Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolFalancaspor

Transfer kazanı büyük kulüpler kadar amatör takımlarda da kaynıyor. Mahir Ünsal Eriş'ten, bir Ege kasabasına transfer olan Mirsad İsmailoviç'in hikâyesi...

Anne tarafından Pomak, baba tarafından Manavım ben. Daha çok anne tarafına benzerim ama; onlar gibi sarışın, onlar gibi renkli gözlüyüm. Utanınca yanaklarım, üşüyünce burnum onlar gibi kıpkırmızı olur. Nereden bilirdim, günün birinde işime yarayacağını bu çiğ sarışınlığımın.

Belki bir yirmi senesi var bu anlattığımın. Okulu bitirdim, askere gittim geldim güç bela. Yalan yere şikayet etmeyeyim, rahat askerlik yaptım. Ordu, Perşembe’de, Orduevi’nde yaptım askerliğimi. Bir insan daha ne kadar orduda olabilir! Bitirdim geldim gelmesine ya, ne iş var ne güç. İşletme bitirmişim Açıköğretim’den. Ne “Gel bizim dükkanın hesaplarına bakarsın” diyen var ne “Seni falanca fabrikaya işe sokalım” diyen. İşsizim, ipinden boşanmış bir katır gibi dolanıyorum ortalarda. Katırın bile yükü var. Bende o da yok, safi gezentilik. Safi halı saha.

Derken Muzo geldi buldu beni. Muzo, liseden sıra arkadaşım Çalpara Muzaffer. Yalanın, düzenin, tezgâhın her çeşidi ondadır. Bir yerde sahtekârlığın fotoğrafı çekilecek olsa bir köşesinden onun sırıtan yüzü muhakkak görünür. Ama iyiliğine iyidir. Çok severim, bana da bir zararı dokunmuşluğu yoktur. Bir vakittir ortalarda görünmüyordu. Askerden geldiğimden beri karşılaşmamıştım. İnsan askerden gelince eski ahbabını aramaya biraz çekiniyor; “Ya işini gücünü tuttuysa, ya ailesini yuvasını kurup oturduysa” diyor, eli gitmiyor aramaya, hem de böyle işsiz güçsüzken…

Uzatmayayım, çıktı geldi bu. Babasının zirai ilaç firmasında çalışıyormuş ne vakittir. Ege’nin küçük kasabalarına, köylerine mal götürmeye gide gele ahbap olmuş oraların insanlarıyla. Tabii onlara da sayfa sayfa yalan, cilt cilt dolan dökmüş. Bu kasabalardan birinin bir futbol takımı varmış. Kasabanın adı Falanca olsun hadi; çünkü tezgâhım ortaya çıksın istemem, bunca yıldan sonra bile.

Falanca’nın futbol takımı, köylünün kasabalının kursağından arttırıp verdiği üç beş kuruşla Bölgesel Amatör Lig’e çıkmış. Bu sene de şampiyon olursa 3. Lig’e çıkacak. Muzo demiş ki bu insancıklara: “Yahu siz hiç merak etmeyin, derdinizin ilacı bende. Şimdi menajer arkadaşıma açıyorum telefonu, sizin meseleyi çözüyorum.” Belediye binasında mahsusçuktan bir telefon konuşması, üstünkörü bir pazarlık. Hop, tezgâh tamam.

Bana da bununla geldi işte. “Seni Falanca kasabasının futbol takımına sattım” deyiverdi. “Ne yaptın?” diyemeden, ağzımdan girdi, burnumdan çıktı, kandırdı beni. Zaten bir işim yoktu, elime iyi kötü bir para geçecekti, mis gibi bir Ege kasabasında eli ette canı cennette takılacaktım, zaten futbola da meraklıydım, tüm paramı halı sahaya vereceğime hem topumu oynayacaktım hem de üstüne para alacaktım, daha ne! Cahillik işte, ikna olmuş bulundum. Baklayı o zaman çıkardı ağzından. “Yalnız,” dedi, “bir mesele daha var.” Allah Allah! Ne meselesi şimdi bu? “Ben seni Boşnak futbolcu diye sattım Falanca’ya.” Nasıl yani? Ne Boşnak’ı yahu, ben annemden, anneannemden öğrendiysem üç beş kelime Pomakça öğrenmişimdir o yaşıma kadar, nasıl olur da bir kasaba dolusu insanı Boşnak olduğuma ikna edebilirim? Muzo hiç oralı olmadı. Gene beni kandırmanın yolunu buldu.

