Röportaj: Caner Eler – İnan Özdemir
Gündüz Vassaf’ın son kitabı Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar’ın arka kapağında şu sorular yazılı: “Her gün yeni felaket haberiyle uyanıyorum. Ne yapabilirim? Vicdanın sızlarken sen ne yapabilirsin? Biz ne yapabiliriz?” Kitap herkesin şikayet ettiği, kötümser bir pencereden baktığı bugünlerde yeni bir tarih ve dünya önerisi yapıyor. Biz de Gündüz Vassaf ile kısa bir yolculuk yaptık, 1960’lardan bugüne gelerek bu soruların yanıtını aradık.
Biyografinizdeki “Futbol bursuyla George Washington Üniversitesi’ne gitti” cümlesi dikkatimizi çekti. Burada bahsedilen Amerikan futbolu mu?
Hayır, bizim bildiğimiz futbol. Ama onu da abartmamak lazım. Benim gittiğim üniversitenin Amerikan futbolu takımı vardı, orada oynayan öğrenciler bursluydu. Maçlarını Washington’ın en büyük stadında oynuyorlardı. Fakat seyirci bulamıyorlardı. Çünkü Washington’da oturanlar geçici bir nüfus. Neredeyse her hükûmetle, her seçimle değişiyor. Onun için bir takım aidiyeti yok. Hepsi geldikleri yerin takımını tutuyorlar. Üniversite, Amerikan futbolu programını iptal etti. O bursları bize aktardılar.
Benim futbol tutkum Ankara’da, küçük mahalle maçlarında başlamıştı. Fakat 11 yaşındayken ABD’ye gittiğimde orada kimse futbolu bilmiyordu. Yaşadığım şehirde bir program başlattık. 11 yaşındaydım ve “Top yuvarlaktır”dan başlayarak oyunu öğrettim akranlarıma. Böylece küçük bir lig kuruldu. Yıl 1957. O zamanlar futbolun yanında bir de yoğurt yoktu ABD’de. Şimdi ikisi de var.
Artık azınlıklar değil, kendisine Amerikalı diyen herkes bizim futbolu biliyor, oynuyor. Kızlar ve erkekler… Futbol Ligi’nde olmayan çocuk artık yok gibi. “Soccer Mom” diye bir terim bile çıktı ortaya. Çünkü anneler çocuklarını otomobile koyup futbol maçına götürüyor, oynasınlar diye. Fakat bence bu, Amerika Birleşik Devletleri’nde yine tutmayacak. Daha önce de tutmamıştı bu, Pele’nin, Yasin Özdenak’ın gittiği zamanlarda o New York Cosmos’a büyük paralar yatırılmıştı, tutmadı. Şimdi de, neydi o Spice Girls’ün kocası, ha David Beckham’la birlikte deniyorlar. Gene tutmadı. Evet, gidenler var ama televizyonda futbol maçı seyredemezsin. Nedeni ne? Bence kuralların değişmesi lazım. Bizim futbol, reklama elverişli değil. Basketbolda molalar ve çeyrek araları var, reklam koyuyorsun. Hokeyde aynı şekilde. Beyzbolda sürekli duruyor oyun. Amerikan futbolunda sürekli duruyor oyun. Reklam spotları çok. Futbolda ise hâlâ yok öyle bir şey. Kuralların değişmesini bekliyorum, hâlâ değişmedi. Dünya isyan eder başta ama endüstri kazanır buradan.
Robert Koleji, tıpkı Galatasaray Lisesi gibi, Türkiye’de birçok sporun öncüsü olarak kabul edilir. Kolejin sizin üzerinizdeki etkisi nasıl oldu?
