Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolZaman Çemberi

Tim Duncan'ı parkede son kez izlemiş olabiliriz. Veda, hiç olmadığı kadar yakın.

Her şey böyle bitmeyebilirdi. San Antonio Spurs-Oklahoma City Thunder serisinin altıncı maçının son periyodunda Tim Duncan direksiyonun başına geçmiş, son birkaç aydır olmadığı kadar iyi bir performans ortaya koymaya başlamıştı. İlk beş maçta toplam 17 sayıyı rakip potaya yollayan ve çoğu zaman kendisinden genç, atletik ve aç isimlerle (Steven Adams, Serge Ibaka, Enes Kanter) karşı karşıya kalan Duncan, takımının sönen umutlarını canlandırmaya çalışıyordu. Gregg Popovich, 20 yıldır beraber çalıştığı yıldızına bir mola sırasında “Daha oyunda kalmak ister misin?” diye sormuş, olumlu yanıt almıştı. Duncan farkı tek başına azaltmaya çalışıyor, bir pozisyonda kendisi gibi 40 yaşında olan Andre Miller ile kurguladığı ikili oyunu başarıyla bitiriyordu.

Maçın bitimine 3 dakika 12 saniye kala Kawhi Leonard’ın pasında top Duncan’a geldi. Steven Adams’ı geride bırakmış, pota ile yüz yüze gelmişti. Thunder 99-88 öndeydi ve tecrübeli rakibinin tarihi bir geri dönüş yapmasına engel olmak istiyordu. Serge Ibaka bu fikri fiiliyata dökmek istedi ve karşısına uçarak gelen Duncan’ı blokladı. Top, Russell Westbrook’a uzandı ve OKC hızlı hücumda farkı açtı. Her şey sona ermişti. Kamera, Spurs’ün yıldızına dönmüştü. 40 yaşındaki Duncan, hareketsiz ve üzgün bir şekilde durup yere bakıyor, belki de her şeyin böyle sonlanmasına içerlemiş bir şekilde kenara gidiyordu. O sırada Thunder seyircisi kendi kutlamasını yapıyor, kimileri ise salonu terk ederken Duncan’ı alkışlıyordu.

Seri bir hâyli ilginç gelişmişti. Spurs ilk maçta bir ara 41 sayılık bir üstünlük elde etmiş, LaMarcus Aldridge ve Kawhi Leonard önderliğinde açık favoriye dönüştüğünü, Golden State Warriors’ı Batı Konferansı’nda eleyebilecek tek takım olduğunu herkese kanıtlamıştı. Rakipleri aşağılanmıştı ve cevapları da ağır olacaktı. İkinci maçla birlikte kontrol Russell Westbrook ve Kevin Durant’e geçmiş, koç Billy Donovan’ın rol oyuncularını akıllı bir şekilde rotasyonun parçası hâline getirmesiyle birlikte Thunder üstünlük kurmuştu. Aldridge muhteşem bir oyuncuydu ama Tim Duncan değildi. Kawhi Leonard olağanüstü bir yetenekti ama bir zamanlar maçın en kritik anlarında Manu Ginobili’ye emanet edilen toplar henüz tam olarak ona verilmiyordu.

Aynı altıncı maçta, çok ilginç bir başka şey de yaşandı. Fark açılmışken ve Spurs’ün geri dönmeyeceği yavaş yavaş anlaşılmışken TNT’de maçı yorumlayan Mike Breen, Jeff van Gundy ve Mark Jackson bunun Tim Duncan’ın son maçı olduğuna kanaat getirdiler ve tarihin en büyük basketbolcularından biri üzerine konuşmaya başladılar. Duncan’ın bir yıllık daha kontratı vardı ve sezon boyunca emeklilik konusunu hiç açmamıştı. Ama bu kimsenin umrunda değildi. Sahada görülen, sonun hiç bu kadar yakın olmadığıydı. Aynı anda Twitter’da da benzer bir seremoni düzenleniyor, herkes kendi vedasını ve saygı duruşunu yapıyordu. Bütün bunları yaparken birinci tekil şahısta konuşuluyor, insanlar sık sık Duncan ve Spurs’ün kendi hayatlarındaki yerini vurguluyordu. Bu, yıldız isim ve takımının çok yapmadığı bir şeydi. Genelde “Ben” demezlerdi ve mikrofonlara konuşmak en sevdikleri şeyler arasında yoktu.

Yine de o akşam Duncan konuşmak zorundaydı. Bırakacak mıydı yoksa devam mi edecekti? Henüz bir karar vermediğini, birkaç gün dinlenip önüne bakacağını ifade ediyordu. Böyle bir karar verse bile büyük bir veda turu yapmayacağı açıktı. Bu anlamda hemen hemen aynı dönemde lige girdiği ve aynı şampiyonluk sayısına sahip olduğu Kobe Bryant’ın tersi istikamette gidiyor, büyük alkışlardan, konfetilerden, partilerden ve Kanye West’ten uzak bir şekilde yolunu sürdürüyordu. Bitecekse, bitecekti. Fazlasına gerek yoktu.

Duncan OKC Thunder

Peki bitecek mi? Bu soru herkesin aklında ve ilk kez düştüğünü de söyleyemeyiz. 1997’de başlayan Tim Duncan-San Antonio Spurs macerası beş şampiyonluk, altı final, sayısız büyük maç gördü ve birkaç kez her şeyin sonuna geldiğimizi düşündük. Yani biz bu filmi görmüştük. Ama Duncan gibisini, çok fazla görmedik.

Hafıza tazelemek için sığınacağımız kronoloji klâsik. İlk referans noktası olarak Wake Forest’ı seçebilir, Tim Duncan’ın dört sene geçirdiği üniversitesinden 1997’de NBA’e geldiğini, ligin liseden direk katılan genç isimlerle kaynadığı bir dönemde eğitimini bitirmeyi beklediğini not edebiliriz. Kahramanımız, çaylak sezonunda 20 sayı-10 ribaund barajını geçmiş, ligdeki ilk 10 senesinde bireysel anlamda muhteşem istatistikler elde etmişti. Onun geldiği dönemde kulübün lideri David Robinson’dı ve kimse 1996’da koçunu kovduktan sonra genel menajer olarak sahaya inen ve takımın başına geçen Gregg Popovich’in antrenörlük yeteneklerinden henüz emin değildi. Lokavtın damga vurduğu 1999, onlara ilk şampiyonluğu getirdi. Sonrası yakından bilinen hikâye, orada başlamıştı. Shaquille O’Neal ile Kobe Bryant liderliğindeki Los Angeles Lakers, sert savunması ve ‘Bad Boys’ kimliği ile NBA’e bir kez daha damga vuran Detroit Pistons, Steve Nash yönetiminde bugün bildiğimiz modern basketbolun öncüsü olan ve yedi saniyeden az sürede bitirdiği hücumlarla nam salan Phoenix Suns, Dirk Nowitzki’nin sürüklediği Dallas Mavericks, 2003 NBA Draftı ile lige giren LeBron James… Hepsi bir noktada San Antonio Spurs’e rastlamışlar ve bu muhteşem hikâyenin bir parçası olmuşlardı. Ve çoğu zaman gülen taraf olmamışlardı.

Bir duvardı bu. Tim Duncan, San Antonio Spurs kimliğinin bir aynasıydı. Çok konuşmuyor, magazin dergilerine konuk olmuyor, sadece ve sadece oyunda kalmaya çabalıyordu. Antenmanda takım arkadaşlarını dövdüğünü işitmiyorduk. İşler kötü giderken takasını istemiyordu –işler zaten çok da kötü gitmiyordu. All-Star maçlarında topu domine etmiyordu. Ekibinde yükselişe geçenlerin önüne tıkamıyor, liderliğini asla bir tehdit unsuru olarak kullanmıyordu. Kendisine en çok ihtiyaç duyulan anlarda sahneye çıkıyor ve gerekeni yapıyordu. İlk dönemlerinde sıkıcı, savunma ağırlıklı bir takım olarak ünlenen Spurs, onun omuzlarında yükseliyordu. 1997’den 2007’ye kadar dört şampiyonluk geldi ve Teksas ekibinin yükseldiği finaller hep reytingin dibe vurduğu maçlar olarak anıldı. Popovich ile genel menajer R.C. Buford da akıllı seçimler yapıyor, kahramanlarının etrafını kabiliyetli ve çok yönlü oyuncularla dolduruyordu. Duncan’ı birinci sıradan seçmek kolaydı, 97’de bu fırsatı elde edebilen herkes zaten bunu yapacaktı. Ama Spurs organizasyonu, 1999’da 57. sıradan Manu Ginobili’yi seçmeyi başarmış, 2001’de ise 28. sıradan Tony Parker’ı bulmuştu. Bir yandan da sürekli değişen ve önemli katkılar veren rol oyuncuları getiriliyordu. Avery Johnson, Sean Elliott, Bruce Bowen, Hidayet Türkoğlu, Steve Kerr, Gary Neal ve Danny Green bunlardan sadece bazılarıydı.

Bu duvar 10 sene boyunca yıkılmayacak gibi görünüyordu. Sonra yavaş yavaş sarsılmaya başladı. Duncan eskisi gibi rahat bir şekilde 20-10 barajını aşamıyordu. Spurs de mazideki kadar sert, keskin bir savunmaya sahip değildi. 2007 NBA Şampiyonluğu’ndan sonra düşüş başladı. 2008’de Batı Finali’nde Los Angeles’a mağlup oldular. Bir yıl sonra konferans yarı finalinde Dallas’a elendiler. 2010’da bir zamanlar hayallerini söndürdükleri Phoenix’e süpürüldüler. Yenilenme zamanı gelmişti. Popovich de buna katılıyordu. George Hill ona heyecan veriyordu ve belki de Tony Parker’ı göndererek takımın kabuğunu değiştirmeleri gerektiğini düşünüyordu. Fransız oyun kurucu, 2010’da bir Fransız gazetesine Spurs’ün zirvedeki günlerinin bittiğini söylemişti. Fakat şans yanlarına koştu ve iyi bir teklif alamadıkları Parker ile yola devam etmeye, Hill’i ise 2011 NBA Draft gecesi Kawhi Leonard karşılığında Indiana Pacers’a yollamaya karar verdiler. Takımın ikinci yükseliş devri de bu kararla başladı. Parker liderliğinde hızlı, topu paylaşan ve üçlük temelli bir oyun kuran tecrübeli ekip canlanmış gibiydi. Popovich koç olarak hak ettiği değeri görmeye başlamış, bu takımın sadece iyi savunmadan ve sıkıcı hücum planından ibaret olmadığını kanıtlamıştı. Belki de doksanların başında asistanlığını yaptığı Don Nelson’dan aldığı fikirler ona bu konuda yardımcı olmuştu.

İşler yolundaydı. Spurs’ün muhteşem oyunu herkesi şaşırtıyor ve yavaş yavaş zirveden uzaklaşacaklarını düşünenlere ilham veriyordu. Yeniden doğmuş gibiydiler. En azından felsefe anlamında… Sonuç kısmında ise her şey o kadar toz pembe değildi. 2011’de 61 galibiyet almasına rağmen ilk turda Memphis Grizzlies’e elenen Spurs, 2012’de Batı Finali’ne uzanıyor ve Oklahoma City Thunder’ı ilk iki maçta yendikten sonra dört maç arka arkaya mağlup oluyor ve finalleri uzaktan izliyordu.

Bir sene sonra duvar sarsılmaktan çok daha fazlasını yaşadı. Son şampiyon Miami Heat ile 2013 NBA Finalleri’nde karşı karşıya geldiler ve LeBron James’in takımına karşı belki de tarihin en büyük basketbol maçlarından birini oynadılar. Ray Allen’ın son saniye basketiyle hatırlanan bu mucizevi kapışma, bugünlerde hâlâ aynı heyecanla, mutlulukla ve soru işaretleriyle anılmayı sürdürüyor. “Acaba…” sorularının kaynağı ise bir karar. Eğer Popovich, altıncı maçın son dakikasında Tim Duncan’ı kenara almasa her şey farklı gelişebilir miydi? Eğer o bölümde Duncan sahada olsa Chris Bosh ribaundu alabilir miydi? Yani, Popovich yıldızını oyunda tutsa o top hiç Ray Allen’a gelmeyebilir miydi? Bütün bu sorular akıl karıştırıcıydı ve çoğumuzu aynı noktaya götürüyordu. Her şey bitti. Tim Duncan devrinin sonuna geldik. Buradan bir daha dönmeleri ve eski kimlikleri ile yola devam etmeleri imkansız.

Sonra, döndüler. Popovich’in dramatik mağlubiyetten sonra oyuncularla tek tek konuştuğu ve bir sonraki sene için ne düşündüklerini sorduğu ortaya çıktı. Onların da kafaları ilk etapta karışıktı. Yenilginin yakıcılığı uzun süre üzerlerinde kaldı, o altıncı maç aylarca akıllarından çıkmadı. Elbette bunu ağlamak için kullanmadılar. Bir sene sonra NBA Finalleri’nde yine Miami Heat ile eşleştiklerinde bu sefer farklıydılar. Artık işi son noktaya kadar götürmeye gerek yoktu. Müthiş akıcı, keskin ve örnek bir basketbol ortaya koyuyorlar, son iki yılın şampiyonu rakiplerine bu kez sadece bir maç veriyorlardı. Bir kez daha bitmemişlerdi. Kawhi Leonard yeni prensleri olacak, önümüzdeki yıllara damga vuracak çekirdeği de buradan çıkaracaklardı. Çıkardılar da… Tek sorun, konferanslarıydı. Arkadan başkaları geliyordu.

2015, Golden State Warriors’ın yılıydı ama Spurs’ün yaz aylarında kadrosuna kattığı LaMarcus Aldridge uzun yıllar boyunca iddialı olmak istediklerinin bir kanıtıydı. Takım bir kez daha yenileniyordu ve artık Tony Parker, Manu Ginobili ve Tim Duncan için son yaklaşıyordu. 66 galibiyet aldıkları tarihi normal sezon bütün bunları unutturmuş, sonunda Batı Konferansı Yarı Finali’nde her şey yeniden su yüzüne çıkmıştı. Parker hâlâ zaman zaman eski sihrinden örnekler ortaya koyuyordu ama Duncan ve Ginobili için artık çok geçti.

Yani, her şey sadece bir blokla bitmedi. Uzun süredir bu düşüşe tanık oluyor ve bunun Tim Duncan döneminde ne kadar sık yaşandığını düşünüyorduk. 1997’den bugüne NBA gerçekten de çok değişmişti. Hip-hop kültürü yıldızların giyimini, kuşamını, hayata bakışını değiştirmiş, oyuncular internetle ve sosyal medyayla birlikte bireyden çok marka olmuş, ligde birkaç sene iyi performans gösteren isimler ikon statüsünde kabul edilmeye başlanmıştı. Bu büyük şovun ortasında, şansın ve bazı büyük beyinlerin etkisiyle, basketbol iyi yönde etkilenmiş, ligin geneline hakim olan sistemler kökten değişmişti. Yeni moda, hızlı ve akıcı hücum basketboluydu. Ve bütün bu dalgaların ortasında San Antonio Spurs de değişmiş, büyük sözler söylemeden çağa ayak uydurmuştu. Bunun yanında hâlâ unutmadıkları bir şey vardı. Esas mücadele alanının her zaman parke olduğunu biliyorlar, oyunu ve rakamları eski günlerden uzakta olsa da Tim Duncan’ın kimliği etrafında yeni bir şeyler inşa etmeyi sürdürüyolardı. Yeni starları Kawhi bile sanki talihin onlara bir oyunuydu. O da çok konuşmuyor, “Ben” demiyor, 97 model bir araba kullanmaktan mutsuz olmuyor ve sadece oyuna odaklanıyordu. Aşk hayatını bilmiyorduk, sosyal medyada bir hayaletten ibaretti, parke dışında adına ve izine çok az rastlıyorduk. Bir zamanlar Duncan’ın hayatı ve karakteri üzerine kurulan cümleler şimdilerde Kawhi için sarf ediliyordu. Sadece özne değişmişti ve zamanın çemberi San Antonio Spurs’e iyi davranmıştı.

Bu miras yaşamayı sürdürecek. Popovich geçmişte Duncan ve Ginobili’nin olmadığı bir soyunma odasını hayâl etmenin bile onu mutsuz ettiğini söylüyordu. Hayâlden çok bir kabustu bu. Ve çok yakında gerçek de olabilir. Birkaç gün içinde Tim Duncan ya basketbolu bıraktığını ya da kariyerine son bir sezon için devam edeceğini açıklayabilir. Kararı ne olursa olsun, aynı olan bir şey var. O da alkışları, konfetileri ve partileri istemediği. Kobe Bryant’ın vedası bir Hollywood filmi gibi olmuştu. Büyük bir prodüksiyondu, aylar boyunca işlenmişti ve sonu rüya gibiydi. Duncan’ın vedası muhtemelen daha sıradan olacak. Ofise söylenen bir pasta kâfi olabilir.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce