Röportaj: İlhan Özgen – Mustafa Koç – Sezgin Rızaoğlu
Futbola başlamanız biraz sancılı olmuş…
Babam; kaymakam, vali muavini, valiydi çeşitli yerlerde; Edirne, Hakkari, İzmir’de çalıştı… Derslerimi ihmal ettiğim için top oynamamı istemezdi. Polislere, “Aman oğluma dikkat edin, futbol oynamasın!” diye tembih edermiş. Gizli gizli oynayarak futbola başladım. Sonra babamın görevi nedeniyle İstanbul’a geldik ve Beşiktaş Serencebey Yokuşu’nda bir eve taşındık. Burada da mahalle takımında oynamaya başladım. Babam, vilayetlerde nefes aldırmıyordu ama İstanbul’da onun kontrolünden daha uzaktım.
Bir gün mahallede “Beşiktaş’ın seçmeleri var” dediler. Mahallece, Şeref Stadı’ndaki seçmelere gittik. Oğlu arkadaşım olan İmam Hayati vardı (Hayati Orcan), o da Beşiktaş’ın eski futbolcusu ve altyapı antrenörüydü. Sene, milattan önce 77!
1960’te giriş o giriş Beşiktaş’a… Çok iyi bir junior takımımız vardı. Yusuf Tunaoğlu da o takımdaydı. Bir buçuk yıl altyapı, bir buçuk yıl da genç takımda oynadım. Orada da Çengel Hüseyin (Hüseyin Saygun) hocamızdı. Şeref Stadı’nın ‘mükemmel’ zemini vardı bir de… Yazın taş gibi, kışın balçık, çamur… Konkurhipik bile yaptılar orda yahu! Atların gübreleri falan her yerde… Sonra onları temizlerlerdi, biz de top oynardık.
O dönem sadece kulüplerin altyapıları değil, İstanbul Amatör Küme hatta okul turnuvaları bile epey seyirci topluyordu değil mi?
Kabataş Lisesi’nde okurken, okul tarihinin ilk İstanbul şampiyonluğunu kazandık. Çok iyi bir takımımız vardı. Türkiye Şampiyonası’nda da son maçta hakemi dövdük, şampiyon olamadık. Ankara’dan bir liseyle oynuyoruz… 2-0 galiptik, hakem aleyhimize iki penaltı verdi, bizden de birine kırmızı kart gösterdi. Bir arkadaş da hakeme yumruk attı, saha karıştı! Herkes sahaya girip, birbirine vurmaya başladı. Benim de önüme birisi geldi, “Sen niye girdin!” diye adama bir yumruk attım. Meğer adam, Ankara’dan gelen saha müşahidiymiş… Altı ay ceza aldım!
Bir süre sonra da Baba Hakkı’nın, “Şenol’lar Birol’lar gider, Yusuf’lar, Sanlı’lar gelir!” sözü duyulacaktı…
15 yaşında Beşiktaş’ın altyapısına girdim. Bir buçuk yıl altyapı, bir buçuk yıl da genç takımda oynadım. Genç takımdayken Şenol (Birol) ve Birol’un (Pekel) gitmesini Yusuf ile yakından takip ettik; “Hadi aslanlar, hadi koçlar, gidin artık!” diyerek. Her gün bütün gazeteleri okuyorduk. Nihayet onlar da Fenerbahçe’ye gitti.
Hemen o yaz 4 Temmuz 1963’te Yusuf’la beraber profesyonel olduk. Sonra Baba Hakkı’nın meşhur sözü geldi işte, Hürriyet’te manşet olmuştu: “Birol’lar Şenol’lar gider, Yusuf’lar Sanlı’lar gelir!” Bu demeci okuduğumda, babamla birlikte Florya’daki Haylayf (High Life ya da Menekşe de denir) Plajı’ndaydım. Bir dönem futbol oynamamı istemeyen, peşime polis takan rahmetli babam, çevresindekilere gazeteyi göstererek, “Bakın, bu Sanlı benim oğlum, bakın!” diyordu. “Hey gidi peder hey!” dedim o zaman… Sonra babam da fanatik Beşiktaşlı oldu tabii.
Hakkı Yeten’den çekinmiş miydiniz başlarda?
İlk A takıma alındığımızda Hakkı Yeten çağırdı beni, “Öp elimi” dedi, öptük. “İmzala” dedi, imzaladık. “Beş bin lira alacaksın” dediler. “Ne kadar süre için?” diye sordum, dört yılmış. “İyi” dedim. Sonra ara ara Hakkı Yeten antrenmanlara gelmeye başladı. Antremanlarda yine “Öp elimi!” diyordu. Öpüyorduk, Baba Hakkı’nın arkasında bir adam gezerdi, o beş binlik bir çek daha veriyordu. Böylece bir sezonda 20 bin lira aldım.
