19 Mayıs 2021. Washington Wizards, play-in’e girilirken son 23 maçta aldığı 17 galibiyetle ligin en formda ekiplerinden biriydi. Karşılarına yedinci sıradan Boston Celtics geldi. Celtics’in sezon içindeki düşüşlerini hesaba kattığımızda Wizards galibiyetini bekleyenlerin sayısı hiç de azımsanmayacak durumdaydı. Ancak Jayson Tatum’ın savunmasına kimi vereceğini belirleyemeyen Scott Brooks, Bradley Beal’ın maç içinde nükseden sakatlığı, Rui Hachimura’nın faul problemi gibi detaylar birikti ve Wizards, maçtan mağlubiyetle ayrıldı. Bunun gibi birçok detay daha sıralanabilir ancak o gece Wizards’ın ruh halini anlamak için Russell Westbrook’un yüzüne bakmamız gerekiyordu. Oyunu yarı sahaya sıkışmış, aradığı penetre kanallarını bulamamıştı ve son derece durgun gözüküyordu. İlk yarıyı 12 ribaund, 5 asist ile tamamlayan yıldız oyuncu, maçı da 14 ribaund, 5 asist ile tamamlamıştı.
21 Mayıs 2021. Wizards, “Kazan ya da evine dön” maçında dokuzuncu sıradan gelen Indiana Pacers ile eşleşmişti. Westbrook’un ilk asistini görmek isteyen Washington seyircisinin bekleyişi sadece 48 saniye sürdü. Ligin tempolu oynayan takımlarından birine karşı Washington ve Westbrook oldukça rahat gözüküyordu. İkinci çeyrekte açılmaya başlayan fark, ikinci yarıda bir play-in maçı için keyifsiz diyebileceğimiz bir noktaya gitti ve Wizards, sekizinci sıradan play-off’a girdi. Son çeyreğin büyük bölümünde oynamayan Westbrook maçı 18 sayı, 8 ribaund, 15 asistle tamamladı. Serbest atış çizgisine geldiğinde duyduğu MVP tezahüratları da boşuna değildi. İki gün arayla iki farklı yüzünü sunan Wizards’ta başrol Westbrook’taydı. Her şey onun sayesindeydi. Veya yüzünden.
***
Fazlasıyla bilindik bir hikâye. Önce Larry Bird ve Magic Johnson geldi. Karşıtlıkları ve sundukları zıtlıklar fazlasıyla ilgi çekiciydi. Onlar karşı karşıya geldikçe oyun, Amerikan sporları içerisinde adından söz ettirir bir noktaya ilerliyordu. Sonrasında Majesteleri’nin bileklerinde ve kafasında oyun farklı bir noktaya evrildi. Karşısında hep farklı rakipler vardı. Isiah Thomas, Patrick Ewing, Charles Barkley, Gary Payton, Karl Malone… Ancak hepsi aynı sınıfın üyesiydi ve ortak bir özellikleri vardı. Magic Johnson-Larry Bird rekabeti üzerinden kendini tanımlayan lig, artık Jordan ve diğerleri olarak ayrılıyordu. Rekabetler, karşıtlıklar üzerinden tanımlanıyor ve aktarılıyordu.
Çift kutuplu dünya düzeninin alışkanlıklarını henüz üzerimizden atamamıştık ve her yerde bunun etkilerini görüyorduk. Dünyayı iyiler ve kötüler diye ayırmaya hevesli bir anlatı, ana akıma oturmuştu. Soğuk Savaş bitmiş, Doğu Bloku yıkılmış, neoliberal ekonomik düzenin temelleri, bilhassa spor söz konusu olduğunda geçer akçe olmuştu ancak çift kutuplu dünya düzeninin etkisi katlanarak devam ediyordu. NBA çevreleri de bu karşıtlıklardan faydalanıyor, kendilerine zıtlıklar içeren birtakım çerçeveler çiziyordu. Bugünün ve geleceğin inşası tam da bu anlatıda yatıyordu.
2010’lu yılların ikinci yarısında anomali seviyesindeki vücuduyla kimi zaman eşitsizlik olarak kabul gören LeBron James ve çift kutuplu lig düzeninin öbür ucunda sıradan bir insanın vücut hatlarıyla ekranları başındaki birçoklarına ilham kaynağı olan Stephen Curry, karşılaştığımız son karşıtlık değil. Her şeyden evvel, lig Wilt Chamberlain ile Bill Russell’a emanetti. Biri kırdığı bireysel rekorlarla ve eğlenceli yaşam tarzıyla anılırken diğeri iki eline sığmayacak yüzükleri ve ona bu yüzükleri kazandıran düşünce yapısıyla kendinden bahsettiriyordu.
