Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolRöportajDüzenli Kaos

Fenerbahçe'nin yeni antrenörü Aykut Kocaman, geçtiğimiz sayılarda konuğumuz olmuş; kariyerini ve planlarını anlatmıştı. O röportajda üstünde durduğu olgulardan biri de sahada görmek istediği oyundu.

Röportaj: Caner Eler – Onur Erdem

Futbolda bir döngüden bahsedebilir miyiz? Belli taktiklerin ve dizilişlerin dönem dönem yeniden popüler olması, sonra antitezleri ile birlikte kaybolması ve devamında bir kez daha çıkması gibi bir durum var sanki. Katılır mısınız?

İlk ne yapıldıysa, her şey onun üzerine inşa edilir. Hayat için geçerli olan bu gerçek, futbol için de geçerli. Oyun önce dörtlü savunma üzerine inşa edilmiş, bu zaman zaman üçlüye evrilmiş, bir dönem beşli geçerli olmuş, yeniden dörtlüye dönmüş… Moda da böyledir mesela; paçalar uzar, kısalır, genişler, daralır. Bazen sivri burunlu ayakkabılar moda olur, bazen topuklu öne çıkar. Dolayısıyla elimizde çok fazla şey yok, ne varsa onun üzerinden ilerliyoruz. Kaleci hariç 10 tane futbolcunun belli ölçülere sahip bir saha içindeki yerleşiminden bahsediyoruz sonuçta. Dizilişler, taktikler…

Biri bunu hep en iyi hâle getirecek, sonra birileri bunu takip edecek, sonra pek çoğu birbirine benzediği için birileri sürüden ayrılacak. Mevcut düzenin zaaflarını araştıracak, ona göre başka bir anlayış benimseyecek ama onun benimsediği ‘başka’ anlayış da aslında hâlihazırda var olan dizilişlerden biri olacak. Özetle; oyunun ve hayatın içinde, bundan sonra çok da acayip şeyler olmayacak. Siz o sahaya 12. oyuncuyu sokmadığınız sürece, kimse yeni baştan bir dünya yaratmayacak.

İnsanın sınırları olup olmadığı tartışılır hep; 100 metre ne kadar hızlı koşulabilir, ne kadar yükseğe atlanabilir gibi… Bunun bir sonu var mı? Futbolda da mesela oyunun boyunu ne kadar kısaltabilirsiniz, topa ne kadar sahip olabilirsiniz? Guardiola geçenlerde “Amacımız yüzde 100 topa sahip olmak” demişti ama o zaman da nasıl gol atacağınız sorusu giriyor devreye. Ne dersiniz?

Bu dönem değil ama benim de felsefem genel olarak topa sahip olmaya dayalı. Guardiola, orada bir hayali anlatıyor aslında. Sonuçta sahanın ve sürenin sınırları olduğu gibi nihai amacın dahi bir sınırı var; o da Guardiola için yüzde 100 topa sahip olmak. Yüzde 75 de yetmiyor ona, anlayabiliyorum, insanın sınırsız arzusu giriyor devreye, yüzde 80 olsun istiyor belki ama gidebileceği yer belli. Her takım en az bir kez santra yaptığı için bu mümkün değil ama hadi oldu diyelim, sonra ne olacak? Ben hep şunu söylerim; futbol oyunu ‘top’ üzerinden konuşulur. Temel amacımız, o topu kazanmak ve o topla oynamaktır. İşin eğlencesi burada yatar, kendi aramızda oynasak bile. Herkes bundan tat alır, Guardiola’nın sözlerini de bu gerçek üzerinden yorumlamak lazım. Çok anlaşılır bir talep.

Değişken ne peki burada? İnsan. Bir saniye daha hızlı, vazgeçtim, saniye çok uzun bir süre, onun onda biri daha hızlı gidebilen bir futbolcu fark yaratabiliyor artık. Sınırlar o kadar birbirine yaklaştı. Sonra bunu diğerlerinin de katılımıyla grup dinamiğine çevirebiliyorsanız, zaten 1-0 önde başlıyorsunuz maça.

Fenerbahçe’deki teknik adamlık dönemizde koşu mesafesi kavramıyla özdeşleşmiştiniz biraz. Bu konudaki ısrarınız ya da talebiniz, az önce söylediklerinizden mi kaynaklanıyordu?