Kolej’den önce, lisenin bir kısmını ABD’de okumuştum. Oradaki yatılı okulda herkesin bir takımda oynama mecburiyeti vardı. Sonbaharda kros, Amerikan futbolu, futbol; kış aylarında buz hokeyi, basketbol ve kayak yapardık. Baharda ise atletizm, tenis ve beyzbol vardı. Okulun ruhunu, gücünü tanımak, okula, kabileye aitliği hissetmek ve bir öteki yaratmayı öğrenmek için önemliydi bunlar. Ve üçüncü takımda yani rezervde olanlar ya koordinasyonu iyi olmayanlar ya da şişmanlardan oluşurdu. Onlar aşağılanırdı. Robert Koleji öyle değildi. Amerikan modeli olduğu için atletizm, basketbol ve futbol vardı. Ama bu, gazetecilik, satranç, tiyatro kulüpleriyle eşitti.
Kitapta bahsettiğiniz bir 800 metre yarışı var. Orada, yarış öncesi babanız size “Kendini fazla yorma” diyor. Bu, farklı bir ebeveyn yaklaşımı…
Rekabet, birinci olmak falan hiç öyle şeylerle ilgilenmezlerdi annemle babam. ABD’ye dair beni ürküten şeylerden biri de rekabetti. Türkiye ve Avrupa’ya dönmemin, yaşamımın büyük bölümünü buralarda geçirmemin nedeni de oydu: ABD’deki rekabetin ahlaksızlığı. Düşünün, tıp fakültesinde insanlar daha iyi not alabilmek için arkadaşının laboratuvar deneyini sabote ediyor. Oraya gittiğimde bir arkadaşımın evine gitmiştim. Bir biyoloji ya da fizik dersini yapıyorduk. O biliyordu cevapları, ben bilmiyordum. Kopya istiyordum, vermiyordu. Ben de sonunda “Bu ne biçim arkadaşlık” demiştim. Çünkü bizde tam tersidir, kopya vermeyen kötü insandır, inektir. Hangisi daha iyi, bilemiyorum. Bir tanesi kabile ruhu. Hababam Sınıfı ruhu, soruları çalalım, topluca sınıfı geçelim. ABD’deki ise soru çalınacaksa, bir tek ben çalacağım, başkasına göstermeyeceğim anlayışı. Bireysel rekabet…
O dönemden bir başka anım da şu: 13-14 yaşındayım. ABD’de bir 800 metre yarışı kazandım. Ödül 5 dolar mıydı, 10 dolar mıydı? Onu aldım. Ondan sonra kafama dank etti. Çünkü o zamanlar rüyam olimpiyat oyunlarında 800 metrede altın almaktı. “Eyvah” dedim, bitti. Zira o dönem olimpiyata katılmak için amatör olmanız gerekiyordu. Ben profesyonel olmuştum.
Bir başka kros yarışında ise ormanda koşarken ağaçların arasında kuş seslerini dinlemek için durduğunuz için cezalandırılıyorsunuz. O da bu rekabet anlayışının bir örneği değil mi?
Okul düzeni şöyleydi ABD’de. Akşamları sofrada 5-6 öğrenci, bir de hoca otururdu. O gün tesadüfen “Ben ne yapıyorum ya burada, dağ başında koşuyorum. Hayat ne güzel, doğa ne güzel” diye şöyle bir durakladım. Önümde ve arkamda kimse yok. Doğa, yarışta olduğumu unutturdu bana birdenbire. Bunu da söyledim sofrada. Hocamın suratı düştü, bir şey söylemedi. Eğer üç-dört tane birinci takımda oynarsanız okulun yetkilileri size bir kazak verir. Her okulun harfleri vardır, benimkinin adı New Hampton’dı. N ve H harfleri yapıştırılırdı kazağa. Çok caka satarsınız onunla, hem sınıf arkadaşlarınıza, hem kızlara. Ben hak etmiştim kazağı ama vermediler bu laftan ötürü.
Aynı okulda bir de ağır Katolik bir hocanız var. Rakibi sinirlendirmeniz, yüzlerine top atmanız yönünde tavsiyeler veriyor size.
O Latince hocamdı, aynı zamanda basketbol takımının koçu. İşte diyor ki, rakibini sinirlendirip oyununu bozacaksın. Ne yapmak lâzım sinirlendirmek için? Hani serbest atıştan sonra sıçrıyor ya herkes ribaund için. O, “Sen sıçrama, yandaki adamın bacağını çek. Birkaç defa yap, oyunu unutur, seni dövmeye kalkışır, oyundan atılır. Veya yüzüne topu fırlat” derdi bana. Yine yatılı okulda her cuma başka bir takımla oynanırdı. Ve o güne kadar ortam Soğuk Savaş gibi olurdu. Kocaman bir ateş yakılır, öbür takımın renkleri bir kuklaya giydirilir, o yakılır. Yeneceğiz de denmez, “Onları öldüreceğiz” diye bağrılır. 200 genç bir ağızdan “Ne yapacağız onları? Öldüreceğiz” diye naralar atar.
Üniversite çağınızdayken 1960’lar başlıyor ve yepyeni bir gençlik kültürü doğuyor. Nasıldı o değişimin ortasında olmak?
ABD’de 1960’larda gençlik, tarihte başka hiçbir ülkede olmadığı kadar kendisini yetişkinlerden ayrı bir konumda buldu. Orada otomobilin büyük etkisi oldu. Birçok eyalette 16 yaşında olmak ehliyet almaya yetiyor. Herkes yazın çalışırdı, kız-erkek. 16 yaşındaki çocuklar kazandıkları ilk parayla otomobil aldı. Otomobilin getirisi de özgürlüktü. Açık hava sinemasına otomobilinle gidebiliyorsun, bunu da sevgilinle yapıyorsun. Birdenbire cemaatten, toplumdan, polisten, anne babadan, dinden uzak gençler başbaşa kalmaya başladılar. Otomobilden bir kültür çıktı. Gençler, o arabaları boyamaya başladılar. İlk rock albümlerinde o tasarımlar, desenler vardır. Yani, rock müzik ve otomobil en önemli araçlardı. Spor da sıfırdı. Bu sefer okulun harflerinin olduğu o kazağı giyenler gülünç duruma düştü. 68 kuşağında spor yapan, komik bir adamdı. Kızların ilgisini çekmek istiyorsan spordan hoşlanmadığını söylemeye mecburdun.
Başlangıç noktası olarak 68 kuşağını koyuyorsunuz. İlk “Ne yapabiliriz?” sorusu gençler tarafından orada ortaya atıldığı için mi?
Benim büyümemde, 68’de soruldu. Sosyalist ya da kapitalist ülkelerde gençler ayaklandı. Düzenin yalanları, hangi düzen olursa olsun, yetmişti artık. Soğuk Savaş inandırıcılığını kaybetmişti. ABD’de şöyle bir dünya vardı. Savaş bitmiş, müreffeh bir ülke, iş bulma korkusu yok ama sıkıcı bir hayat. Anne babalar daha fazla para kazanmak, yeni otomobiller istiyorlar. Çünkü onlar aç, savaştan çıkmışlar. Gençler içinse bu gördükleri bir şey. Yaşam kaygıları yok. Herkesin evi, arabası var işte. Herkes okula gidiyor. Tek kaygıları, sevmek veya sevilmemek. Yani, Vietnam bu kuşağı tetikledi. Rock müzik de…
Bütün bunların yanında bir 68 eleştirisi de yapıyorsunuz. Özellikle de Küresel Gezi Gençliği ile kıyaslarken… Size göre farklar neler?
Bir karşıtlık, “İstemezük” vardı 68’de. İster sosyalist ülkelerde olsun, ister ABD’de olsun. Sosyalist ülkelerde parti diktatoryasından sıkılmışlardı, onu istemiyorlardı. ABD’de Vietnam karşıtlığı vardı, savaş istenmiyordu. “Bana gölge etmeyin, başka ihsan istemem” ruhuydu bir yandan da. İstisnalar vardı, Güney Amerika’da, Türkiye’de şehir gerillası, kır gerillası hareketleri vardı. O istisnalarda da ne kadar provokasyon vardı, tartışılır. Bence Türkiye’de çok vardı. Gençlerin silahlandırılması yönünden bir provokasyondu bu. Bunların arkasında SCCB, Çin gibi ülkeler de vardı. Sosyalist ülkelerde ise ABD’nin provokasyonu vardı. Mesela sanatı kullanıyorlardı. Jackson Pollock vardır, boya döker resimlerine tak tak tak diye. CIA onu alıyor, ABD’de meşhur ediyor. SSCB’de ise sosyalist gerçekçilik vardı o dönem. Resim budur, diyorlar. Niye? SSCB ile olan kültür savaşlarında “Özgürlük budur” diyebilmek için. Her alanda savaş vardı. O ülkenin kültürünü, siyasetini sarsmak için…
Bu savaş sporda da olmadı mı?
Hem de nasıl! İşte bu Fransız baronu, modern olimpiyatları başlatan, Baron de Coubertin var. Prusya savaşını kaybediyor Fransa 1870’de. Niye kaybediyor? Coubertin diyor ki “Spor yapmıyoruz. Almanlar yapıyor.” Hakikaten de Almanlar yürüyüş yapıyor, eskrimle ilgileniyor. Sosyal Darwinizm de revaçta, güçlü olan ayakta kalır, güçlü olan kazanır falan… Modern olimpiyatları başlatan anlayış bu. Soğuk Savaş da buna müthiş bir ivme verdi, faşizm de… Hitler de çok memnundu olimpiyatı Berlin’de düzenlemekten. Aryan ırkının herkesten güçlü gösterecekti tüm dünyaya, Jesse Owens olmasa…
Kendi kuşağınızın eleştirisini yaparken 68’in daha hedonist hatta bencil olduğunu söylüyorsunuz. Sert bir eleştiri değil mi bu?
Barıştan yana değildik, savaş karşıtıydık. Şimdiki kuşaklar, barıştan yana. Yani marşlar yok, liderler yok, bütün bu hareketler anonim. Occupy Walt Street mesela, bir tane isim bilmiyoruz. Ki ölenler oldu. Gezi’de de öyle. Öldürülenleri biliyoruz, onun dışında bir lider yok. Yani çok paylaşımcı, evrensel bir ruh çıktı tüm dünyada. Bu Milton Friedman ekonomisinin çökmesiyle de olmuş olabilir. Kültürün sanayileşmesi de burada etken olabilir. Çünkü birbirimiz gibi giyinmeye başladık, birbirimiz gibi davranmaya başladık. Seks sembollerimiz bile aynı. Bol seyahat ve göçlerle birlikte küresel bir kültür çıktı. Tüketim kültürüyle başladı bu. Hangi şarkıları seversin? Hangi pantolonu giyersin? Özellikle Küresel Isınma’nın bilincinin artmasıyla da bir küresel gençlik çıktı. Bir yandan da gelecek düzeninin olmaması gençleri siyasallaştırdı. Ekonominin iflasıyla birlikte herkesin okul borcu var artık, işssizlik var. Okul bir hak değil, ayrıcalık olmaya başladı…
Gezi’nin üzerinden dört sene geçti. Şu an Türkiye bambaşka bir gündeme girdi. Artık Gezi’yi telaffuz eden de azaldı. Ama siz son kitabınızı Küresel Gezi Gençliği’ne armağan ettiniz. Sizce Gezi’nin mirası ne?
Güçlü bir miras. Birincisi, hepimizin aklında. İktidarın da aklında. İktidarın başka bir Gezi’den korkması ve ara sıra söz ediyor olması kanıtı. Mesela Artvin’i “İkinci Gezi yapmayız” diyorlar. Dört yıl sonra hâlâ o korku var. Gezi, korkulduğu için güçlü. İkincisi, çok kayıp verdi Gezi. Kaç ölü, kaç yaralı var. Kolay değil bunları atlatmak. Ve hâlâ Gezi’deki hatasını kabul etmemiş bir iktidar var. O yüzden bence bu miras gerçekçi. Yolunu bulacak bir şekilde ama yaratarak bulacak. Belki alışılmış, bildiğimiz şekilde meydanlar doldurarak bulmayacak, başka türlü bulacak. Bu olgunluğunun göstergesi, aynı şeyleri yapmayarak…
Gezi özellikle gençler için büyük bir umut yaratmıştı ama şu an Türkiye büyük bir umutsuzluk girdabında. Siz buna da karşısınız…
Umutsuz olmak çok kolay. Korkutulmak çok kolay. Devletin olduğundan daha güçlü olduğunu düşünmek de kolay. Ama onların gücünü olduğundan daha büyük görünce kendinizi de daha küçük hissediyorsunuz. Bu, eski meşhur bir hikâye gibi. SSCB’de zamanında fazla telefon yokmuş. Telefonu olan herkes de dinlendiğini sanarmış. O yüzden telefonda konuşulmaz, dışarıda buluşulurmuş. Gizli konuşmak, dinlendiğini düşünmek seni zaten güçsüz bir duruma düşürüyor. Halbuki Moskova’da 100 tane telefon varsa bunun 10’u dinleniyor belki de. Ama Stalin bu korkunun yayılmasını istiyormuş.
İktidarların bütün gücü ellerine geçirdikleri, sermayeyi ve dini arkalarına aldıkları bu ortamda kötümser olmak kolay. Onların da istediği bu zaten. İyimser olmak daha zor. Fakat dünya değişecekse iyimser olduğumuz için değişecek. Kötümserim diyen, dünyanın bu hâlini kabul eden kişi demek. O zaman hiç olmazsa şikayet etme. Gökyüzüne bak, balıkları seyret, sabaha kadar dans et istersen ama şikayet etme. Çünkü şikayetle edilgen kılıyorsun etrafını ve rüyaların içini boşaltıyorsun.
Peki 15 Temmuz gecesi yaşananlar fikrinizi değiştirdi mi?
Asla. Günün tarihini çok abartıyoruz bence. İçinde yaşadığımız için ve başımıza gelenler bu olduğu için. Maçlarda da öyle. Kazanınca dünyalar bizim, iki maç üst üste kaybedince tersi oluyor. Tarihsel süreç içerisinde bakarsak, kendimizi abartmazsak, o büyük değişimleri görebilmemiz, onların içindeki rolümüzü anlamamız ve neyin olumlu neyin olumsuz olduğunu fark etmemiz çok daha kolay oluyor. Yani, “Ben yanmasam, sen yanmasan” geçerli değil artık bence. Yanmadan ve başkalarını yakmadan yapabilmek önemli artık bence. O başka bir dünyanın şiiri. Bu edilgenlik değil, “Sadece seyret” demek de değil. Ama tarihsel süreç içerisinde bak ve onun içinde yerini gör, önerisi. Çünkü yananlarla da bir yere gitmediğimizi görüyoruz. Sadece filmleri oluyor, ağıtları oluyor ama çektikleriyle örnek kişiler olmuyor bunlar…
Tarihsel süreç içerisinde bakarsak eskiden herkes sokaklarda silahla dolaşırdı. Düello diye bir şey vardı ve muteber kabul edilirdi. Zavallı Puşkin düellodan gitti. Ama bunları bilmek mutlu etmiyor bizi. Ömrümüz çok kısa ve o kısa ömürle benciliz. Tarihsel bakışımız yok o anlamda. Her şey o kısa ömürde olsun istiyoruz. Abartıyoruz kendimizi. Her şey şimdi olsun, hemen olsun… Öyle olduğu için de çabuk aldanıyoruz. Birisi bir şey vaat ediyor, ha bu olacak diyoruz. Durmadan seçiyorsun, o tutmazsa bu tutacak. Hep bir ümit peşinde koşuyorsun ve kısa vadeli hepsi. Bu arada artık ölmüş oluyorsun ve başka kuşaklar aynı kısa vadeli rüyaları tekrarlıyor.
İnterneti tanımlarken “Yeni İpek Yolu” benzetmesi yapıyorsunuz. Ve bu yeni gençlik için oynadığı rolü anlatıyorsunuz. Sizce bu yeni yol ne getirdi, ne götürdü?