Babamın adından bir uydurmasyon çekip, İsmailoviç koydu soyadımı. Adımı da bir zamanların Beşiktaşlı efsanesi Mirsad Kovaçeviç’den uydurup, Mirsad yaptı. Bir anda Mirsad İsmailoviç oluverdim. Kabaca bir hesapla hemen hemen bir sıfır araba parasına anlaştık bir sezon için. Araba dediysem, şöyle sıfır bir Tempra gibi. Eh, Allah bereket versin. Annemle babama da “Manisa tarafında bir fabrikada muhasebe işine girdim, birkaç ay oralarda olacağım” dedim, düştüm yola.

Kasabalılar beni çok sevdi tabii. O kadar parayı kime versen, seversin onu zaten. Ama bizde yabancıya karşı bir huy vardır; eğer dilinizi anlamıyorsa ne dediğinizi de anlamıyor sanırsınız. Oysa dil yalnızca ağızla konuşulan bir şey değildir, bedenden de anlaşılır. Tabii kasabalarına turist bile uğramayan Falancalılar bunu pek umursamıyordu. Aynı zamanda takımın başkanı da olan belediye reisi, “Sorun bakalım şu pezevenge, karnı aç mıymış?” diyordu mesela durduk yerde. Başka bir tanesi geliyor, “Anaam, bu sarı sıçana mı vermişler dünyanın parasını, it osursa devrilecek, bu nasıl adam?” diyor, seven de “Ha koca eşşek seni!” deyip gidiyordu. Bütün bunları, Boşnakçayı (!) nereden bildiği muamma olan Muzo bana , “Zıbırıjnıy dıbırıjnıy” diye uydurma kelimelerle çeviriyor, sonra benim verdiğim “Dımışka mımışka” gibi cevapları kasabalıya tercüme ediyordu: “Mirsad, ‘Kasabanızı çok sevdim, kendimi buralı gibi hissediyorum, lig uzun bir maraton, hedefimiz şampiyonluk’ diyor, saygılarını sunuyor!”

Derken gün geldi çattı, ilk antrenmanıma çıktım. Bir kere saha, halı değil toprak. Eh, halı sahanın da iki katı neredeyse. Koş Allah koş, bitmiyor. Daha yarım saat olmadan dilim çıktı dışarı, yorgun düşmüş köpek eniği gibi. Bir de köylüsü, kasabalısı canavar gibi; harmanı kaldıran gelmiş, duvarını ören, çimentosunu indiren, odununu taşıyan gelmiş. Her biri ızbandut gibi, itsen, yüklensen değil devrilmek, tınmayacak adamlar. Bana bir omuz vuruyorlar, ben on dakika gözümün karartısının geçmesini bekliyorum köşe gönderinin dibinde. O kadar kötüyüm ki sahada olmasam takıma daha çok faydam dokunur. Ama Falancalılar yılmıyor. Ben devrildikçe alkışlıyorlar, ben kaleyi ıskaladıkça coşuyorlar, ben topu kaptırdıkça tezahüratla yükseliyorlar. Adamlar bir Tempra parası yatırmışlar, öyle kolay mı teslim olmak.

Birbirinden berbat beş maça çıktım Falancaspor formasıyla. Hele bir tanesinde, bir tek santrada değdi ayağıma top, bir de korner kullandım. Sahadaymışım, evdeymişim hiç fark yok. Adamlar sahaya çıkmışlar, birbirilerini ite kaka top oynuyorlar, ben yalnızca ezilmemeye çalışarak aralarında geziniyorum. Tribün ise yıkılıyor: “Mirsad! Mirsad! Mirsad!”