Kısa sürse de bir üniversite maceranız da var değil mi?
Evet, önce eczacılık fakültesine girdim. Ama altı ay sonra bıraktım. Sonra inşaat mühendisliğine girdim, çok da iyi gidiyordu ama üçüncü sınıfta ayrıldım. Beşiktaş da beni askere göndermek istedi. Er olarak askerlik yaparsan hafta sonu maçlara gelebiliyordun. Yedek subay olarak yaparsan iki yıl yoksun. Benim de aklıma yattı askere gitmek ve bir bakıma futbol yüzünden okulumdan da oldum. Sonra devam edebilirdim belki ama etmedim.
Beşiktaş tarihinin en güçlü kadrolarından birine girdiniz. Üçüncü ve dördüncü yılınızda üst üste iki şampiyonluk var. Peki, ilk iki sene neler yaşadınız?
İlk senemde de şampiyon olacaktık aslında ama Fenerbahçe ile bir maç vardı, berabere kalsak şampiyon olacağız… Maç 0-0, korner kullanıyoruz, son dakika… Topu çıkarttılar, bir uzun top, Şenol vurdu gol oldu! 1-0 yenildik, şampiyonluğu kaçırdık. Ona rağmen ilk senem çok iyiydi. Takımda bize çok sıcak davranılmıştı. Tecrübeli oyuncular bizi çok kolluyordu. Hatta hiç unutmam ilk senemde milli takıma alınmadığım için, Necmi (Mutlu) Ağabey, Kaya (Köstepen) Ağabey, Süreyya (Özkefe) Ağabey ve Ahmet Özaçar, “Sanlı nasıl milli takıma alınmaz!” diye basın toplantısı yaptı.
1965-1966 sezonunda ilk şampiyonluğunuzu yaşadınız. O sezondan bir an var mı aklınızda.
Son maçta İzmir’de İzmirspor’u 2-0 yendik. İki golü de ben attım. Of of of! Bendeki havaları göreceksin. 20 yaşındasın ya! Şampiyonluk yaşıyorsun Beşiktaş’ta, daha 20 yaşında. İzmir’de omuzlara alındık, İstanbul’da havaalanı karşılaması da muazzamdı. İzmir’de omuzlarda, burada bulutlardaydık artık… Ama çok amatör bir duyguyla yaklaşıyorduk.
Yusuf Tunaoğlu, sizinle birlikte parladı ve ülke futbolunun en özel yeteneklerinden biri oldu. Onun yeteneği ile ilgili sizin aklınızda neler kaldı?
Yusuf, 1974’te sanırım Altay’a gitmişti, onlarla oynuyoruz… Bizde de Ünal (Tombulel) var. Hesapta görevi Yusuf’u tutmak. Allaaaah! Yusuf gününde olursa nereye tutuyorsun! Ünal bir şey yapamıyor. Yusuf, yerlerde süründürmeye başladı. Takım kaptanıyım ben de. Ünal’ın yakasına yapıştım:
– Tut ulan şu adamı! Bizi rezil ediyor, görmüyor musun!
– Ağabey, kolaysa gel sen tut!
– Tamam aslanım, işine bak
O Yusuf var ya… Şeref Stadı’nda soyunma odamız vardı, ufacık bir yer… Fareler dolaşırdı hatta. ‘Kel’ Yavuz (Çoker) ve Fehmi (Sağınoğlu), diye iki bekimiz vardı. Yusuf’un ayağından topu alamazlardı. Fizik olarak o kadar sağlam iki oyuncu ama Yusuf, topu bacaklarının arasından geçirirdi, jonglör gibi ya.. Muhteşem bir yetenekti.
Özel seyircileri varmış hatta. İstanbul’a onu izlemek için otobüsle gelenler falan…
Çok da iyi bir insan, iyi bir arkadaştı. Ama keşke çok iyi bir arkadaş olmasaydı. O duygusu, kariyerinin çok daha ileriye gitmesini engelledi. Çevresindeki bazı kötü arkadaşlar vardı. Şöhretinden yararlanmak istediler. Tutan çekti, tutan çekti… Avrupa’da önemli yerlere gelmesi lazımdı ama Türkiye’de bile tutunamadı… Haklı nedenleri de vardı ama. Anne-baba ayrı, aile özlemiyle büyümüş… Aile kurayım dedi çok genç yaşta evlendi… Bu yükleri de kaldıramadı. Parlak dönemlerinden uzaklaştı. Ama saf yetenek olarak bakacaksak öyle bir adam yok! Hala bile öyle bir yetenek yok Türkiye’de.
1960’lardan sonra 1970’ler Beşiktaş adına pek parlak geçmedi. Tepkilerle karşılaşmış mıydınız?
