‘İşçi sınıfının şairi’ de dediler onun için; ‘sosyalist bozuntusu bir adam’ da. O ise, ‘popüler kültür moronu’ olmaktansa ‘solcu bir dinazor’ olarak anılmayı yeğlediğini söyledi her fırsatta. Bu nedenle aklının kıyısından dahi geçirmedi Hollywood’a gitmeyi: “Başka yerde yüzebilecekken neden köpekbalıklarıyla dolu bir denize gireyim ki?” Onun denizi de, derdi de başkaydı. Bana sorarsanız Ken Loach, kamburuydu sinemanın. “Biz kamburlar” der ya şair, “kambur olmayanların düz yolda bıraktığı yükleri kendi dağımıza taşımaya çalışan varlıklarız.” Loach, tüm hayatı boyunca işçi sınıfından sırtladığı yükü, sinemanın tepelerine taşımaya çalıştı.
Ken Loach sineması, sıradan insanın ilmek ilmek dokuduğu ve kapitalizmin acımasızca söktüğü hayatları konu edinirken, işçi sınıfının dünyaya talip olması gerektiği mesajını vermeyi de asla ihmal etmedi: “Ekmek verin bize” diyordu Ken Loach’un işçileri, “ama verin gülleri de!” Salt karın tokluğuna çalışmak değil; insanca yaşamak, gülüp eğlenebilmek, hayal kurmak da herkesin hakkı… Futbol, yaşamın tüm kiri pası içinde hasbelkader güldürebildiği için insanları, Ken Loach’un imge haritasının da yıldızıydı. Altın Vizyonu (1968), Kerkenez (1969), Benim Adım Joe (1998), Afili Delikanlı (2002), Biletler (2005), Hayata Çalım At (2009)…
Futbol, şüphesiz ki sıradan insanın gündelik dünyasını anlamak ve anlatmak için elverişli bir kanal. Ancak ötesi de var: Eric Cantona, Hayata Çalım At filminde ne öğütlüyordu adaşına? “Takım arkadaşlarına güvenmen gerek her zaman, yoksa kayboluruz.” Bu sistemde kaybolmamak ve insanca yaşama hakkını ezenlerin elinden alabilmek için dayanışma ve örgütlü mücadele gerekiyor. Yani, takım oyunu şart! İşte, Ken Loach’un elinde futbol, işçinin sevgilisine uzatabileceği kan kırmızı bir güle dönüşüyor.
Çağdaş sinemanın sol kanat oyuncusu –pardon yönetmeni!- filmlerinde futbolu sınıf siyaseti ile aynı coşkuda kucaklarken, kendi ifadesiyle önemli bir risk de alıyordu: “Futbolun gerçek keyfi orada dururken…” diyordu Ken Loach, beyaz perde futbolunu kim ne yapsın? Hayata Çalım At, Ekmek ve Güller, Benim Adım Joe ve Afili Delikanlı gibi filmlerin senaristliğini yaparak Ken Loach sinemasına muhteşem paslar veren Paul Laverty de benzer şeyler söylüyordu: “Hiçbir film, futbolun verdiği heyecanı veremez. Bir filmin sonunu görmeden nasıl bitebileceğini %95 ihtimalle anlarız; fakat futbolun güzelliği, sizin sonucu kesin olarak asla bilememenizdir.”
Ken Loach’un yönetmenliğini, onun futbolsever yahut taraftar personasından ayırmak pek mümkün değil. Lakin usta yönetmen sıkı bir Bath City taraftarı. Çocukken babasıyla Nuneaton Borough’un maçlarına gittiğini anlatan Ken Loach, Londra’ya ilk taşındığında ise George Cohen ve Johnny Haynes gibi yıldızlara sahip Fulham’ı izlemek için Craven Cottage’a gitmeye başlamış. Ancak bir süre sonra “bu kadar güzel oynayıp da kaybetmenin büyük acısı”na dayanamayarak stadyuma gitmeyi bırakmış. Loach yeniden 1974 yılında, Londra’nın batısındaki Bath kentine taşındıktan sonra, kentin amatör kulübünün maçlarına gitmeye başlayarak tribünlerle barışmış. Usta yönetmen, yıllardır bir taraftar tröstü tarafından yönetilen Bath City kulübünün, bağış toplamadan sosyal içerikli kampanyalara pek çok etkinliğinde öncü roller üstlenen bir taraftarı. Üstelik, takımının ligden düştüğü 2011-12 sezonunun sonunda kendisiyle yapılan bir röportaj esnasında en büyük korkusunu soran muhabire, “Henüz düşmüş olmasaydı Bath City’nin ligden düşmesi derdim” cevabını verecek kadar sağlam bir taraftar.
İyi bir taraftar, iyi bir sosyalist ve iyi bir yönetmen Ken Loach… Sinemanın zirvesine işçi sınıfının dertlerinden mürekkep bir kamburla çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde ise enfes bir dayanışma örneği göstererek bir Youtube kanalı açtı ve filmlerini ücretsiz olarak göstermeye başladı. Uzunca bir süre, futbol ve sınıf siyaseti üzerine küçümser sorularıyla gelen eşe dosta, Haraptarlı Nafi’ye zarif bir selamla şu cevabı veriyordum: “Futbol nedir diye sorarsan bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum.” Bugünlerde ise benzer soruları “açın bir Ken Loach filmi izleyin de görün,” diyerek karşılıyorum! Çünkü Ken Loach, sinemasıyla sadece işçi sınıfının değil; futbolun da şiirini yazdı. Bugün usta yönetmen 79 yaşına giriyor. 2014’te tamamladığı Jimmy’nin Salonu filminin belki de son filmi olduğunu söylese de, futbol ve sinema severler onun daha nice yıllara, nice yaşlara çalım atmasını yürekten diliyor.