmak üzere birçok alanda değişir ve gelişirken, motorsporları da kaçınılmaz olarak bu değişim ve gelişimden nasibine düşeni alıyor.
13 Eylül 2014’te, Pekin Olimpiyat Parkı’nda koşulan ilk ePrix, motorsporlarında yeni bir devrin başladığını tasdikliyordu. Tüm güç ünitesinin elektrikle çalıştırıldığı bu devrim niteliğindeki seri, motorsporlarının geleceğinden adeta kısa bir kesitti. Ancak ne var ki, o gün televizyonu karşısına geçen izleyicilerin büyük bir kısmı, Formula E’nin ‘’şimdilik’’ Formula 1 için bir tehdit olamayacağı konusunda hemfikirdi.
Doğrusu haksız sayılmazlardı. Formula E her ne kadar iyi niyetle oluşturulan bir organizasyon olsa da, izleyicileri tatmin etmekten çok uzaktı. Formula 1’i diğerlerinden ayıran ve olağanüstü yapan üç elementin hiçbiri Formula E’de yoktu; bunlar ses, pit stop ve hızdı.
2014 Formula 1 sezonunun başında V6 motora geçildiğinde ayağa kalkan izleyicilerin, sivrisinek vızıltısını andıran elektrikli motorları hemen bağrına basmasını beklemek abesle iştigal olurdu. Benzin motorlarının çığlık çığlığa seslerine alışık olan izleyicilerin Formula E araçlarını yadırgamaları gayet doğaldı. Asıl sorun, elektrikli güç ünitesinin henüz yeterince dayanıklı ve güçlü olmamasıydı. Bir pilot tüm yarışı tek bir araçla bitiremiyordu. Formula 1’de alışageldiğimiz 2 saniyelik pit stoplar, Formula E’de yerini araç değiştirilen uzun ve ‘’garip’’ pit stoplara bırakmıştı. Bataryaların fazla ağır olması pit stoplarda ünite değişimini imkansız hale getiriyor, şarj etmek ise fazla uzun sürüyordu. Yarışların kısaltılması bir opsiyondu ancak ortalama 25 tur/85 kilometre üzerinden koşulan bir yarışın yarı yarıya kısaltılmasındansa hiç koşulmaması daha iyiydi.
Ancak izleyicilerin büyük bölümünü en çok rahatsız eden şey ne ses, ne de pit stoptu. Yalnızca 250 beygir güç üretebilen motor; ortalama bir Formula 1 aracının neredeyse dörtte biri kadar güçlü ve yarısı kadar hızlıydı. Gerçek bir yarış izlemek isteyen insanların, istediklerini elde ettikleri söylenemezdi. Nick Heidfeld ve Vitantonio Liuzzi başta olmak üzere tanıdık simalar vardı ancak Renault ve Audi hariç tanıdık bir üretici firma yoktu ve bu ister istemez kafalarda soru işareti oluşturuyordu. Büyük firmaların yatırım yapmaya tenezzül dahi etmediği bir organizasyon izlenmeye ne kadar değerdi?
Değişim
2014’te Pekin’de başlayan hikaye, geçtiğimiz haftalarda Montreal’de üçüncü sezonunun finalini yaptı. İlk yarıştan sonuncusuna 33 yarış geçildi ve Formula E, gün geçtikçe kendisini daha da ‘’izlenilebilir’’ kıldı. Güç ünitelerinin daha dayanıklı ve daha uzun ömürlü hale getirilmesi, pilotlar ve takımlar arasındaki rekabetin olgunlaşması ve Fas, Hong Kong gibi eksantrik pazarlara açılınması izleyicileri Formula E’ye ısındırdı ve reytinglerde önemli ölçüde artış gerçekleşti. Örneğin Britanya’da ilk sezonu ortalama 210.000 kişi izlerken, üçüncü sezonda bu rakamın 300.000 barajını geçtiği tahmin ediliyor. Dünyada nüfusa oranlı olarak Formula 1’in en çok izlendiği ülke olan İngiltere’de bu rakamın artması, dünya çapında da paralel olarak Formula E’nin trendinin gittikçe yükseldiğine ışık tutuyor.