Peki ya doksanına merdiven dayamış, bilgece bir sakala sahip, 11 yüzük sahibi Bill Russell’ı hakikaten tanıma şerefine nail olabiliyor muyuz? Russell’ın rakiplerine üstünlük kurduğu maç görüntüleri bu konuda yeterli mi? Veyahut onu tanımak için isminin illa Chamberlain ile birlikte mi anılması gerekiyor? En nihayetinde Russell, hayatının büyük bölümünü 2000’li yıllarda geçirmiş biri için en fazla görüntü kalitesi hayli düşük maçlardan, belgesellerden veya iki elin parmaklarına sığmayacak yüzüklerden ibaret. Veya bir yazıdan. Evet, bir Frank Deford yazısından. Kendisi birini veya birilerini tanımak için bize yardımcı olabilir. Bir insanı, bir sporcuyu veyahut bir sporcu grubunu.
Söz konusu ana ürün ve ona çizilen çerçeve olduğunda bir spor yazısı yazmak, onu bir hikâye üslubunda kaleme almak ve sunmak da en az sporun kendisi kadar kıymetliydi. Amerikan spor yazarlığı da kendisini hâkim anlatı konumuna getirmek için meydandaydı. Deford da sporcuları sadece sahada, ringde veya kortta rakibine üstünlük kurmak için kendilerini yırtan insanlar olarak görmüyor, bir insanı o insan yapan şeylerin neler olduğuna dair bir çerçeve çizmeye çalışıyordu. Jimmy Connors’ın yükselişleri ve düşüşleri, kazandıkları ve kaybettikleri gözlerimizin önündeydi. Ancak gördüklerimiz bir personanın yaratım sürecinin sonuydu ve bu olanların birden fazla sebebi vardı. Deford, Connors’tan bahsederken bahsi onun annesi ve büyükannesinden açıyor, el bebek gül bebek yetiştirilen ve kimi açılardan olgunlaşamamış, birey olamamış bir adamdan söz ediyordu.
Bill Russell da Deford’un beraber vakit geçirdiği ve üzerine kalem oynattığı isimlerden biri olmuştu. 11 kez şampiyonluk sevinci yaşamış, tarihin en büyük rekabetlerinden birine konu olmuş Russell’ın soyunma odasında konuk oluyor, arkadaşlarıyla olan derin sohbetlerine kulak kabartıyorduk. Arkasından imza almaya gelen hayranlarını geri çevirip onlarla sohbet etmenin daha doğru olduğunu düşündüğü hafızamızın bir köşesinde yer ediniyor.
Russell Westbrook her şeyden önce bir figür. Üzerine konuşulması, yazılması, çizilmesi ve en önemlisi çözümlenmesi gereken bir figür. Ne yapacağını ve ne yapmayacağını tam olarak bilemediğimiz biri. Bazı akşamlar istatistik kâğıdının her bir hanesine birkaç çentik atarken verimli bir görüntü çiziyor; bazı akşamlarda ise triple-double’ı tamamlamak için çemberin yakınlarında dolaştığı için eleştiri oklarının hedefi haline geliyor. Lige geldiğinden beri girilmemesi gereken kalabalıklara giriyor, kullanmaması gereken topları kullanıyor. Devamında ise rakibinize hızlı hücum şansı tanımanıza sebep olacak top kayıpları ve hatalı tercihler…
2000’li yıllarda NBA, takipçilerine çift kutuplu bir düzen sunmamıştı ancak rekabet her zamanki gibi oldukça üst seviyedeydi. 2004 Detroit heyecanlıydı. Tek bir seneyle sınırlamaya kalksak haksızlık edeceğimiz San Antonio Spurs, çocuk aklıyla sıkıcı, sonrasında ise keyifliydi. 2008 NBA Finali ise yıllardır beklenen rekabetin Haziran ayına taşınması anlamına geliyordu. Tarih her zaman olduğu gibi yanı başımızdaydı. Kevin Garnett, Allen Iverson, Ray Allen, Tim Duncan, Tracy McGrady… Hepsi üst düzey oyunculardı. Ancak aralarında delilik ile dahilik arasındaki ince çizgiden hallice bir ayrım vardı.
Tracy McGrady’yi hatırlamayan bir basketbolsever olduğunu pek düşünemiyorum. Spurs karşısında 35 saniyede attığı 13 sayı, tarihin unutulmaz sayfaları arasında. Peki bir zamanların en iyi skorerlerinden biri, bugünlerde kısa bir YouTube videosuna hapsolmak zorunda mıydı? Hayır, o andan bahsetmiyorum. Dilerseniz farklı bir YouTube videosuyla devam edebiliriz. 2003 Orlando Magic-Detroit Pistons serisinde McGrady, 31.7 sayı ortalamasıyla takımının skor yükünü fazlasıyla çekmişti. Ancak o serinin bahsi açıldığında takımı son çeyrekte 15 sayı gerideyken arkadaşlarıyla birlikte bench’te gülüşen bir adam olarak anılıyor.
Peki ya Iverson? Tracy’den farksız olarak onun da bir YouTube videosuna hapsolduğunu dile getirebiliriz. 2001 NBA Finali’nin ilk maçında Philadelphia 76ers’ı tek başına galibiyete götürüp Tyronn Lue’nun üzerinden geçtiği an, birçokları için büyüleyiciydi. Ancak aklımıza gelen ikinci, üçüncü görüntü parkenin dışına taşıyor. “Bench’ten geleceğime emekli olmayı tercih ederim” demeci, yarım kalmışlığın bir simgesiydi. Iverson birçokları için nerede sonlanacağı bilinemeyen bir düşüş demekti. Zaten ilerleyen yıllarda ülkemizde de forma giydi. Şanslı olanlar Iverson ile TGI Friday’s’te karşılaştılar. Daha şanslı olanlar ise onu Akatlar’da izleme şerefine nail oldular.
Kısacası, 1990’lı yıllarda lige giren oyuncu grubu ikiye ayrılıyor. Bir yanda istikrarıyla, iş ahlakıyla, çalışma etiğiyle adından söz ettiren Kobe Bryant, Tim Duncan gibileri; diğer yanda ise Allen Iverson ve Tracy McGrady gibi yıldızların temsil ettiği yarım kalmışlığın ve tamamlanamamışlığın simgesi hâline gelen oyuncu grubu.
***
2012 NBA Finali, her açıdan hatırlanmaya değerdi. Şampiyonluk seremonisinde LeBron James “Aslında burada olmamam gerekirdi” dediğinde dikkatleri üzerine çekmişti. Finalin kaybedeni ise Westbrook’tu ve yarım kalmışlığının ilk bölümünü yaşıyordu. O gün kimse farkında değildi belki ama devamı da gelecekti. “James Harden takasına rağmen Durant-Westbrook ikilisi, tekrar NBA Finali’ne dönecek” minvalinde yapılan yorumların sayısı bir hayli fazlaydı. Çok yaklaştılar ancak o ikiliden biri Haziran ayında sahada olduğunda diğeri evinde oturuyordu.
2016 Batı Finali hem gidişatı, hem yedinci maçı hem de sonrasında olanlarla unutulmazlar arasına girmişti. Her ne kadar Durant takımın bir numaralı oyuncusu olsa da Westbrook’un takımı olarak bilinen Oklahoma City Thunder, Golden State Warriors karşısında seride durumu 3-1’e getirmişti. Tarihin normal sezonda en çok galibiyet alan takımını eleme şansı Oklahoma’nın elindeydi. Bir süreliğine. Daha sonrasında işler yolunda gitmedi ve seride maçlar ilerledikçe kendisini bulan Stephen Curry, tarihin akışını değiştirdi.
İnan Özdemir, henüz seri devam ederken kaleme aldığı yazıda serinin dördüncü maçındaki bir pozisyondan bahsetmiş ve bizlere Westbrook’un ne anlama geldiğini göstermişti. Thunder, bitime sekiz buçuk dakika kala 16 sayı farkla öndeydi. Birçoklarının kafasından geçenler belliydi. Topu elinde tutan Westbrook, takımını sakinleştirmeli ve doğru hücumlarla hem süreyi hem pozisyonları hem de maçı kontrol etmeliydi. Maçı anlatan Marv Albert de buna değiniyor, Westbrook’un pozisyonu zorlamamasının alkış topladığını dile getiriyordu. Cümlesini tamamlamasına izin vermeyen ise Westbrook’un kendisiydi. Yıldız oyuncu, hiçbir zaman verimli olamadığı yay gerisinden el üstü bir üçlük atmayı tercih etti. Girip girmemesi pek önemli değil. Westbrook ve Oklahoma aslında tam da buydu. Daha sonrası bilinen ve aynı zamanda tam olarak bilinmeyen bir mesele. Draymond Green, Durant’i aramış mıydı, yoksa mesaj mı atmıştı? Olayın otoparkta geçtiği kesin miydi? Defalarca yazıldı, çizildi. Ancak kesin olan bir şey var ki Westbrook, hâlâ oradaydı ve bulunduğu yeri temsil etmeye devam ediyordu.
***
Allen Iverson ve Tracy McGrady’nin kariyerleri, birçok açıdan ele alınmaya müsaitti. Verimlilik kelimesi hayatımızda şimdiki kadar büyük bir yer kaplamıyordu. Gecenin bir vakti kalktığınızda gözlerde biriken ateşi ve parkeye yansıyan enerjiyi görmek, ertesi gün doğru şut yüzdesi gibi istatistiklere göz atmaktan daha önde geliyordu. Bugün karşımızda zaman içinde Iverson ve McGrady misali yaptıkları üzerinden değil; yapamadıkları üzerinden tanımlanan oyuncu grubunun bir üyesi var. Ancak çağ verimlilik üzerinden tanımlanıyor ve hakim anlatının dediğine göre parkede artı değer yazmayan hiçbir oyuncuya yer yok. Westbrook burada durmaya devam ediyor. Doğrularıyla ve yanlışlarıyla. Ancak yanında yöresinde bir Iverson veya McGrady yok. Burada eğer bir kusurdan bahsedeceksek o kusurun bir kısmı da son derece verimli ve rol model olmalarını beklediğimiz sporcu anlatısında olabilir.
İnsanların birbirlerini saf iyi veyahut saf kötü görmek için çabaladıkları bir çağdayız. NBA çevrelerinde ise birçokları bu iyi ve kötü olma hâlini verimli ve verimsiz olarak ele alıyor. Her şeyin ve herkesin artılarıyla veya eksileriyle anılması gerektiğini düşündüğümüz bir çağın yabancısı konumundaki Westbrook, belki de bu çelişkinin ve karmaşanın görünen yüzüdür. Bu görünen yüzün o kadar da kötü bir şey olmadığını, en azından Pacers karşısında gördük. Bazen bu tam saha koşular, bu öfkesini dışa vururcasına çembere gidilen penetreler, bu yoğunluk fazlasıyla yeterlidir.
***
Yaşadığımız şehri seçmek elimizde. Bir noktaya kadar yaşadığımız ülkeyi de. En azından küçük de olsa bir etki ve eylem alanımız var. Peki ya yaşadığımız çağ? Bugünün yabancısı Westbrook; Iverson ve McGrady gibilerin yokluğunda marjinal bir oyuncu grubunun son üyesi rolüne soyundu ve yalnız kaldı. Birkaç ayrıksı ruh, aynı zamanda Westbrook’un en azılı rakipleri, düşmanları ve yoldaşları anlamına gelebilirdi.
Bill Russell ile Russell Westbrook birbirlerinden bir hayli uzaktı ve muhtemelen bugüne kadar herhangi bir spor heveslisi adlarını beraber anmamıştı. Birini belgesellerle, düşük görüntü kaliteli maçlarla, Bill Simmons’la karşılıklı oturduğu röportajla ve son olarak Frank Deford’la tanıdım. Yalnız kalmayı tercih eden, gazetecilere röportaj vermekten pek de hoşlanmayan, takım arkadaşlarıyla felsefi sohbetler etmeyi seven bir adamın hikâyesiydi okuduğum. Diğer tarafta ise her akşam gözlerinden çıkan ateşle ve parkeye yansıttığı enerjiyle kendisini göstermeye devam eden bir figür vardı.
Bir Deford yazısı, hem Bill Russell’a hem de Russell Westbrook’un temsil ettiği oyuncu grubuna farklı bir pencereden bakmanıza yardımcı olabilir. Amerikalı yazar, yıllar önce kaleme aldığı The Ring Leader’da Russell’ın tutkusunu, takımına ve zafere karşı hissettiği adanmışlık duygusunu ifade etmeye çalıştığında kendisini iyi ifade edemeyeceğini dile getiriyor ve ekliyordu: “Söyleyebileceğim tek bir şey var. Orada olmanız gerekiyordu. Eğer orada olamadıysanız üzgünüm.” Russell Westbrook’u Boston Celtics ve Indiana Pacers karşısında peşi sıra izledikten sonra aklıma gelenler bunlardı. Celtics ve Pacers karşısında ortaya koyduğu performanslar, o iki farklı yüz, birçok basketbolsever için Westbrook’un sözlük anlamıydı ve açıkçası, orada olmanız gerekiyordu. Eğer orada olamadıysanız üzgünüm.
Yazı: Kerim Kılıç