Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Diğer SporlarRöportajAli ve Şürekâsı

Muhammed Ali kariyeri boyunca birçok büyük spor yazarına ilham verdi. Gary Smith de onlardan biriydi. Biz de Amerikalı yazara Ali'yi sorduk.

Muhammed Ali kariyeri boyunca birçok büyük spor yazarına ilham verdi. Gary Smith de onlardan biriydi. Kimilerine göre gelmiş geçmiş en büyük Amerikalı spor yazarı olan Smith, uzun yıllar boyunca Sports Illustrated dergisi için yazılar kaleme aldı. Bu değerli arşiv içerisinde unutulmayanlardan biri de 1988’de kaleme aldığı ‘Ali And His Entourage’dı. Klâsik bir Ali portresi çizmek istemeyen Amerikalı yazar, orada farklı bir yolu tercih etmiş; Ali’ye hayatını veren, onunla birlikte yıllarca çalışan yedi isim üzerinden efsaneyi anlatmaya çalışmıştı. Doktor, aşçı, yardımcı, antrenör gibi karakterlerin olduğu yazı, Ali hayatlarından çekilince dağılan bu insan grubunu sarsıcı bir şekilde betimliyordu. Biz de Ali’nin ölümünden sonra akıllara gelen bu yazıyı ve efsane boksörün hayatını Gary Smith’e sorduk.

Neden Ali üzerine bir yazı kaleme almak yerine onun çevresine odaklandınız?

Vaktiyle antrenörü Angelo Dundee üzerine bir dosya hazırlamıştım. Ve o sırada Ali’nin çevresine girmeye başladım, böylece hepsinin yerlerini anlamaya başladım. Bir aile gibilerdi. Kişisel olarak hepsinin nasıl Ali’ye hayatlarını verdiğini, onun ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştıklarını, bazen ona bir çocuk gibi yaklaştıklarını böylece görme şansı elde ettim. Ve yolun sonunda, Ali ile böylesine ilgilenen, onunla birlikte dünyayı gezen bir grup insanın şov bittikten sonra nasıl dağıldıklarını, birbirlerinden koptuklarını merak ettim.

Yazınızın alt başlığı ‘Dünyanın En Büyük Şovu Bittikten Sonra Hayat’ adını taşıyor. Ali’nin hikâyesi sizce gerçekten de dünyanın en büyük şovu muydu?

15-20 sene boyunca Muhammed Ali’nin hikâyesi dünyadaki en büyük şovdu. Herhangi biriyle yapacağı dövüş, o an bütün dünya için en büyük etkinliklerden biri olurdu. Bu etkinliklerin hemen hepsi de tahmin edilemeyecek noktalara giderdi ve her zaman, bu dövüşlerin etrafını saran muhteşem bir mizah vardı. Bunun yanında, o etkinliklerin boks olarak değeri de çok yüksekti.

Ali’nin çevresindeki o karakterler arasında favoriniz kimdi?

Seçmesi çok zor ama ona uzun yıllar aşçılık yapan Lana Shabazz, favori karakterim olabilir. Lana’yı bir okulda, küçük çocuklar için yemek pişirirken bulmuştum ve çok tatlı kalpli biriydi. Oradaki çocukları doyurmaya tutkuyla bağlı gibiydi ve yaşı ilerlemesine rağmen bunu hâlâ büyük hevesle yapıyordu. Bundini Brown da muazzam bir karakterdi. Onu Los Angeles’ta eski püskü bir motelde bulmuştum. Yalnızdı. İnsan olarak çok etkileyiciydi, kelimelerin ağzından çıkış biçimi gerçekten garipti. Bir yandan muhteşem hızlı bir hayat sürmüştü ama yolun sonunda düştüğü yer ilginçti. Beni sürekli odadan kovmaya çalışıyor, her seferinde geri alan da o oluyordu. Ve bu deneyimi daha tüyler ürpertici yapan şey, onunla röportaj yaptıktan kısa bir süre sonra, Bundini Brown’ın motel odasında düşerek hayatını kaybetmesiydi.

Bu insanların Ali’nin kariyeri bittikten sonra dağıldığını, çoğunun parasız kaldığını görüyoruz. Doktor Ferdie Pacheco dışında zengin olan kimse yok. Bu ilginç değil mi?

Doğru. Doktoru Pacheco, bu karakterler arasında en zenginiydi. Ali ile çalışmanın ne demek olduğunu erkenden kavramıştı ve bu fırsatları sonuna kadar kullanmasını biliyordu. Diğerleri böyle düşünmemişti. Hiçbiri kendi geleceklerini planlamamıştı. Tek düşündükleri, Ali’ydi. Yarın ne olacağını bilmiyorlardı ve umursamamışlardı. Ali tarihin gördüğü en kendine has, en özel insanlardan biriydi ve hepsi bundan etkilenmişti. Onlar da Ali ile birlikte anın içerisinde kaybolmuşlardı ve analiz yapacak, düşünecek vakti bulamamışlardı.

Sizin gibi birçok spor yazarı Ali hakkında defalarca yazdı. Onları bu kadar etkileyen neydi?

Çok kendine has, karizmatik biriydi. Onu yirmili ya da otuzlu yaşlarındayken televizyon ekranında otuz saniye gören birinin etkilenmeme şansı yoktu. Sadece sporda değil, şov dünyasında da muhtemelen bu kadar kitleleri peşinden sürükleyebilen, onları kendine bir mıknatıs gibi çekebilen biri olmamıştı. Onunla zaman geçirdiğiniz her an, bu yüzden kendine has olurdu. Çok eğlenceliydi ve sizi bir yerlere götürür, bir şeyler gösterirdi. O süreçte de kesinlikle başınıza çılgınca bir şey gelirdi. Mesela sizi bir anda tuvalete kilitleyebilirdi, bana yaptığı gibi. Ya da yine benim başıma geldiği gibi; boks kariyerini bitirdikten çok sonra, sokak kıyafetleri içerisindeyken, sizi terk edilmiş bir boks salonuna götürür, elinize saat verir ve ona raunt sürelerini söylemenizi isterdi. Siz ona bağırırken de yumrukları savurur, 12-13 raunt civarı bir sürede ringde tek başına yumruklar atar ve hâlâ güçlü, hâlâ zinde olduğunu kanıtlamak isterdi.

Medyanın gücünü erkenden anlaması Ali’nin hayatında kilit miydi?

Gerçekten de anlamıştı. Yeryüzünün her noktasına ulaşmak, mesajlarını ulaştırmak istiyordu ve bunu medya aracılığıyla yapabileceğinin farkındaydı. Gazetecilere büyük bir saygıyla yaklaşıyordu ve bu kitle iletişim aracının sınırlarının, imkânlarının ve potansiyelinin farkındaydı. Bir noktada başarılarının medyaya bağlı olduğunu kavramıştı ve bu gücü büyük bir enerji kaynağı olarak kullanabiliyordu. Mesela Joe Frazier gibi biriyle saatlerce dövüştüğünde bu kaynaktan beslenmesi mümkündü. O noktada, medyanın da etkisiyle birlikte bütün dünya için savaştığını düşünmeye başlamıştı. Başka birinin paramparça olabileceği Frazier ya da George Foreman gibi rakiplere karşı böyle ayakta kalmıştı. Bütün dünyaya ulaşıyordu ve bütün dünya da ona güç veriyordu. İnsanlığın gücü bu konuda ona yardım etmişti. Bundini, Frazier karşısındaki maçta bunu çok güzel özetlemişti: “Eğer Joe Frazier kazanırsa Joe Frazier kazanmış olacak. Ama sen kazanırsan bütün dünya kazanacak. Kaybedersen de bütün dünya kaybedecek.” Ali’yi ayakta tutan bu histi ve bu hissi medyanın gücüyle elde etmişti.

En son onu ne zaman görmüştünüz?

Galiba yakından en son 1996 Atlanta Olimpiyat Oyunları’nda görmüştüm. Oraya sürpriz bir şekilde gelmişti, elinde olimpiyat meşalesiyle birlikte stadyumun tepesine çıkmıştı ve Parkinson hastalığı yüzünden inanılmaz şekilde titriyordu. Ve orada dururken Ali’yi bu kadar özel yapan şeyin ne olduğunu kavrayabiliyordunuz. Çünkü kaybettiği düşünülen bir dönemde, hasta olduğu bir vakitte, dünyanın gözü önüne çıkmaktan ve o görüntüyü vermekten çekinmemişti. Hepimiz için çok duygusal bir andı. Onun durumundaki birçok insan “Hayır, böyle görüntülenmek istemiyorum” diyebilirdi.

Ali’nin ölümünden sonra ‘Ali’nin Fotoğrafları’ diye bir yazı kaleme aldınız. Onu düşündüğünüzde aklınıza gelen en güçlü imge ne oluyor?

En çok aklıma gelen anı, elbette ki Parkinson hastasıyken beni terk edilmiş bir boks salonuna götürmesiydi. Arabanın anahtarlarını çevirmekte bile zorlanıyordu ve epey bir süre bunun için uğraşmıştı. Çok hasta olduğu belliydi ancak bir saniyesinde bile bundan şikayet ettiğini duymadım. Bundan utanç da duymuyordu, denemeye devam ediyordu. Hayatını sarsıcı bir şekilde değiştiren bu hastalığı kabullenmişti. Şu an aklıma gelen ikinci an, o gün gittiğimiz bir başka yerdi. Beni çiftliğindeki ahıra götürmüştü. Ahır, Ali’nin gençliğinden, en iyi dönemlerinden kalan fotoğraflarla, dergi kupürleriyle doluydu. Çoğunu asmamıştı ama bir yerde biriktirmişti. Ve fotoğrafların bazılarının üzerinde kuş pislikleri vardı. Ali yürürken çoğu fotoğrafı tersine çevirdi. Ama o anda bile tek bir şikayet ya da utanç belirtisi yoktu yüzünde. Kuşlara da bir şey demiyordu. Yükselişini, başarılarını kabullendiği gibi düşüşü de, hastalığını da kabullenmişti, bütün bunların, hayatının bir parçası olduğunu kavramıştı.

*Bu röportaj ilk olarak Socrates’in Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Sessizliği Kırmak

Sessizliği Kırmak

3 sene önce
Kazanmak

Kazanmak

4 sene önce
Dönemler Üstü

Dönemler Üstü

4 sene önce