Beşiktaş’ta büyük bir tepkiyle karşılaşmadım. Hatta Türkiye Kupası’nda amatör bir takım olan Trabzon İdmanocağı’na elenmiştik. O zaman da büyük bir tepki ile karşılaşmadık. Sadece bir seferinde Beşiktaşlı taraftarlar Şeref Stadı’nı basmaya çalışmışlardı. O dönem kötü gidiyorduk sadece. Onun dışında öyle zihnimde kalan bir şey yok. Taraftardan hiç rahatsız olmadım. Beşiktaş en kötü dönemini asıl 1975’te ben bıraktıktan sonra yaşadı.
Peki, size göre o dönemde yanlış giden neydi?
Futbolda yöneticin yanlış kararlar alıp, o kararlarda ısrar ediyorsa senin futbolcu olarak bir şeyleri düzeltebilmen imkansız gibi. Kötü bir futbolcu kadron varsa, nasıl iyi sonuçlar alabilirsin? Yöneticiler bir sürü oyuncu transfer ediyordu. Küme bile düşecekti koca Beşiktaş (1979-1980). Zonguldak maçını kazanmasalar iş zordu. Tezcan’ın (Ozan) kardeşi Ercan atmıştı golü hatta. O dönem benim futbola dönmem için teklifler oldu, toplantılar yapıldı. Jübile yapmışım artık bir daha geri dönmek olmaz. Gazeteciler, taraftarlar oturumlar yaptı ama geri dönmek halkı kandırmak olurdu.
Beşiktaş’ta sizin oynadığınız dönemde Doğu Avrupalı antrenörler geçidi var…
1970’lerde Yugoslav akımı vardı. Bir kere Yugoslav teknik direktör çoktu. Onların da iyileri ve çok çok kötüleri vardı. Bu işi ticaret olarak yapanlar da vardı. Oyuncuları kendileri getiriyorlardı. Teknik bir araştırma yapmadığı için de kulüpler esir oluyorlardı. Neler geldi neler gitti. (Dimitru) Teoderescu diye bir teknik direktör geldi bize, Romanyalı. Bir, iki, üç, dört… Jimnastik. Başka bir şey yaptırmıyordu. Ne kadar kaldı hatırlamıyorum ama bana 100 yıl gibi geldi. Çok fenaydı. Hiçbir şey bilmiyordu ama iyi bir jimnastikçiydi. Ama bir (Milovan) Ciric geldi, Yugoslav. Öffff! Harika bir teknik direktördü. Bir tane daha vardı, Bulgar (Krum) Milev. Bulgaristan’dan peynir getirip satıyordu. Ayıp ya!
Soyunma odasında mı satıyordu?
Yok artık daha neler! Yok, sahanın içinde dağıtıyordu. Taraftarlara ekmek arası peynir ikram ediyordu! Gülüyoruz da üzülecek olaylar bunlar ya!
Abdullah Gegiç, ülke futbolunda etki bırakmış bir antrenördü. Onunla da çalıştınız. Nereye koyarsınız Gegiç’i?
Büyük takım teknik direktörü katiyen değildi. O yükü kaldıracak çapta değildi. “Abey, abey takımı nasıl yapalım, solda onu mu oynatalım?” diye bana sorardı. Bunu dedin mi zaten takımla bitti işin. Belki küçük takımlarla başarılı olabilir ama o zamanki Eskişehir’de de çok iyi bir takım vardı yani. Eline çok iyi bir kadro geçti. Öyle bir jenerasyon her zaman gelmiyor.
Yerli antrenörler?
Gündüz Kılıç vardı mesela. Üf! Gündüz Kılıç için oynuyorduk. Beşiktaş isminin üstüne geçmişti. Böyle bir adam olur mu? Geldi reform oldu. Şeref Stadı’nda bile reform oldu. Zihniyeti değiştirdi, kıyafetleri değiştirdi, soyunma odasını biraz yeniledi.
Her şeyiyle bir otoriteydi. Saat ikide otobüs kalkacak mesela antrenmana gideceğiz. İkiye beş kala gelir, otobüse biner, en öne otururdu. Saatine bakar, tam ikide şoförün sırtına vurur, şoför gaza basardı. Kalan kaldı. Allah rahmet eylesin. Beş kişi mi var otobüste, o beş kişiyle giderdik. Tekniğiyle, taktiğiyle, insanlığıyla, tavrıyla, fiziğiyle çok katkısı oldu bize.
‘Baba’ Gündüz için “Taktisyenden çok psikolog” derler…
‘Baba’ Gündüz dönemi, kötü oynuyorum. Baya kötü oynuyorum ama. Baba Gündüz beni sürekli oynatmaya devam ediyor. Çünkü Gündüz abi beni çok seviyor, beni güç durumda bırakmamak için mecburen oynatıyor. Ama bundan dolayı, Baba Gündüz kaybediyor, Beşiktaş kaybediyor.
