Döneceğim. Thibaut Pinot, 2017 İtalya Turu’nun son etabı, son birkaç saati öncesi bu sözü verdi. Parkur ona uymuştu, yarışın bilhassa son haftasında çok iyi hissetmişti, belki bir ya da iki dağlık etap olsa pembe mayoyu sırtına geçirecekti ama kazansa da kaybetse de süreçten çok keyif almıştı ve yeniden buralara gelmek istiyordu. Ve Pinot, onu tanıyanlar ya da kariyerini bilenler için, hiç olmadığı kadar rahat görünüyordu.
Neden? Fransız bisikletçi 2012’deki çıkışından beri hep büyük bir medya ilgisinin odağı olmuştu. Chris Froome ve Alberto Contador’un daha başında sakatlandığı 2014 Fransa Turu’nda podyuma giderken bütün gözler onun üzerindeydi. Vincenzo Nibali’nin sarı mayoyu kazandığı o yıl Pinot da dağlarda müthiş bir performans göstermiş, özellikle bacakları son haftayı çok diri geçirmişti. Zamana karşı yarışlarda ve inişlerde bazı sorunları vardı ama bunlar halledebilir şeylerdi, en azından üzerine düşerse. Esas sorun, spordaki birçok şeyin kaynağında olduğu gibi burada da, psikolojikti. Fransızlar, 1986’daki Bernard Hinault zaferinden beri sarı mayoya hasretti ve aradaki kayıp yılların bahanesi olarak doping çağını gösteriyorlardı. Onlar kimyasalların etkisini erkenden görmüş, bunu polisiye, adli bir vaka olarak ele almış, caydırıcı önlemler uygulamıştı. Bu yüzden de ‘dopingci’ Amerikalılara, İspanyollara, İtalyanlara yenilmeleri doğaldı.
Lâkin daha derinde bir başka sorun daha vardı. Bütün dünya gazeteleri gibi ana sporu futbol olan ama bisikleti hemen ayak topunun arkasına koyan L’Equipe, sporcularının üzerine büyük bir baskı uyguluyordu. 1990’ların sonundan itibaren çıkan Christophe Moreau, Sylvain Chavanel, Thomas Voeckler gibi yetenekler de bir noktadan sonra Büyük Turlar’ı değil, etapları kazanmayı yeterli görmeye başlamştı. Zira Fransa Turu’nda aldıkları her etap onları manşete taşımaya yetiyordu. Hatta etap almaya çalışmaları, saldırmaları, her şeylerini masaya koymaları bile kafi görülüyordu. Bir noktadan sonra, bütün bu kuşağın etkisiyle, 2010’larda bir Fransız bisikletçi tipolojisi oluştu. Panache, bunların birinci köşe taşıydı. Yenilseler de her zaman savaşmaları, güzel savaşmaları, güzel kaybetmeleri de karakterlerinin en önemli parçasıydı.
Romain Bardet ile aynı dönemde ortaya çıkan Thibaut Pinot, bu zinciri kıracak gibiydi. 2014’te ilk işaretleri vermişti. Pinot da savaşıyordu ama kendisinden önce gelen kuşaktan en büyük farkı bacaklarının çok güçlü olmasıydı. Fiziği bir genel klasmancıyı andırıyordu, tarzı da… En önemlisi de doğru bir çevrede büyümüştü. Sağlık sorunları yüzünden bisikleti erken bırakan abisi Julien Pinot spor bilimi üzerine uzmanlaşmıştı ve kardeşinin gelişiminde büyük pay sahibi olmuştu. Aynı şekilde takımı FDJ de geleneksel Fransız takımı hüviyetini esnetmiş, Fred Grappe gibi alanında ünlü spor bilimcilerini teknik ekibine katmıştı. Rüzgar tünellerinde çalışıyor, modern beslenme teknikleri uyguluyorlar, bütçeleri Team Sky’la mukayese kabul etmese de ellerinden geleni yapıyorlardı. Bernard Hinault, Laurent Fignon, Greg LeMond gibi yetenekleri bulan ve çıkaran Cyrille Guimard’ın eski öğrencisi Marc Madiot takımın patronuydu ve o da ilk şampiyonunun üzerine titriyordu.