Bütün her şeyi koşu mesafesi üzerinden anlatmaya çalışırsak yanlış olur. Ben sadece, bir şey inşa edecekseniz başlangıcının bu olması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Yoksa her şey matematiğe kalır; bu, bu kadar koşabiliyor, bu daha az, o zaman bu kazanır gibi bir durum yok. Futbol, sadece matematikle açıklayabileceğiniz bir oyun değil.

Diyorsunuz ki birbirine denk ya da yakın kuvvette iki takım varsa ve bunlardan biri maçı üç kilometre fazla koşarak bitirmişse, muhtemelen daha avantajlıdır. Doğru mu anladım?

Aynen, mutlaka bir avantaj sağlamıştır. Ayrıca, burada 20 km/saat üstü koşulardır asıl önemli olan. Bir üstü 24 km/saat olanlardır. En üst seviyede ise 27-28 km/saat üstü koşulardan bahsetmemiz gerekir. Eğer bunlar sadece hızlı değil, aynı zamanda topla ilişkisi kuvvetli oyuncularsa rakip üzerinde muazzam bir baskı yaratırsınız. Çok basit bir örnekleme yapalım; aynı hızda iki oyuncu olsun, birinin de dayanıklılığı bir miktar daha fazla olsun. Bunlar maç başında boştaki bir topa koştuklarında aynı anda varabilirler, dördüncüde zayıf olan aksamaya başlar, sekizincide iki-üç metre geride kalır, sonra bir metre daha, sonra bir metre daha…

Otuzuncuda artık geride kalacağından emin olduğu için o topa gitmekten vazgeçer. Bu durum takımlara da genellenebilir. Hani derler ya “Şu takım geriye yaslandı, kendi sahasına çekildi” diye. O, geriye yaslanmak değildir aslında. Sadece, güç, hız ve dayanıklılık açısından geride olan, bir süre sonra oyunun iki tarafını birden yürütemez hâle gelir ve genelde hücumdan feragat edip enerjisini savunmaya saklamaya başlar. Bütün hikâye fiziksel dayanıklılıktan geçiyor yani. Anlatmaya çalıştığım, bundan ibaret.

Bunu Türkiye üzerinden de örnekleyebilirim; toplumumuza bakıyorum, üretkenliğimize bakıyorum, yatırdığımız para kendi klasmanımıza göre fazla olsa da futbol merkezinin dışındayız. Bunu, para ile dengelemeye çalışıyoruz fakat para konusunda da öykündüğümüz takımların hayli gerisindeyiz aslında. Real Madrid, Barcelona, Manchester United, Bayern Münih’e öykünüyoruz biz, öyle Premier Lig’in orta sıra takımları da kesmiyor ama baktığında onların bile gerisindeyiz. Bunlar zaten ‘yapabilen’ oyuncuların çoğunu toplamışlar. Bize genelde buradan seken, biraz ‘zaafları olan’ diyebileceğimiz, belli istikrarı koruyamadığı için oralarda tutunamayan oyuncular kalıyor. E sen de komple oyuncu üretmekte zorlanıyorsun, 1-2 istisna dışında başaramıyorsun, olmuyor.

Bizdeki oyuncunun babası, altyapıda maçını izledikten sonra oğluna “Niye orada pas verdin, sen vursana?” diyor. “Sen vur”, “Sen ol” hâli var burada. Diğer taraftaki baba ise “Oğlum, pası verseydin kazanacaktınız” diyor. Dolayısıyla, bireysel durumu açıkladım ama kolektif bilinç de daha fazla orada. Londra’ya bak; 100 yıl evvelki yollar var, bizde her on yılda bir yeni yeni semtler çıkıyor. Düzen yok, aksine düzensizlik hakim. Bu, futbola da yansıyor sonuçta. Sonra, futbolu düzen üstünden değil de coşku üstünden tarif etmek zorunda kalıyorsun.O da nasıl coşku? “Hadi aslanım, hadi koçum, koş, zıpla, vur, rakibi zora sok, kaos yarat, o kaostan faydalan” seviyesinde bir motivasyon çabasından ibaret. Tam da bu ülke insanının gündelik hayatı gibi. E şimdi sen bu şartlar altında nasıl mücadele edeceksin? İşte o durumda ben de diyorum ki en azından fiziksel açıdan, dayanıklılık yönünden geride kalmayalım, bir beş kilometre daha fazla koşalım da bir şansımız olsun bari.

Bu kadar fark ediyor mu gerçekten? Yani, bahsettiğiniz seviyeden bu kadar mı uzağız?

