Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GündemYorumYeşil Yol

2016 başlarken, sezonun en büyük hikâyesini herhalde kimse tahmin edemezdi. O hikâye Juan Martin Del Potro'dan başkası değil...

2016 sezonu başlarken tenis ajandasının gündem maddeleri arasında Juan Martin Del Potro yoktu. İstisnai bir 2015 geçirmiş olan Novak Djokovic’in Roland Garros’u kazanıp kazanamayacağı, Rio’da neler yapacağı, Takvim Grand Slam’ine ne kadar yaklaşabileceği gibi monarşik soruların yanında kemik kitlelerine hürmeten Roger Federer ve Rafael Nadal’ın durumları da daha küçük puntolarla da olsa zihinleri meşgul ediyordu. Djokovic’e karşı 2015’i 1-5 kapatmış Andy Murray ise her zaman olduğu yerdeydi, tenis seyircisi nerede çıkarttıysa orada yani. Bu adettendir, seyirci bazen kendi sıkıldığı için, bazen de Andy beklentilere cevap veremeyip fiziksel ya da mental olarak iflas ettiğinde onu sezonun bir yerlerinde çıkarır ve belli bir süre hatırlamaz…dı. Ve tabii Wawrinka. 2015’in en şaşalı işlerinden birine imza atıp Roland Garros finalinde Djokovic’i yenmişti ve iki senedir üst üste slam kazanıyordu ama o maç sonrası aynı irtifada kalamayıp sonraki altı ay çok da bir şey üretemeyince, parmağını kafasına götüren bir karaltı olarak belirmedi çok fazla kişinin 2016 falında.

Geçtiğimiz pazar günü Zagreb’de Arjantin’e giden Davis Kupası ile 2016 tenis sezonu resmen sona erdi. Tuhaf ama, sezona beklendiği gibi dominasyonunu sürdürerek giren ve ilk iki slam’i kazanan Djokovic değil, 11 ay önceki horoskopun “sığıntıları” Murray ve Wawrinka, ama en çok da Juan Martin Del Potro gelecek 2016 dendiğinde akıllara.

Geçtiğimiz mayıs ayında Roland Garros’ta şampiyon olup aradaki puan farkını tam 8000’e çıkaran Djokovic’i sadece altı ayda yakalayıp geçen ve 29 yaşında kariyerinde ilk kez 1 numara olan Murray olağanüstü bir başarıya imza attı ve aldığı her övgüyü sonuna kadar hak ediyor. Wimbledon, Olimpiyat ve ATP Sezon Sonu Şampiyonası’nı kazandı, Roland Garros’ta ilk kez final oynadı ve gerçekten inanılmaz bir yıl geçirdi.

Stan Wawrinka ise istikrarsızlıktaki istikrarını korusa da Amerika Açık’ı kazanarak üst üste üçüncü yıl farklı bir slam’i koleksiyona ekleme geleneğini devam ettirdi. Hem formundaki öngörülemezlik, hem estetik ve patlayıcı oyun tarzı ile ATP’nin en özel karakterlerinden biri olduğunun tescili oldu bu bir anlamda.

KEY BISCAYNE, FL - MARCH 25: Juan Martin Del Potro of Argentina has his wrist checked by a physio during an injury time out against Horacio Zeballos of Argentina in their second round match during the Miami Open Presented by Itau at Crandon Park Tennis Center at Crandon Park Tennis Center on March 25, 2016 in Key Biscayne, Florida. (Photo by Clive Brunskill/Getty Images)
2016 yılı başladığında, Juan Martin Potro’nun bilek sakatlığı henüz tam olarak iyileşmemişti.

Ancak tüm bunlara rağmen 2016’yı ateşe veren oyuncu Juan Martin Del Potro oldu kuşkusuz. Murray’nin 2016’da yaptıklarının kısa bir envanter kaydı yukarıda yer alıyor. Böyle gerçekler varken başka bir hikayeden bahsetmek normalde çok zordur. Ancak kilit nokta belki de bu. Murray gerçeklerine karşı Del Potro’nun efsane mertebesindeki 2016’sı. Alelade bir hikaye değil, kanlı canlı önümüzde duran, yaşayarak tanıklık ettiğimiz bir modern dönem efsanesi bu.

2009’da, henüz 20 yaşındayken Nadal ve Federer’i arka arkaya yenerek kazandığı  Amerika Açık sonrası el bileklerinden yaşadığı problem nedeniyle kariyeri başlamadan bitme noktasına geldi Del Potro’nun. Üçü sol, biri sağ el olmak üzere tam dört tane operasyon geçirdi ve 2012’den beri emeklilik kararı cebinde başladı her sezona. yedi-sekiz aylık uzun aralar sonrası yaptığı geri dönüşler hep haber oluyordu. Hepimiz heyecanlanıyor, sağlığına kavuşmuş olarak geri döndüğünü umut ediyorduk. Bir ya da iki maç oynayıp yeniden gözden kayboluyor, sonra yine ameliyat oluyordu. Bu döngü epey bir süre böyle devam etti. Bir an geldi, Delpo’ya inanmayı bıraktık. 28 yaşındaydı ve el bileği gibi bir tenisçi için en uğursuz nahiyeden çekiyordu. Hepsinden öte, belki de daha fazla hayal kırıklığına tahammülü kalmadığı için beyinlerimiz onu silmenin en iyisi olacağına hükmetmişti.