Kafama koydum bir maçta… Sakatlandım deyip çıkacağım oyundan Gündüz Kılıç da benden kurtulacak, Beşiktaş da. Sakatlık numarası hayatımda yapmamışım, nasıl yapacağımı düşünüyorum. Maça çıktık, gerçekten sakatlandım. Lifim attı. “Oh” dedim, gerçekten sakatlandım ama hafif bir şey. O sezon ilk kez o akşam huzur içinde uyudum. Ertesi sabah telefon çalıyor. Sakatlandıktan sonra hemen ertesi gün masöre gitme zorunluluğu vardı. Gündüz Kılıç’ın takımındaysan ve sakatlandıysan sabah 9’da Gümüşsuyu’ndaki Masör Zeki’de olacaksın. Mecbursun. Açtım telefonu,
-Alo! Evet, Baba?
-Sanlı, saat kaç? Gidip tedavini oluyorsun. Günde kaç defa gideceksin beni ilgilendirmiyor. Haftaya Adana’da maçımız var sen de geleceksin ve oynayacaksın.
Benle dalga geçiyor sandım. Adamın sevinmesi lazım. Sonra düşünmeye başladım niye böyle diyor diye, çökmüş durumdaydım, berbat oynuyorum ya. Ama o beni anlamış. Günde iki defa üç defa tedavi olmaya gittim. Zeki’ye gittim, Yorgo’ya gittim. Antrenmanlara falan da hiç çıkmadım. Uçağa bineceğiz, beni görsün de bir şey söylesin diye gözünün önünden ayrılmıyorum ama yok! Ben neredeysem kafasını diğer tarafa çeviriyor.
Adana’ya gittik antrenman var, otelde pat kapı açıldı. “Sanlı, antrenmana çıkacaksın” dedi. “Sen kendi başına ne yapsan yap!” dedi, gitti. Antrenmana çıktık yine aynı. Kendimi göstermeye çalışıyorum bir şey söylesin diye yok. Ertesi gün, maç günü pat bir daha kapı açıldı. “Bugün oynayacaksın, 90 dakika sahadasın” dedi. Bir çıktım sahaya o gün, sahanın en iyisiydim. Sonra tüm sezon çok iyi oynadım. Beni geri döndürdü. Futbola geri döndürdü beni.
Ama uzun süre Beşiktaş’ta kalamadı Baba Gündüz. Beşiktaş da kolay bir camia değildi. Çok muhalefet vardı. Galatasaraylı oluşu bir takım tepkiler çekmesine neden oldu. Prensiplerine bağlı bir insandı. Taviz vermezdi, yönetimler karışamıyordu hiç. Gündüz Kılıç’a yönetim karışacak ha! Erkeksen karış bakalım! Nerde, var mı öyle bir yiğit? Gündüz Kılıç komutan, başkomutan. Ah keşke bütün teknik direktörler öyle olsa. Bütün takımlar için de saygı duyulan bir adamdı. Bir ortama girince kendine çeki düzen verme ihtiyacı hissediyordun. Tartışmasız benim kariyerimin en önemli, en iyi teknik direktörüydü.
Hocalarınız içerisinde Metin Türel’in de özellikle genç futbolcular konusunda katkısı yadsınamaz…
Metin Türel’i de çok severdim ama onu öldürüyordum. Sonra cesedini saklayacak yer bulamadım. Bir maça çıkacağız. Önemli bir maçtı. Hiç yedek falan kalmıyordum ben, banko oynuyordum. Maçtan evvelki akşam Carlton Oteli’nde kamptayız, geldi yanıma. “Kaptan” dedi, “Rakip şöyle oynuyor böyle oynuyor, şuradan açık veriyor, şuralara bindirme yapıyor. Onun için seni yedek soyunduracağım. Ama istersen soyun, istersen soyunma.”
Oynatmayacak beni de bana mazeret uyduruyor. Tabii ben erkekliğe yedirir miyim! “Önemli değil canım, fark etmez” diyorum. Herkes yattı, otelin barı vardı, oraya indim. İçki falan hiç içmem hayatımda. Barmene dedim “Ver bir viski.” Bir viski attım. “Bir tane daha ver” dedim. Oldu mu sana iki viski. Hayatımda hiç içmemiş adamım ben oldum, ohooo! Otelde aşağıda da düğün var. Televizyon odasına geçtim, perdeleri de kapadım, viskiyi de aldım yanıma oturdum yere içiyorum. Yarın oynamayacağım, bitti artık. İçki nasıl çarptıysa, başladım düşünmeye; Metin Türel’i öldürüyorum cesedini de suya atıyorum, Carlton Oteli’nden denize… Tekrar çıkıyor ceset. Futbolcunun haleti ruhiyesi bu işte. Oynamak istiyor. O dönemlerde bir numarasın ama yedeğe çekiliyorsun. İçinde fırtınalar kopuyor.