Zaman geçtikçe, Bardet ilerlemesini sürdürürken, Pinot da bazı sorunlar ortaya çıktı. Psikolojisi 2014 sonrası baskıyı kaldıramıyordu. Verdiği röportajlarda varoluşçuları andıran açıklamalar yapıyor, spot ışıklarının ona ne kadar kötü geldiğini anlatıyordu. Aslında anlatmayı da sevmiyordu, gazetecilerden hatta insanlardan hoşlanmıyordu. Mevzubahis Fransa Turu olduğunda da “Oraya gitmek zorundayım. Çok sevmiyorum, çok baskı ve stres oluyor ama zorundayım” minvalinde açıklamalar yapıyordu.
Bu, Pinot’nun tanıdığımız ilk kişisel tarafıydı ve bu aşamada onu varlıklı, şımarık bir üst sınıf mensubu olarak görebilirdik. Oysa yakından tanıyınca, onun aslında sporun zorunlu kıldığı şehirli hayatından ne kadar uzak olduğunu, gerçek bir köylü olduğunu fark ediyordunuz. Pinot keçilerinden, koyunlarından, köpeklerinden, horozlarından kendisine bir dünya kurmuştu ve anneannesiyle dedesinin köyünde yaşıyordu. Liberation’a verdiği son söyleşide de bu sevdasından bahsediyordu. Aynı söyleşide, yarışlar sırasında Pinot’nun babasını arayıp hayvanlarının durumunu sorduğunu öğreniyorduk.
Söyleşi tam da 2017 İtalya Turu öncesinde yapılmıştı ve Thibaut Pinot’nun bu büyük yarış öncesi en büyük endişesi Nairo Quintana ya da Vincenzo Nibali değildi, çiftliğindeki dostlarıydı. Onları başkalarının eline bırakmak istemiyordu. Bu, aynı zamanda zihinsel olarak da rahatlığının simgesiydi. İtalya onun için bir zorunluluk değildi, tam tersine kendi isteğiyle gidiyordu ve üzerinde büyük bir kamuoyu ya da medya baskısı olmayacaktı. Evet, İtalya Turu ilk kez L’Equipe TV’den canlı verilecekti ama yine de ilgi ve stres Fransa Turu’nun 10’da 1’i boyutunda değildi. Giro, belki onu keçilerinden, koyunlarından, horozlarından ayırmıştı ama bisikletçi olarak Thibaut Pinot’nun kaçışı olmuştu.
Bugün, o kaçışın son günü. 2017 İtalya Turu’nun galibini belirleyecek Monza-Milano zamana karşı etabı öncesi altı bisikletçi 1:30 dakikalık bir aralığa dizilmiş durumda. Pembe mayo Nairo Quintana’da ama genel klasmanda Kolombiyalı’nın 53 saniye gerisinde olan Hollandalı Tom Dumoulin en büyük favori. Pinot ise Dumoulin’in 10 saniye önünde. Fransızlar çok heyecanlı ama o, “Hedefim podyum” demeyi sürdürüyor. Gerçekçi ve kimseye hayal satmak istemiyor. Ama ya olursa? Son üç günü izleyen herkesin kafasında bu soru var. Dumoulin’e karşı büyük favorilerinin çoğunun hayal kırıklığı yarattığı, oturup beklediği son haftada Pinot zincirlerini kırdı ve üç gün boyunca arka arkaya sürekli atak yaparak zaman kazandı. Bu belki ona pembe mayoyu getirmeyecek ama sorun değil. En önemlisi, Thibaut Pinot’nun yeniden aramıza dönmesi. Çiftliği gibi bisiklet dünyasının da ona ihtiyacı var. Şimdi Fransa bisikleti için son kez güzel kaybetme zamanı, bundan sonra artık güzel kazanmaları gerekiyor.