Tevekkeli değil, Arjantinli, geçirdiği son operasyondan sekiz ay sonra 2016 şubatındaki Delray Beach ile bir kez daha geri döndüğünde pek gürültü kopmadı. Yarı final yaptı ama nihayetinde Delray Beach düşük profilli bir turnuvaydı, devin yanağını söyle bir okşadık ve geçtik. Ardından katıldığı Indian Wells Masters’ta ikinci turda Berdych’e yenildi, heyecan yapmamakta ne kadar haklı olduğumuzu düşündük. Bizi artık öyle kolay kandıramazdı hayal taciri dev. Fakat bu sefer olay biraz daha farklı ilerliyordu. Del Potro turnuvalara katılmaya devam etti. Kaybettiği maçlar sonrasında kliniğe değil havaalanlarına dönüyordu. Ve yavaş yavaş büyük avlar da yakalamaya başladı. Madrid’de Thiem, Stuttgart’ta Dimitrov ve Simon derken iki buçuk yıl sonra katıldığı ilk slam olan Wimbledon’da 2. turda Wawrinka ile eşleşti. Maç öncesinde artık kendisi için en önemli şeyin tenis oynayabilmek olduğunu, bileğinde acı hissetmeye devam ettiğini ama kortta kaldığı her dakikanın değerini bilip tadını çıkarmaya çalıştığını söyledi. Zaten tenisin en büyük mazlumlarından biri olması sebebiyle kendisine duyulan sempati, bu söylediklerinin tamamen sahici olduğunu kanıtlayan sahada verdiği görüntü ve oynadığı akıl almaz tenis ile pekişince bir alev topu düştü bağrına tenis ahalisinin. Wawrinka’yı perişan ettikten sonra ilerleyemedi ama olsun. Çarklar dönmeye başlamıştı bir kere. Sırada olimpiyat vardı.

Rio 2016, birçoklarına göre yakın dönemin en sönük olimpiyatı. Tenis içinse tam tersi. Ve bu büyük oranda Juan Martin Del Potro’nun marifeti. İlk turda, kazanacağı “son büyük şey” olimpiyat altını için Rio’ya gelen Djokovic’ i elemesi, maç sonrasında iki oyuncunun da kortu ağlayarak terk etmesi, yarı finalde Nadal’ı, yine olağanüstü bir maç sonunda devirmesi ve finale adını yazdırması Rio’yu belki de gelmiş geçmiş en güzel olimpik tenis turnuvası unvanına taşıdı. Finalde Murray’e teslim oldu ama rövanşı da Davis Kupası yarı finalinde yine epik bir maçla onu hem de İskoçya’da 5 sette yenerek alacaktı.

Juan Martin Del Potro (R) from Argentina stands with Roger Federer (L) from Switzerland after winning the Men's Final US Open match at the USTA Billie Jean King National Tennis Center September 14, 2009 in New York. AFP PHOTO / TIMOTHY A. CLARY (Photo credit should read TIMOTHY A. CLARY/AFP/Getty Images)
2009 Amerika Açık şampiyonluğu, hâlâ Del Potro’nun kariyerindeki en büyük başarı.

Amerika Açık’ta çeyrek final, Stockholm’de yaklaşık üç yıl sonra gelen ilk tekler şampiyonluğu derken geçen pazar günkü Davis Kupası finali ile bu doğaüstü geri dönüş hikayesine olabilecek en muhteşem sonu yazdı Delpo. Hırvatistan gibi güçlü bir takımla deplasmanda oynadılar. Cilic Delbonis’i yenerek ev sahibini 1-0 öne geçirdi. Delpo 2. maçta Karlovic’i mağlup ederek dengeyi sağladı. Çiftler maçını Hırvatlar alınca kalan iki maçı kaybetme lüksü kalmadı Arjantinliler’in. 4. maçta Marin Cilic Del Potro’ya karşı setlerde 2-0 öne geçti. Herkes bilir ki, Davis Cup gibi bir organizasyonda, deplasmanda o raddeden sonra artık geri dönüş yoktur. Ancak dedim ya, Del Potro 2016’yı bir başyapıt haline getiren yönetmendi ve o son dokunuşu, bu filmi ölümsüz, zamansız, kusursuz kılacak o dokunuşu yapmaya kararlıydı. Yaptı da. Tribünde kendisini izleyen tüm zamanların en büyük Arjantin spor ikonu Maradona’nın çığlıkları arasında maçı çevirdi. Yetmiyormuş gibi, 5. seti sol el parmaklarında bir kırıkla tamamladığını sonradan öğrenecektik. 5.maçta Hırvatistan’ın şansı hiç olmadı. Del Potro Arjantin’e, Güney Amerika’nın en büyük tenis ülkesi Arjantin’e, Vilas’ların, Nalbandian’ların yapamadığını yaparak tarihindeki ilk Davis Kupası’nı hediye etti.

Geride bıraktığımız sezonda bize öyle şeyler yaşattı ki Delpo, atmosfer, oynanan yüksek oktanlı oyun, maçlar bittiğinde verdiği röportajlarda ağlamamak için kendini zor tutması, aldığı galibiyetler, alamadığı galibiyetler, seyirciyle arasındaki bağ o kadar özeldi ki, ben tanıklık ederken kendimi ayrıcalıklı hissettim. Ve bunda yalnız olmadığımı tahmin ediyorum.

Juan Martin Del Potro, Frank Darabont’un “Yeşil Yol” filmindeki mucizevi güçlere sahip olan ama haksız yere idam edilen bir başka dev John Coffey’e benziyor. Umarım ki sonları benzemeyecek.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce
Sıfır

Sıfır

3 sene önce