Metin Hoca döneminin en unutulmaz olayı Romanya’daki Steagul maçı. Pek konuşmak istemezsiniz ama kaçış yok o maçtan…
Deplasmanda son dört dakikada üç gol yediğimiz maç değil mi? İstanbul’da adamın biri, o akşam maçı arabasında radyodan dinliyormuş. Saraçhane’deki altgeçide girdiğinde 0-0 imiş maç. Trafik de epey sıkışık… Adam altgeçitten bir çıkmış; 3-0! Adam, radyoyu parçalamış. Becermişiz, nasıl becermişiz anlamıyorum hala. İki takım oturup plan yapsa olmaz o kadar! Üç dakikada üç gol yenir mi ya!
Romanya’dan döndük, İstanbul’da Giresunspor’la oynuyoruz. Stadyum da epey kalabalık… Deniz tarafındaki kaleye doğru hücum ediyoruz maçın başında ama kapalı tribünün altından adamın biri, kafasına beni takmış ve durmadan bağırıyor. Saygılı ama… Adam devamlı: “Kaptanım be! Yeter be! Her gün baklava yesek bıkarız be! Gel sana bir jübile yapalım be!” diyor. Adam delirtecek beni susmuyor. Haklı da adam, son üç dakikada üç gol yemişiz… O arada devre bitmeden bir gol attım ben. Tribünün önünde seviniyoruz. Bu sefer ince bir ses: “Kaptanım be! Sen olmasan biz n’aparız be!” O adamın sesini şimdi duysam, “O adam, bu adam!” derim.
O sene Avrupa’da hayal kırıklığı yaşasanız da Trabzonspor’u eleyerek Türkiye Kupası’nı kazandınız. Kulüp tarihindeki ilk Türkiye Kupası’ydı ve epey hikâyesi olan bir finaldi, değil mi?
Maça “Dağ başını duman almış” söyleyerek çıktık. Nereye gidiyorsun yahu! Maçtan önce Kilyos’ta kamptaydık, sabaha kadar uyumadık. Bizim Lütfü (Isıgöllü) vardı, o gece maç topuyla yattı. Ertesi gün de golü attı ama. Bir gol sevinci vardı, Vedat boğuyordu çocuğu, ben kurtardım.
Maçta penaltı oldu. Önceleri penaltıyı ben atardım ama bir süre sonra bıraktım penaltı atmayı. Vedat, yanıma geldi “Kaptan sen at” dedi. “Hadi koçum, sen bunu 90’a çakarsın” dedim. Vedat daha hayatında penaltı kaçırmamış. Bir baktım Vedat geri pas gibi penaltı attı, çünkü topa giderken ayakları titriyordu. İlk maçı da 1-0 kaybetmişiz. İkinci golü Lütfü atınca, Vedat, Lütfü’ye “Hayatımı kurtardın” diye boğarcasına sarıldı. Lütfü “Kaptan, kurtar beni!” diye bağırıyordu. Türkiye Kupası çok değerliydi o zaman. Bizim için de çok büyük bir anı oldu.
Tezcan beyin kanaması geçirmişti birkaç maç önce. Trabzonspor ile finalde oynadığımız maçlarda yoktu o yüzden. Biz kupayı kazandık, doğruca Tezcan’ın yattığı Cerrahpaşa’ya götürdük. Ayrıldık hastaneden, akşam da eğlencemiz var. Eğlencede kutlama yapıyorduk ki bir anda “Tezcan öldü” diye bir haber yayılmaya başladı. Ben bir fırladım salondan, nefes nefese tekrar Cerrahpaşa’ya. Cerrahpaşa’nın o merdivenlerinden bir çıkışım var, anlatamam. Çıktım, Tezcan’ın odasına yaklaştım. İçeri bakıyorum ama korkarak bakıyorum. Garip olan şu; Tezcan da bana bakıyor içeriden.
-Kaptan, n’oldu?
-He iyi, ölmemişsin sen.
-Yok yahu, iyiyim ben.
Penaltı atmayı niye bıraktınız?
Varol (Ürkmez) yüzünden! Altay’la oynuyoruz… Penaltı oldu. Kaleci Varol aldı topu, bir şeyler yaptı sonra da dikti penaltı noktasına. Bir taraftan da “Sen çok küçüksün, bırak abilerin atsın” gibisinden bir şeyler diyor. Çıldırttı beni. O güne kadar penaltıları hep plase atardım ama bu sefer içimden “Topa öyle bir vuracağım ki seninle birlikte kaleye girecek!” dedim. Sonra topa bir abandım, denize gitti. O gün bıraktım penaltı atmayı.