Sonra bir gün foyam ortaya çıkar gibi oldu. Muzo iki haftadır mal getirmediği için kimseyle konuşamıyordum. Konuşursam Boşnak olmadığımı anlarlar diye susmaktan içim şişti. Yakın illerden birinden deplasmandan dönmüşüz, meydandaki kahvelerden birinde oturuyorum tek başıma. Arada Falancalılar geliyor, selam veriyor, gülerek, anlamadığımı düşündükleri küfürler ederek sohbet etmeye çabalayıp gidiyorlardı. Derken yanıma biri oturdu, eliyle sandalyeyi gösterip nazikçe izin isteyerek. Oturur oturmaz da elindeki gazetenin bulmacasına daldı. Allah’ım çıldırmak üzereyim. Adam gözümün önünde bulmacayı yanlış çözüyor, ben lâl olmuş, tek kelime edemeden izliyorum. Adamın mırıldandığını duydum: “Yasaya, dine uygun olan. Yasal… Beş harf… Çıkan harfi yok.” Nasıl olduğunu anlamadım, “Meşru!” deyiverdim. Adamınkiyle birlikte bütün kafalar bana döndü kahvede bir anda. Suçüstü yakalananlara has aptal bir sırıtış yerleşti yüzüme. Türkçemi bozarak, “Aynı, meşru, Boşnakça, aynı!” dedim. Kalabalıktan uğultu halinde, ikna olmuş bir “Haaa…” yükseldi. Kimsenin aklına, soruyu nasıl anladığım gelmemişti neyse ki…

Sonra adam, meşruyu kutulara yerleştirip bulmacanın köşesindeki tek gözü kısık adamın fotoğrafına baktı, “Resimdeki ünlü yazarımız…Üçüncü harfi Ş…” diye mırıldandı. Yine tutamadım kendimi, herhâlde konuşamamaktan delirmişim, “Yaşar Kemal!” diye bağırdım. Benim bağırışımla yan masadan biri kalkıp yanıma geldi, “Ulan sen Türkçe biliyorsun da bizi mi koparıyorsun?” dedi. Ben yine aynı aptal sırıtışı takınırken başka biri yanaşıp “Türk müsün lan yoksa sen, yavşak?”, sonra bir diğeri, “Çıkar ulan pasaportunu!” diyerek üsteledi. Oturduğum masanın etrafı bana bağrışan adamlarla çevrelenmeye başlamıştı ki kapıdan içeri, Muzo kılığına bürünmüş Hızır Aleyhisselâm girdi. “Durun yahu, n’oluyor!” derken ona da anlattılar. “Yahu dedi,” gayet rahat, “dünyaca ünlü Yaşar Kemal’i tanımayan mı var? Komünist zamanda Boşnakçaya da çevrilmiş bütün kitapları. Bunlar bizim gibi değil ki daha ilkokulda okumaya başlıyorlar Yaşar Kemal’i falan.” Kalabalık ikna olmuş göründü ama içlerine de bir kurt düşmüştü. Bir açığımı yakalarlarsa acımazlardı. O arabanın parasını, iyi ihtimalle burnumdan fitil fitil getirirlerdi.

Neyse ki öyle olmadı. Altıncı maçımda sağ ayağım bilekten kırıldı. Apar topar yakın illerden birindeki fakülteye götürdüler. Doktor, şaşkın şaşkın bakan kasabalılara “Sezonu kapattı” dedi benim için. Kontratımız tek sezonluktu. Yani kurtulacaktım Falanca’dan. İsmailoviç’likten mezun oluyordum. Peşimi bırakacaklardı. Paramızı da almıştık hem. Gerçi vergiler, stopaj, sürmenaj, debriyaj falan derken üç kuruş bir para vermişti elime Muzo. Değil araba almak, babamın külüstürün lastiğini bile değiştiremezdim o parayla ya, macerası yanıma kâr kaldı. Bir de yağmurdan yağmura, ayazdan ayaza sızlayan bir sağ ayak.

Bu yazı, ilk olarak Socrates’in Kasım 2016 tarihli 20. sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce