Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

DergiTenisBir Başkası: Althea Gibson

Williams kardeşlerden önce Althea Gibson vardı ve her şeyin başında tarih yazmadan evvel sadece 'birisi' olmak istemişti. Şampiyonluk sonra geldi.

2017 Avustralya Açık’ı unutulmaz bir turnuva yapan tek şey, Roger Federer ile Rafael Nadal’ın karşı karşıya geldiği erkekler finali değildi. Aynı turnuvada Serena ve Venus Williams sekiz yıl sonra ilk kez finalde eşleşmiş, kazanan Serena olmuştu. Tıpkı erkekler finalinde olduğu gibi kadınlardaki mücadeleden sonra da özel birçok şey yazılıyor, içinde ‘tarih’ ve ‘devrim’ geçen cümleler kuruluyordu. Zira 1999’dan beri göz önünde olan Williams Kardeşlerden Serena, kazandığı 23 Grand Slam ile tarihin en iyisi olmuş, ablası Venus ise sakatlıklarla bölünen kariyerinde her zaman saygın bir şampiyon imajı çizmişti.

İkili, kariyerleri boyunca sadece birbirleriyle kıyaslanmamıştı. ABD’de 21. yüzyılda bile çözüme kavuşamayan ırk sorunları Williams kardeşleri etkilemiş, elde ettikleri başarılar asla sadece spor çerçevesinde kalmamıştı. Kazandıkları ve kaybettikleri her kupada, içlerinde yer aldıkları her sosyal tartışmada Billy Jean King’in mirası da bir şekilde yankılanıyordu. Ve bazen, dikkatlice bakanlar başka bir ismi daha görüyordu; Althea Gibson’ı…

Williams Kardeşlerin Los Angeles’ın belalı mahallesi Compton’da doğmasından yarım yüzyıl önce Althea Gibson, Harlem’de dünyaya gözlerini açtı. Büyük Buhran’dan etkilenen ailesi soluğu burada almış, 143. Sokak da yeni meskenleri olmuştu. Aile, çıkış noktasının tam da bulundukları yer olduğunu henüz bilmiyordu. Sokağın köşeğinde bir polis istasyonu vardı ve Gibson’ların evinin önü, emniyet güçlerinin gün içinde spor yapmaları için kapatılırdı. Bu, Althea’nın kaderinin henüz küçük yaşta çizildiği anlamına geliyordu. Tenisle o sokakta tanışmıştı.

Elliler, tenis için ilginç bir çağdı. Profesyonelleşmenin başlamasına yıllar vardı ve maddi zorluklar en büyük yıldızları dahi yıldırmıştı. Gibson aynı zamanda, bütün bu ‘beyaz’ atmosferin içinde siyah bir kadın kimliğiyle var olmaya çalışıyordu. Hızla yükselmiş, 1956’da ilk büyük zaferini Fransa Açık’ta almıştı. Bu, toplamda elde edeceği 10 Grand Slam şampiyonluğunun ilkiydi. Lâkin bütün bunlar ona düşlediği hayatı getirmemişti. 1958’de tenisi bıraktı. Bir yıl sonra müzik dünyasına girdi, dönemin en popüler televizyon programı Ed Sullivan Show’a çıktı, John Ford’un The Horse Soldiers filminde bir köle kadını canlandırdı. Ve 1960’ta, hayatının en başarılı çağı geride kalmışken, I Always Wanted To Be Somebody kitabını yayımladı. Bu alanlardaki başarısı, tenisinin gölgesinde kalmıştı. Sonra bir kez daha ait olduğu yere, spora döndü, 37 yaşındayken golf tarihinin ilk Afro-Amerikalı kadın oyuncusu olmayı başardı.

Harlem’den Kaçış!

Coğrafya, Gibson’ın da kaderiydi. Sefalet içinde, babasından dayak yiyerek büyüdüğü Harlem, bir yandan da kurtuluşu olmuştu. Lâkin ev, ona sürprizler hazırlamaya devam etmişti. Althea o kaderden kaçmayı birden fazla kez denemiş ama kendi ifadesiyle; kafasını her çevirdiğinde, aslında çok rahat mağlup ettiği beyaz oyuncuların ondan daha fazla öne çıkarıldığını görmüştü. Şanslıydı, bir yandan özel bir yaşamın parçasıydı ama bu her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyordu. Ünlü tenis yazarı Bud Collins’e göre, tarihte bu kadar çok zorluğu aşmak durumunda kalan başka bir oyuncu olmamıştı.

Althea Gibson, tenisin amatör seviyede, siyahların ve Yahudilerin giremediği özel kulüplerde oynandığı bir çağda çıkmış, birçok alanda tarih yazmıştı. Ama esasında o, her şeyden önce evinden kaçmak, yaşadığı hayattan kurtulmak isteyen bir genç kızdı. Tanıştığı Sugar Ray Robinson’ı örnek alıyor, onun gibi ‘biri olmak’ istiyordu. Farklı biri, özel biri…

Şampiyonluklardan ve ödüllerden de evvel asıl niyeti buydu. Şimdilerde onun adımlarını takip edenler, hâlâ ön yargılarla, ırkçılıkla, nefret suçlarıyla dolu bir dünyada, daha iyi şartlarda yeni zaferler elde etmek istiyor. Tarihin oyunu bu. Asla tam istediğimiz gibi ilerlemiyor ama hep kendine yeni kahramanlar buluyor. Dün Althea, bugün Serena…

 

*Bu yazı Socrates’in Nisan 2017 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz. 

İlginizi çekebilecek diğer içerikler