Peki geride kalan üç sezonda, az önce bahsedilen sorunlar ne kadar halloldu? Neler değişti de izleyiciler ilk günkü önyargılarını kırıp Formula E’ye bir şans daha vermeye karar verdiler? Bunda en büyük etken şüphesiz ki büyük üretici firmaların dikkatlerini Formula E üzerinde yoğunlaştırması oldu. McLaren ve Williams başta olmak üzere birçok Formula 1 takımı ilk sezondan itibaren AR-GE gibi konularda bazı Formula E takımlarıyla ilişki kurmuştu ancak bu durum Renault’nun tek büyük güç olmasına bir engel değildi. Zaten en baştan beri tüm takımlara güç ünitesi sağlayan Fransız üretici, serinin en büyük dayanağı ve kaçınılmaz olarak egemen gücü olmuştu. Diğer büyük firmalar bu periyotta muhtemelen Formula E’nin geniş kitlelerce nasıl karşılanacağını beklediler, olası risklerini, kazançlarını hesapladılar ve sonunda teker teker Formula E’de yarışacaklarını açıklamaya başladılar.
İkinci sezonun başında Citroen ve McLaren güç ünitesi tedarikçisi, Jaguar ise üçüncü sezonun başında fabrika takımı olarak Formula E’ye giriş yaptı. Ancak asıl bombalar bu yılın temmuz ayında patlayacaktı. Önce BMW, ardından da Porsche ve Mercedes önümüzdeki üç yılda Formula E’ye fabrika takımı olarak gireceklerini açıkladılar. Bu hamleler Formula E için altın fırsat olmakla beraber iki köklü organizasyonun ölüm fermanı niteliği taşıyordu. Nitekim Porsche, 2019’da Formula E’ye katılmak için Dünya Dayanıklılık Şampiyonası (WEC)’ndan ayrılacağını açıklayınca LMP1 klasmanına öldürücü darbeyi vurmuş, Mercedes ise kurulduğu günden beri yer aldığı Alman Binek Otomobiller Şampiyonası (DTM)’ndan ayrılarak şampiyonayı yetim bırakmıştı. WEC ve DTM’in amiral gemileri Porsche ve Mercedes’in, en başarılı oldukları serilerden çıkıp Formula E pazarına girmeleri, bu markaların Formula E’nin potansiyeline inandıklarının ve bu da şampiyonanın kendisini ‘’şimdilik’’ en az 10 yıllık bir süre için garanti altına aldığının kanıtı.
Marka değerini süreç içerisinde yükselten Formula E, bunu sadece büyük takımları şampiyonaya çekerek yapmadı. Geçen sezon gidilen dokuz ülkenin yedisinde cadde ya da havaalanı pistleri kullanıldı. Bu da şehir sakinlerinin Formula E’yi benimsemesini ve gidilen ülkelerdeki PR faaliyetlerinin verimli olmasını sağladı. Örneğin her yarış hafta sonunda ünlü bir ismin Formula E aracının koltuğuna oturtulması hem lokal hem de global olarak pozitif bir geri dönüş aldı. İnsanlar Chris Hemsworth’ün Brooklyn sokaklarında bir Formula E aracıyla spin atmasına bayıldı.
Formula E’yi 3 sene öncesine göre çok daha çekici kılan en önemli etken ise şüphesiz pilotların ve takımların artık yavaş yavaş belli bir istikrara kavuşması ve izleyicilerin griddeki simalara alışması oldu. İlk 3 sezonda Lucas di Grassi, Sebastien Buemi ve Nelson Piquet Jr. ön plana çıkan isimler oldular ve şaşılmayacak şekilde şampiyonluklar bu üç isim arasında paylaşıldı. Güç ünitelerinin gelişimiyle hemen hemen 20 kilometre kadar uzayan yarışlar batarya/pit stop sorununu az da olsa saklamayı başarınca izleyiciler karşılarında daha saf bir yarış bulmuş oldular. Bu da yükselen reytingleri ve artan ilgiyi beraberinde getirdi.
Formula E birçok konuda kendini üç yıl öncesine göre oldukça geliştirse de, bazı sorunlar doğal olarak devam ediyor. Örneğin ilk bölümde bahsedilen ses ve hız problemleri halen daha aşılabilmiş değil. Kaldı ki ses problemine güç ünitesinden kaynaklanan sebeplerle belki de hiçbir zaman çözüm bulunamayabilir. Maksimum hızın artırılması ise önümüzdeki 2-3 yıllık periyotta pek mümkün gözükmese de uzun vadede üstesinden gelinemeyecek bir problem değil. Zira Formula E de tıpkı diğer motorsporları serileri gibi aynı anda hem teknolojiyi besleyen hem de teknolojiden beslenen bir seri. Elektrikli yol araçlarında gerçekleştirilen herhangi bir yenilik Formula E araçlarını değiştirebileceği gibi; Formula E’de yaşanan her teknolojik hareketlilik de ileride ‘’muhtaç olacağımız’’ elektrikli yol araçlarının gelişimine katkıda bulunacak. İşin sportif yanı bir tarafa, bu değişimi ve gelişimi bir de bu açıdan takip etmek izleyiciler için önemli bir ayrıcalık. Formula E’yi izlemek bu bağlamda bir nevi geleceği görmeye benziyor.
Gelecek
Formula E, üç yıllık en büyük ve belki de en zorlu sınavını, ilk günkü beklentileri fazlasıyla aşarak geçti. BMW, Porsche ve Mercedes’in önümüzdeki üç sene içinde gride katılacak olması, Michelin, DHL ve Julius-Bar gibi mihenk taşı niteliğindeki firmaların sponsorluklarını en az üç yıl daha devam ettireceklerini açıklamaları şampiyonanın ticari olarak kendini sağlama alması anlamına geliyor. Bu noktada kısa bir ara parantez açmak gerekiyor zira DHL, Formula E projesiyle birlikte 2025 itibarıyla teslimatlarının en az %70’ini elektrikli araçlarla yapmayı planlıyor. Aynı şekilde Michelin de 2050’ye kadar, lastik üretiminde doğaya salınan CO2 miktarını yarı yarıya indirmeyi kendine vazife edinmiş vaziyette. Formula E, geleceğe dönük endişelerini kendisiyle paylaşan firmalarla işbirliği yapıyor ve bu durum organizasyonun başarılı olması yolunda en önemli dipnotlardan biri olarak göze çarpıyor. Bu bakımdan Formula E’yi salt bir spor organizasyonu olarak değil de bir nevi sosyal sorumluluk projesi olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Formula E’nin sınıf atlamasını sağlayacak en önemli etkenlerden biri pilotaj kalitesinin yükselmesi. Günümüz Formula E gridinde yolu Formula 1’den geçen pek çok pilot var ancak bu isimlerin hiçbiri repütasyon ve özgeçmiş bazında şampiyonanın yüzü olacak kadar ‘’karizmatik’’ değil. Zaten bu kalibredeki pilotların yeri malumunuz olduğu üzere Formula 1 oluyor. Bu da bizi en çok merak edilen soruya; Formula E’nin Formula 1’in yerini tutup tutamayacağına getiriyor. Doğrusu işin hem sporcu, hem yatırımcı, hem de izleyici kısmında bu soruya cevap vermek için henüz çok erken. Yukarıda bahsedildiği gibi Formula E kendisini belli bir süreliğine de olsa garanti altına aldı ancak Formula 1’in durumu da aynı. Motorsporlarının en büyük kalesi her ne kadar Ecclestone’ın son 5-6 yılında oldukça hasar alsa da halen daha pilotlar, yatırımcılar ve izleyiciler için oldukça çekici. Özellikle Liberty Media’nın post-Ecclestone dönemini ‘’şimdilik’’ fena idare etmiyor oluşu Formula 1’i yavaş da olsa yeniden yükselen bir trende sokmuş durumda. Dolayısıyla kısa ve hatta orta vadede Formula E’nin Formula 1’i tehdit edebileceğini söylemek pek de realist bir yaklaşım değil. Haas takım patronu Günther Steiner da böyle düşünenlerden. Steiner, ‘’Formula E’ye 7-8 üretici firma katıldığında hepsi kazanamayacak. Eğer bir tehdit teşkil edeceklerse Formula 1 araçlarına elektrik motoru koyar ve yolumuza devam ederiz. En nihayetinde burası hala Formula 1 ve en iyi pilotlar burada. Formula E’yi Formula 1’e rakip olarak değil, bir alternatif olarak görmek gerekir.’’ diyerek konuyu makul bir şekilde özetliyor.
Sonuç olarak Formula E hem pazarlama hem de sportif yönden, başladığı noktadan çok daha iyi bir durumda olsa da halen daha emekleme döneminde. Yazının başında bahsedilen endişeler Formula 1 ve petrol tüketilen diğer tüm serileri işlemez hale getirmediği sürece, Formula E’nin motorsporlarında egemen güç olarak ortaya çıkmasını beklemek sağlıklı olmayacaktır. Tabii burada bahsedilen sürenin on yıllarla ifade edildiğini düşünürsek, Formula E’nin Formula 1’in yerini aldığını görmek için ömrümüz yeter mi, orasını bilemiyorum.