Dönemin kuralları ve saha şartları sertliğe epey müsaade ediyordu. Belanız olan bir rakip hatırlıyor musunuz?
Yılmaz Şen vardı. Saha dışında dünya iyisi ama saha içinde, Allah vermesin ya! Bir maçta bizim oyunculardan birine çok ağır küfretti Yılmaz. Ben de bir yumruk çaktım. Atıldım ama haklıydı hakem. Zaten fotoğrafı da var, boynum bükük çıkıyorum sahadan.
Bursa’da da bir oyuncu vardı, Allah kahretmesin. Adı neydi aklıma gelmiyor. Top ta nerede oynanıyor ben başka tarafta duruyorum, gelip başımda duruyor. Çıldırtıyordu beni. Ayakkabı değiştireceğim, ayakkabımı çıkarıyorum başımda bekliyor. Ya gitsene diyorum deli misin sen. Demişler buna Sanlı’nın başında duracaksın, bırakmıyor beni. Her Bursa maçında çıldırtıyordu beni. Bir maçta intikamımı fena aldım. İki tane gol attım, bunu yerlere yatırarak. Ondan topu söke söke alarak. Çok kuvvetli birisiydi bir de. Galatasaraylı Bülent de (Ünder) öyle oynardı. Çıldırıyorsun. Nefesi ensende. Gerçek manada ensende ya! Arkadan da devamlı çalışırlar…
Erman Toroğlu da pek temiz oynamazmış…
Ali Sami Yen’de, Ankaragücü’yle oynuyoruz. Erman Toroğlu da orta sahada beni tutuyor ama top onlara geçince de atağa gidiyor. E benim de onu kovalamam lazım. Benim çok ağrıma gitti. Sonra bana bir şey söyledi. Hâlâ “Yanlış anladın beni” diyor ama ağır bir şey söyledi. Son beş dakika başladım bu sefer ben onu kovalamaya. Maç bitti hala o önde ben arkada.
Milli Takımdan konuşalım biraz da… İstanbul’daki ilk milli maçınız, Ali Sami Yen’in açılışı ve tribünlerde yaşanan kaza sonucu ortaya çıkan kötü bir tablo var.
İlk milli maçım Ankara’daydı, Tunus’a karşı. İkinci milli maçım ise İstanbul’daydı. Bulgaristan’la oynuyorduk. Dediğin gibi Ali Sam Yen Stadı’nın açılışı işte. O zaman 19 yaşındayım. Ufacığız yani. Maçtan önce Yeniköy’de Carlton Oteli’nde kamptayız. Otel sadece bize ait. Susadım. Ama aşağıya inemiyorum, çekiniyorum. Su içmeye bile korkuyoruz. Bir ara tam aşağıdan bir garsona seslenecektim bir baktım Can Bartu, antrenör Cihat Arman’a bağırıyor: “Dünün çocuğunu oynatıyorsunuz soliç, ben solaçık mı oynayacağım? Beni İtalya’dan niye çağırdınız o zaman!” İşte o an anladım ilk on birde olduğumu.
Ertesi gün de maçtan önce soyunma odasında ısınıyoruz. Bir türlü sahaya çıkmıyoruz. Maç saati geldi, geçiyor. Bize sahaya seyirciler girdi dendi. Onları çıkartmaya çalışıyorlarmış. Bizim haberimiz yok meğerse tribündeki bir büfede, sosisli yapılan tüp patlamış. İnsanlar panik yapmış, üst üste gelmişler. Birkaç kişi düşmüş. Bize haber vermediler. Yaklaşık bir saat gecikmeyle sahaya çıktık. Olaydan haberimiz olmadan maçı öyle oynadık. Belki bizden bazılarının haberi olmuştur, kulaklarına olay gelmiştir ama bize duyurmamaya çalışmışlardır.
Metin Oktay’la da birlikte oynuyorsunuz o maçta. Sizin için de yeri ayrı mıdır?
Bir sezon art arda goller attım, gol krallığı yarışına girer gibi oldum Metin Ağabey’le. Ama Metin Oktay açık ara gol kralı oldu o sene. İyi ki de oldu. O gol kralı olunca hepimiz seviniyorduk. Metin Oktay’a sahada faul yapmaya utanıyorduk. Hepimiz onu çok seviyorduk. Çok beyefendi bir insandı. O bizim milli takımda kaptanımızken kimse bize yan gözle bakamazdı. Muhteşem bir topçu muhteşem bir insandı. Bizden biri ona maçta kasti bir faul yapsa biz gidip kendi takım arkadaşımızın yakasına sarılıyorduk.
Milli maç anılarında George Best’i pek hatırlamak istemiyorsunuz galiba?
Allah kahretmesin onu! Kuzey İrlanda’yla oynuyoruz… İrlanda takımı sahaya çıktı, seyircilerden belli belirsiz bir alkış geldi önce. Sonra Best çıktı sahaya, yer yerinden oynadı. 20 metre geriden tek başına çıkıyor. Tipi garip, saçları uzun, yürüyüşü hiç futbolcuya benzemeyen ama yakışıklı bir çocuk… “Bu ne ya! Başta bir iki tekme atalım da görsün” dedik. Biz tekme attıkça, bize “Görürsünüz siz!” gibisinden hareketler yapıyordu. Keşke tekme atmasaydık! Ne delilik yapmışız adamı kızdırarak. Adam bize neler neler yaptı sonra… Bir pozisyon hiç unutmuyorum Can Bartu’yu, beni, Ercan Aktuna’yı sırayla yere yatırdı çalımlarla. Sol çaprazdan gelip mahvetti bizi. İlk golü atmamıza rağmen 4-1 yenildik. Allah rahmet eylesin, bir daha da karşılaşmadık. Allah karşılaştırmasın!
Saf yetenek olarak Yusuf Tunaoğlu mu Best mi?
Yusuf, bana göre Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yetenekli futbolcusudur. Ama Best’i ayrı bir yere koy ya! Terbiyesiz ya, bulmuş bizim gibi çoluğu çocuğu oradan oraya atıyor. Ben hakem olsam onu oyundan atarım, “Git sana denk adamlarla oyna!” diye. Şaka bir yana Best tabii ki canım. Anormaldi ya. Belki de karşılıklı oynadığım için beni en çok etkileyen oyuncu olabilir.
Sizin döneminizde, milli takımın belki de en iyi maçı, Federal Almanya ile deplasmanda 1-1 kaldığınız maç herhalde?
Tabii. Avrupa ile aramızdaki fark çok büyüktü. Kondisyon olarak çok gerilerindeydik ama o maç ayrı bir yere sahip çünkü çok iyi oynadık. Golü de Eskişehirsporlu Kamuran (Yavuz) atmıştı. Kaleci Sepp Maier’in “Gol yersem saçlarımı keserim.” demeci vardı. Kesmedi ama. O maç acayipti ya. Devre arasında mehter takımı falan vardı sahada. Savaşa gidiyoruz sanki. O maçın son dakikalarında enteresan bir olay oldu. 1-1, puan aldık diye bakıyoruz artık. Bir pozisyona girdiler, top sekti, benim kafaya çarptı, bizim kaleye doğru gidiyor… Neyse ki dışarı çıktı da günü mahvetmedik.
Saha içinde hırslı bir futbolcu değilmişsiniz. Saha dışında da dönemin diğer futbolcuları gibi gece hayatınız yok galiba…
Eve beş dakika geç kalsam polise haber verirlermiş, “Bu adama bir şey mi oldu?” diye. Futbolculuk hayatımda üç kırmızım var, üçünde de itirazım yok. Bir tane Mersin maçında vardı. Rakip oyuncu bizden birinin kafasına tekme attı. Yerden yatan adamın kafasına tekme atılır mı? Atılmaz işte. Sokakta görsen, “N’apıyorsun!” dersin. Ben de karşılık verdim. Hakem kırmızıyı çıkardı.
Bir kırmızı da Doğan Babacan’dan yiyordum, Allah korudu beni. Türkiye Kupası maçıydı. 2-0 öndeyiz. Biz vakit geçirmek için bir şeyler yapıyoruz. Ben de bir şeyler yapıyorum. Doğan Babacan yanıma geldi, “Ters nefes al hemen, seni atacağım” dedi. O zaman Doğan Babacan gibi hakemlerden korkardık. Hemen kendimi toparladım.
Türkiye Kupası’nı kazandığınız sezonun bitişiyle de futbolu bıraktınız. Erken bir karar mıydı?
1975’te futbolu bıraktım, 30 yaşında. Ama o zaman herkes o yaşlarda bırakıyordu. Kulüp bana bir jübile yaptı. Sezonun ilk maçı Fenerbahçe’yle. Stadyum tamamen doluydu. Bana ilk maçı verdiler, bu jesti unutamam. Hem Beşiktaş’a hem Fenerbahçe’ye teşekkür etmişimdir. Hatta o sezon Ziya Şengül’ün de jübilesi vardı. Ona haksızlık yapılmış oldu. Ziya Şengül, benden bir hafta sonra jübile yaptı, kendi kulübüne baya bozulmuştu. “Beşiktaşlı futbolcuya jübile yapıyorsun, bana yapmıyorsun” diye.