Ben Fenerbahçe’de ilk dönem özellikle buna odaklandım, sağlıklı ölçümler yapmak için özel bir düzenek ve sistem kurdurdum. Sonuçlar bir geldi, ağzımız açık kaldı. Takımın koşu ortalaması 97-98 kilometre çıktı. Rakiplere bakıyoruz, 110 kilometre koşmuş. Bu, -neresinden bakarsan bak- onun senden bir futbolcu fazla koştuğunu gösterir. Hâliyle süre ilerledikçe baskıyı artırıyorlar, sen de oyundan düşüyorsun. Önüne geçme şansın yok. Siz ne verirseniz verin, sonucu oyuncunun kapasitesi belirler. Oradaki oyuncular, kapasite olarak daha üst düzeyde. Sadece teknikten bahsetmiyorum, fiziksel olarak da bu böyle.

Peki, şöyle sorayım; o bahsettiğiniz oyuncular buraya geldiğinde de bir süre sonra onları kendimize benzettiğimiz söyleniyor. Katılır mısınız?

Doğru ama o aslında bizim çaresizliğimiz. Biz burada üretemediğimiz gibi, hazır gelenleri de geldikleri seviyede tutamıyoruz. Çünkü burada, bireyselleşme başlıyor. Oyundaki yük dağılımı farklı. Bu farklılık sonucunda çıkan verileri değerlendirecek olan taraftar, medya ya da sistemin tamamı, ama onlar da aslında sadece işini yapan oyuncu yerine, birkaç göze hoş gelen hareket yapıp kendine oynayanı alkışlıyor. Bireysel çabayı övüp takım için sarf edilen çabayı görmezden geliyor. Bunu fark ettiği andan itibaren de –eğer biraz da buna meyilli ise- o futbolcudan hayır gelmiyor. Bozuluyor ister istemez. Kaçış yok.

Buna en iyi örnek Gerson’dur mesela. İlk sene kiralık olarak gelmişti ve o sezon bir defansif orta saha oyuncusu ne yapmalıysa onu yapıyordu; bekçi gibi öndeki beşli grubun arkasında bekliyordu, geçen toplarda güçlü hamle özellikleri vardı, hemen müdahale ediyordu, topu kapıp yeniden oyuna servis ediyordu. İnanılmaz bir katkı vermişti gerçekten. Bu arada da birkaç gol attı ki bozulma orada başladı. Gol atınca daha çok sevildiğini fark etti. Koşmasının, rakiple boğuşmasının taraftar ve medya nezdinde gol kadar kıymeti olmadığını anladı. Ertesi sezon yeniden imzaladığında, başka bir oyuncuydu sanki. İlk sene takım için ne kadar faydalıysa, ertesi sezon katkısı yarıya düştü ve buna rağmen, popülaritesi arttı. Sorun da orada zaten.

Klasik bir soru olsun o zaman; neden oyuncu yetiştiremiyoruz? Bir düzen oluşturamamakta mı sorun?

Biraz öyle. Düzen bilgi istiyor çünkü, fedakarlık istiyor. Davranışlar için de geçerli bu; hem yapma hem de yapmama açısından fedakarlıktan bahsediyorum. Yapmak istediğin birçok şeyi yapmaman gerekiyor belki de… Özgür olmak istiyorsun ama bunu belli sınırlar dahilinde yapabileceğini görüyorsun. Hayatta da bu böyle; pek çok Batı ülkesi gündelik hayatında bu düzene sahip zaten. Trafik düzenli, caddeler düzenli… Saha içine girdiğinde de bu düzeni yaratan insanlar aynı düzenin peşinde koşup buna sadakat istiyorlar. Biz ise düzeni isterken, işimize geldiğinde düzenin dışına çıkıp kestirme yollara sapmayı tercih ediyoruz. Her alanda böyle. Bir de üstüne, böyle davranıp işine yarar sonuç alana “Aferin!” diyoruz, onu onaylıyoruz. Oysa ki o, düzeni bozmuş oluyor. Dolayısıyla; biz aslında düzen ister gibi görünüp düzene inanmıyoruz. O, bizim için kısıtlayıcı bir şey.

Hızlı koşmak istiyoruz biz. İnşaat kaç ayda biter? Altı ayda mı? Helal olsun, altı ayda bitirelim. Dışı şekil olsun, camlar aynalı falan, kabası çıksın, oldu mu, oldu… Kimse de sormuyor ki bunun elektrik tesisatı nasıl? Üç aya patlar mı? Parkeler nasıl? Kalkar mı? Bunları soran yok. Onlar önemli değil, onları sonra hallederiz. Zaten bütün işlerimizi son dakikada hallediyoruz. Takım inşa etmenin de bundan farkı yok. Belki iki yıl gerekiyor idealine ulaşmak için ama altı ayda takım top oynamasa da sonuç alıyorsan eyvallah, kimse de çıkıp “Bu böyle ne kadar devam eder?” demiyor.

Buraya çok kaliteli, dünyanın en büyük takımlarını çalıştırmış, oralarda başarılı olmuş birinci sınıf teknik adamlar geldi ve başarılı olamayıp döndüler. Neden yapamadılar? Bunun cevabını aramak lazım. Barcelona, Guardiola yönetiminde zirveye çıktı ama onun da en büyük avantajı Rijkaard’dı. Mükemmele yakın bir sistem bırakmıştı, Guardiola da sistemi oradan alıp mükemmele ulaştırdı. Sonra aynı Rijkaard buraya geldi. İlk iki ayı hatırlarsınız belki… Saha yerleşimi mükemmel bir Galatasaray vardı; sağ bek açılıyor, sol bek açılıyor, stoperler açılıyor, merkez oyuncular açılıyor, forvetler kenarlara gidip oyunu genişletiyor, birinci bölgede başlıyorlar, pas, pas, pas, ikinci bölgede rakibe göre pozisyon, üçüncü bölgede kanatlardan içeri koşular… Her şey çok iyiydi? Sonra? Sonra düzene itaatsizlik başladı işte. Bunu hep yapmak, oyuncuya zor gelmeye başladı. ‘Hep yapmak’ zordur çünkü. Biz nasıl yaparız? “Hadi şuraya gidelim, hadi şunu yapalım” deriz. Anlık patlamalar daha geçerlidir. Coşkulu antrenörler de o yüzden burada daha çok iş yapar. Buraya daha uygunlar.

Ben ne yapmaya çalışıyorum? Bir taraftan o duygularla hareket etmeye ve -mecburum ki- kısa vadede bu sayede sonuç almaya, bir taraftan da kendime “Yarın nasıl daha verimli oynayabilirim?” diye sorarak bir düzen kurmaya çalışıyorum. O yüzden, ülke içindeki dinamiklere göre çok da avantajlı olduğum söylenemez. Bu dinamiklerin meşru olduğu kadar gayrimeşru olanları da var tabii, onlara çok girmek istemiyorum ama hayli kuvvetli dinamiklerdir onlar da…

Aykut Kocaman, eşofman giydiği için eleştirilmişti.
“Bundan daha doğal ne olabilir? Spor karşılaşmasındasınız, sporcuları yönetiyor ve direkt olarak sporla temas ediyorsunuz. Eşofman, sporda resmi kıyafet gibi bir şey. “

Hangi ekole yakın olduğunuzu düşünüyorsunuz? Alman, İtalyan, Hollanda ya da bir diğeri?

Ben, Türk ekolsüzlüğüne daha yakın olduğumu hissediyorum. Bizimkisi de ayrı bir ekol işte; kaos. Bütün mesele de bunu biraz daha düzenli bir kaos hâline getirebilmek zaten. Kaosu organize etmemiz lazım, benim yapmaya çalıştığım da bu.

Teknik direktörlüğü anlamak için soruyorum; Louis van Gaal, Manchester United döneminde hücumda etkisiz kalmasıyla ilgili bir soruya “Evet, daha fazla hücum yapmalıyız. Bunu annem ve büyükannem de biliyor” şeklinde bir cevap vermişti. Teknik adamlar, bu tip sorulardan rahatsız mı olurlar? “Onu biz de biliyoruz ama o iş öyle değil” dediğiniz bir nokta var mı?

Aslında herkesin futbol hakkında fikir sahibi olması iyi, zira bu işi büyüten de biraz bu zaten. Aksi halde bu kadar cazip olmayabilirdi. Diğer taraftan da şöyle bir durum var; her işte olduğu gibi burada da bazı insanların uzmanlığına saygı göstermek gerekiyor. Katılımcıların çok olması, hepsinin haklı olduğu anlamına gelmiyor. ‘Yapan’ konumunda olmadıkları için eleştiriler genelde “Bu olmasaydı, bu çıkmasaydı” düzeyinde kalıyor. Aslında çok da haklılar bir yandan, doğru yani. Kim biliyor ki öyle olmasaydı da böyle olsaydı nasıl bir sonuç çıkacağını? O yüzden, test edilmemiş fikirler sunmak kadar güzeli yok. Aksini ispatlama şansınız yok çünkü. Bizim yaptığımız hamleler ise bir noktadan sonra ölçülebilir hâle geliyor. Skor tabelası diye bir şey var.

Bunun dışında, kararını da birileri uyguluyor sonuçta. Yolun insandan geçiyor nihayetinde ve sonuçta, değişkenler bu kadar çokken yüzeysel bir eleştiri geldiğinde –özellikle de van Gaal ya da Mourinho gibi bir isme karşı yapıldıysa- sert bir karşılık buluyor. Bir noktaya kadar anlayabiliyorum. “Kardeşim evet de ben bugüne kadar yaptım bunları, bugün olmuyorsa bir nedeni var” diyordur adam.

Bir örnek vereyim; Mönchengladbach takımı, Lucien Favre yönetiminde 2010-2011 sezonunda play-out maçıyla ligde kaldı. Ertesi sezon ligi dördüncü bitirdiler, sonra sekizinci, sonra altıncı, geçen sene de Bundesliga üçüncüsü oldular. Muhteşem bir sezon geçirdiler. Aynı takım, aynı teknik adam, bu sezona beş maçta beş mağlubiyetle başladı ve Favre gönderildi. Yerine altyapıdan Andre Schubert’i getirdiler. Takım, takip eden altı maçta altı galibiyet aldı. Altı maçta altı galibiyet! Ben hayretler içinde söylüyorum bunu ama öte yandan da hayret etmemek lazım, futbol böyle bir şey zaten.

Eşofman giyme konusunda eleştiriler almıştınız. Neden üzerinde bu kadar duruldu? Garip değil mi?

Bundan daha doğal ne olabilir? Spor karşılaşmasındasınız, sporcuları yönetiyor ve direkt olarak sporla temas ediyorsunuz. Eşofman, sporda resmi kıyafet gibi bir şey. Özellikle de kenarda duruyorsanız, giyilir tabii. Ayrıca kafamda bununla ilgili şöyle bir şey vardı; teknik adamlar, oyuncularına hep takım olmaktan ve beraber olmaktan bahseder. Özellikle oyunculuğumun son döneminde şunu düşündüm; bir yanda oyuncular, bir yanda da kenarda kravatını takmış, takım elbiseli bir antrenör… Ben de söylenen söz ve davranış birbirine uysun diye kenarda eşofmanla durmaya karar verdim ve hep onu uyguladım. Fakat Fenerbahçe’ye gelince işin boyutu biraz değişti. Zaman zaman takım elbiseyle, zaman zaman eşofmanla çıktım maçlara. Ancak Fenerbahçe’deki eşofmanın da bir anlamı vardı. Bu, hep söylediğim ama anlatamadığım şeylerden biridir. Fenerbahçe ürün satıyor ve bundan bir gelir elde ediyor. Ben de taraftarın satın aldığı ürünleri giyenlerden biri olmak istedim, “Bu satılıyor ve biz de profesyoneller olarak bunu giyiyoruz” mesajı vermeye çalıştım.

Hiç gülmediğinize dair bir algı var…

Teknik direktör, o anda oyunu yönetmeye çalışan kişidir. Üzülme ve sevinmenin ötesinde bir durumu vardır. Taraftar ise skora göre pozisyon alır. Oyuncu da aynı şekilde; attığı ya da yenilen golden sonra farklı tepkiler verebilir. Bunlar doğal süreçlerdir. Teknik direktörün ise çeşitli değişkenler ile birlikte olanı biteni algılayıp buna göre pozisyon alması gerekir. Özetle; anormal derecede sevinmem ya da üzülmem ile mesleğim arasında bir bağ kurulması çok anlamlı gelmiyor. Benim aklım hep “Maç içerisinde yeni bir şeyler olabilir mi?” sorusuna gidiyor. Oyunda ne gibi değişkenler olabilir ve ben ne yapabilirim? Böyle düşünüyorum. Teknik direktörün duygularını biraz olsun kontrol edebilmesini, bu sebeple bir artı olarak görüyorum.

Bu röportajın tamamı, Socrates’in Aralık 2015 sayısında yayımlanmıştır.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Başka Bir Yol

Başka Bir Yol

4 sene önce
Hayal Albümü

Hayal Albümü

4 sene önce