Kitabı götürüyor, sokağı götürüyor. Pokemon Go çıkınca sokak tekrar gündeme geldi, biliyorsunuz. O kadar popüler oldu ki insanlar daha önce hiç gitmedikleri yerlerde dolaştı, biriyle tanışmak ve oynamak için sokağa çıktılar. Ama genel anlamda internet sokağı bitirdi. Hoş belki sokak bitmeye mahkumdu. Sonuçta eskiden de sokak yoktu, köy meydanı vardı. Sonra şehirle birlikte sokak geldi. İnternet, kitabı bitiriyor ama Kindle’dan da kitap okunuyor. Öte yandan “Bir şarkı yap, köşeyi dön, bir milyon plak sat” anlayışını bitirdi. Yaratmanın bencilliği bitiyor yavaş yavaş, müthiş bir paylaşım üzerine kuruluyor her şey. Genel anlamda olumlu bakıyorum.
Bir de şu var. Çoğu kişi kendisi gibi düşünenlerle küçük küçük köyler, aitlik mekanları yaratıyor. Eşcinseller bir tarafta, derin denizlere dalmak isteyenler bir tarafta, şu yemeği yemeyi sevenler bir tarafta. Müthiş butik kategoriler çıkıyor. Ama sokak öyle değildi. Daha farklı insanları görüyordunuz sokakta. Yani teknoloji bir anlamda kendiliğindenliği öldürüyor. İnternet aktivizminin kolay bir vicdan temizleme tarafı da var change.org gibi. Ama eskiden de vardı bu. Haydi imza toplayalım olayı…
ABD’de son dönemde Black Lives Matter hareketine destek veren isimlerden biri, NBA yıldızı Carmelo Anthony özellikle sokaklarda polislerin siyahlara uyguladığı şiddetin arttığı dönemde bir açıklama yapmış, “Artık ölenler için hashtag yapmakla yetinmeyeceğim, yeni yollar bulmamız gerek” demişti. “Ne yapabiliriz?” sorusunu sormuştu o da. Hakikaten ne yapabiliriz?
Fazla kınıyoruz ve az yaratıyoruz. Geçenlerde Saraybosna’da bir film festivali vardı. Oradaki katliamları gösteren bir film vardı. Boğazlananlar, toplu mezarlar… Sinemacı iki arkadaşımla birlikteydik. İkisi de kendilerini suçlu hissetti. “Neler yaşanmış, bilmiyorduk” dediler. Ama bence sadece kötüyü gösteren filmler bizi edilgenliğe itiyor. Onları göstereceğine –ki bu katliamı göstermeli, göstersin- o felaketten sağ kalanların nasıl baş ettiğini, hayata nasıl tutunduklarını da göstersin. Yaşayabilenleri de göstersin. Her şeye rağmen türümüzün değerlerini, yaşam coşkusunu, gülebildiklerini göstersin bana ki başıma ne felaket gelirse gelsin, onu aşabilenler olduğunu göreyim, kendimin de aşabileceğini düşüneyim. Sadece felaketlerde bırakıyorsak, “Bak bu namussuzlar ne yaptı” diyorsak o zaman orada Sırplar kötü oluyor, burada bilmemkim kötü oluyor. Kötülerimiz çoğalıyor. Oradan iyi çıkmıyor. İyiyi göstermiyoruz. İyiden kastım, yaşam gücü. Şikayetten çok, yeniyi yaratmayı görmek isterim.
Son dönemde yine bir başka spor tartışması var. Amerikan futbolunun önemli yıldızlarından Colin Kaepernick, milli marş sırasında oturma eylemi yapacağını açıkladı. Ve tam da seçim öncesi ABD’de fırtınalar koptu. Gelişmeleri takip edebildiniz mi?