Bak, hep deriz ya “Şimdikiler iyi kazanıyor” diye. Jübilemden örnek vereyim. 12 yıl Beşiktaş’ta oynamışım, para biriktirmişim -ki çok tutumlu bir adamımdır- İnönü Stadı’nın tamamını dolduran bir jübile yapmışım, jübilemden gelen parayı kulüp bana vermiş direkt… Bütün bunlar düşününce mal varlığım sadece üç ev. 250 bin dolar maliyeti olan üç evim oldu 12 yıl sonunda. Elbette normal bir vatandaşa göre çok şükür halimiz iyiydi ama bugünkü futbolcularla karşılaştırdığımızda büyük fark var.
1975 sonrasının Beşiktaş için sancılı geçtiğini söylediniz. O dönemlerde eski kaptan olarak size fikirleriniz soruldu mu? “Ne yapalım, nasıl çıkarız bu sıkıntıların içinden?” gibisinden…
‘Çoook!’ Kimse bir şey sormadı. İnsana bir sorarlar, “Kaptan bize bir rapor ver” derler. İki yıl Beşiktaş alt yapıda çalıştım. Sonra da A takımda Milos Milutinovic ve Doğan Andaç’ın yanında iki yıl yardımcı antrenörlük yaptım. Yine kimseden ses yok. “Bir rapor ver, bir fikir ver” demiyorlar. Sonra bir yıl menajerlik yaptım. Tam yetkiliydim. 1975’ten 1980’e kadar işte.
Menajerken bizzat Yugoslavya’ya gidip Şekerbegoviç’i aldım. Faruk Pala’yla beraber gittik Yugoslavya’ya izledik. Şekerbegoviç ve Kovaçeviç’i yönetime önerdik alınsın diye. Mehmet Üstünkaya dönemiydi. Şekerbegoviç’i aldık, Kovaçeviç’e para yetmedi. Öyle bir menajerdim ki of çok fena. Benden habersiz hiç kimse bir şey yapamıyordu. Yönetim de dahil. Çok serttim. Ama kovuldum sonra tabii. Seba dönemi başladı, benim görev bitti.
Kariyerinizi Beşiktaş’ta geçirdiniz. Hiç “Acaba ayrılsam mı?” düşüncesi oldu mu? 1970’lerde işler kötü giderken mesela…
Beşiktaş’ı bırakmayı hiç düşünmedim. Beşiktaşlı olmak ne demektir, bir kulübe bağlı olmak demektir, bir kulübü sevmek demektir, o kulüple özdeşleşmek demektir. Ama çok abartmamak lazım. Kimisi “Beşiktaş benim her şeyimdir, kanımı kessen siyah-beyaz akar” diyor mesela ama olayları bu kadar abartmamak lazım. Sevgiler çeşit çeşittir. Nasıl eş sevgisi, çocuk sevgisi, anne baba sevgisi varsa kulüp sevgisi de vardır. Kulüp sevgisi bunların ne kadar yakınında, ne kadar uzağında diye tartışmaya başlarsak herkese göre farklı bir sonuç çıkar. Ama nihayetinde bir kulüp sevgisi vardır.
Ben hala Beşiktaş maçlarını izlerken zıplıyorum, hopluyorum, kalkıyorum, yuh diyorum, alkışlıyorum… Ee bu güzel bir şey. Ama kıvamında bir şey. Yenildiği zaman aklıma bile gelmiyor sahanın içine girmek. İçimden söyleniyorum hatta benim en büyük küfürüm “Eşek!”. Dışımdan da diyebilirim ama en fazla budur. Beşiktaş sevgisinden mutluyum. Birçok sevginin yanına bir de Beşiktaş sevgisini eklemişim. İnsan, seveceği şey ne kadar çoksa, hayatta da o kadar çok mutlu olur. Ben çok büyük fanatik olanların da gösteri yapıyor diye düşünüyorum. Yeri gelecek sevineceğiz, yeri geldiğinde üzüleceğiz. Bir takımı şampiyon olsun diye tutuyorsan, hiç tutma!
Teklif de gelmedi mi? Yeni bir Şenol-Birol vakası gibi, Fenerbahçe devreye girmedi mi?
Bir sezon Fenerbahçe’den transfer teklifi aldım. Baya da ısrarlıydılar. Ben Beşiktaş’tan gitmeyi düşünmüyorum ama… Fenerli yöneticiler de ısrarlı. Bir yerden adresimi bulup benimle bizzat görüşmek için evime bile geldiler. Gazeteci İlyas Namoğlu da yakalamış bu haberi. Hemen Hürriyet’te haber yaptı. Utancımdan sokağa çıkamadım. “Ne düşünür insanlar?” diye çok utandım. Babacığımdan kalma, asansörsüz, kalorifersiz, iki oda bir salon, mütevazı evde yaşıyordum ama daha iyi imkanları düşünmek yerine utancımdan o evden çıkamadım. Çok sevdiğim İlyas’a bile küstüm hatta. “Nasıl yazarsın!” diye kızdım ama düşününce adam da işini yapıyor.