Milli marşın sözlerinde, pek kimsenin bilmediği beşinci kıtada köleliğe bir atıf varmış. Çocuk da ona karşı tepkisini gösteriyor, gösterebilir de… Bunu yapabilmesi müthiş bir şey. Nereden nereye gittiğimizin göstergesi. Obama, bir zirveden Çin’den seslendi bu konuya ve şöyle dedi: “Bu çocuğun anayasal hakkıdır, yapabilir. Eskiden de böyle eylemler olmuştu. Ben katılmıyorum, başka türlü de ifade edebilirdi…” Bunu ta Çin’den dünyaya seslenerek söylüyor. Bu, hoşgörü açısından müthiş bir şey.
Altmışlarda Muhammed Ali Vietnam’a gitmeyerek büyük bir etki yapmıştı. O dönemle şimdiki arasında nasıl bir fark var?
Kimse şimdi Muhammed Ali’nin şampiyonluğunu, kemerini siyasal görüşünden ötürü alamaz. O zaman almışlardı. ABD’den bahsediyoruz, bakınca bu da çok güzel bir kırk yıl değişimi. Daha da uzun süreçten bakarsak hain diye bakılmaması, öldürülmemesi, takımdan atılmaması olağanüstü şeyler. Bu olumlu bir protesto çünkü kimseye zarar vermiyor. “Marş niçin var?” sorusunu sorduruyor insana, marşı yeniden okumaya götürüyor. Yani, birçok kabul ettiğimiz değerleri sorgulamaya da yarıyor. Niçin saygı duymalıyız? Saygı bu mudur?
Sporda ve sokaklarda verilen tepkiler ABD’li birçok gazetecinin “Yeniden 1960’lara mı dönüyoruz?” sorusunu sormasına vesile oldu. Sizce benzeşen yanlar var mı yoksa aradaki fark çok mu?
Hiç aklıma gelmemişti bu yakın zamanda. Ama karşılaştırma var elbette. Yeni kuşaklarda da bir 60’lar miti, romantizmi var. Ama çok farklı bence. 60’ların olumsuzluklarını almamak lâzım. Mesela sekste de müthiş bir bencillik vardı o yıllar. Doğum kontrol hapının çıkmasıyla birlikte herkes sarhoştu. Sevişmenin de bir duygusu, sorumluluğu vardır karşındaki insana. Ama “Koyver rahvan gitsin”e dönüşmüştü olay. Ondan sonra üzülen de çok oluyordu. Sen beni bu kadar seviyordun, neden ertesi gün o adamla/kızla yattın? Yani bu ilişkinin gelişmesi, dokunuşun, sorumluluğun varlığı, sevişmenin birçok farklı şeyle süslenmesi kalktı gitti. Maalesef AIDS onu dengeleyebildi, korkuyu yaydı. Ama yeni kuşak sevişme konusunda, insan ilişkisine çok daha duyarlı. Öyle bir farklılık da var yani. Yoksa bizim kuşak, boom!
Sıkça 68’den kalma bir sloganı anıyorsunuz: “Otuz yaşından büyüklere güvenme.” Okuyucularınız size neden güvensin?
Güvenmesin tabii ki. Fakat kitapta en çok vurguladığım şeylerden biri de şu. Dünyayı sahiplenme ve değiştirme doğrultusunda ebeveyn ve gençliğin birlikte olması gerekli. Bir tek gençlik öne çıktığı zaman olmuyor. Çünkü ebeveynleri karşı; başına bir şey geleceği için, evladı olduğu için karşı. 12 Mart’lara 12 Eylül’e bakın, anne babalar karşı bu eylemlere. Korkuyorlar çocukları için. Örgütdaşlar o an diyor ki “Senin annen baban muhafazakar. Biz dünyayı değiştireceğiz.” Ama sonra o çocuklar hapse girince de ziyarete giden bir tek annesi ve babası oluyordu. Çok kuvvetli bir bağ var orada. Yani gidip ben işçi sınıfını bilinçlendireceğime, köylere gideceğime ilk önce en yakınımdaki yetişkinlerden başlayayım. Tanıdığım bakkaldan, şoförden başlayayım. Ya da üst komşumdan… Tanıdığım insanlarla, tanıdığım yüzlerle başlayayım. Bu aslında çok daha zor. Ebeveyn ile genç birleşmezse hiçbir yere gidemeyiz.