*Buddy Hield’ın The Players Tribune’da yayınlanan yazısının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Çocukken garip bir yeteneğim vardı: Parmak ucunda yürüme işini iyi beceriyordum.
Evet, evde parmak ucunda yürümekten bahsediyorum.
Kendimi bu konuda o kadar geliştirdim ki büyüdüğüm yer olan Bahamalar’da ilk 10’da olduğumu düşünüyorum.
Çok ciddiyim. Sinsi bir çocuktum. Gıcırtılı bir ahşap zeminde yürüsem bile benim sesimi duyamazdınız. Parmak ucunda yürümenin en önemli noktası ayak hareketleri ve ben bu konuda gayet iyiydim (Ama işin sırrı ne zaman nefesinizi tutacağınızı bilmekte).
Aynı odada uyuyan altı kardeşinizle birlikte büyüdüğünüzde garip yetenekler geliştirebiliyorsunuz.
Büyük bir ailede büyüyen herkes ne söylemeye çalıştığımı anlamıştır, öyle ailelerde her şey için rekabet vardır.
Sabah rutinleriniz bile bu rekabetin bir parçası olur. Benim için en önemlisi de ilk banyoya giren olmaktı.
Okul günleri sabah rutinimi bir çeşit komando görevine çevirdim. Güneş doğmadan, ev henüz sessiz ve karanlıkken uyanırdım. İşin özü zamandı.
Kimse uyanmadan mutfağa ulaşmam gerekiyordu. Söylemesi kolay. Benimle odanın kapısı arasında uyuyan altı kardeşim vardı. Oda, Oklahoma Üniversitesi’nde ilk yılımda kaldığım yurt odamdan birazcık daha büyüktü. ‘Yatağımız’ yerdeki iki büyük yatağın birleştirilmesiyle oluşturulmuştu. Anlayacağınız içinde dolaşması kolay bir oda değildi.
Neyse ki ben bu işte iyiydim.
Karanlıkta kardeşlerimin yerlerini tespit edebiliyordum. Yastıklar ve battaniyeler kol ya da bacakları andırıyordu. Bazen kız kardeşlerimden birinin saçına ya da bir erkek kardeşimin ayağına basıyordum.
“Ahhh.”
“Daha erken, uyumaya devam et.”
Çoğunlukla da uyumaya devam ederlerdi. Ve görev de riske girmemiş olurdu.
Mutfağa ulaştığımda zafer artık çok yakın olurdu. Ocağın iki gözünü yakardım ve yaklaşık yirmi litrelik kabı suyla doldururdum. Evimizde sıcak su yoktu ben çocukken. Bunu karşılayacak paramız yoktu ve biz de kendi suyumuzu ısıtırdık. Suyun ısınmasını beklerken de şınav çekiyordum.
Isındıktan sonra kaptaki suyu küvete taşırdım.
Suyu ilk ısıtan ilk banyoyu yapar.
Ve sonunda zafer.
İlk banyoyu yapan olmak için eğer bunlar çok fazla iş gibi görünüyorsa bir de alternatifini düşünün: Saat 8 ve sıcak su sırasında beşincisin. Banyonun önünde havlunla beklerken okula geç kalıyorsun.
Ama ben her zaman küvetteki ilk kişiydim. Gün içinde en sevdiğim andı bu. Sıcak suyla dolu küvette kollarım yanda sallanırken rahatlardım. Ev sessiz sakindi ve kendimi bir kral gibi hissederdim. Böyle anlardan annemin biz çocukken hep söylediği bir şeyi düşünürdüm.
“Çok şeyimiz yok belki ama olanlar bize yeter.”
Yeter. Haklıydı da.
Olanlar bizim için yeterli.
Çocukken fakir olduğumuzun farkındaydım. Henüz çok küçük yaşlarda bunu biliyordum. Evimizdeki diğer üç odada da akrabalarımız yaşıyordu; iki halam -ve çocukları- iki odada kalıyordu ve büyükannem kalan diğer odada. Hiçbir zaman yeni giysilerimiz olmadı, kardeşlerimle hep aynı şeyleri giydik. Çocukken nasıl bir stilim olduğunu düşünmek komik geliyor. Başka bir kardeşimin o gün giymediği tişörtü giyiyordum sadece. Ya da boyu kısa gelen pantolonlar. Annem hiçbir zaman bunlara kafasını takmadı, biz de öyle.
Tanıdığım en çalışkan insan annemdi. Sofraya yemek koyabilmek için günlerini yakınlardaki zenginlerin evlerini temizleyerek geçirdi. Bazen de ikinci iş olarak düğünlerde yemek servisi yaptı.
Çocuksanız paraya sahip olma ya da olmama konusunda ne düşüneceğinizi bilemezsiniz. Duruma ayak uydurursunuz. Evet, diğer çocuklarda gördüğünüz oyuncaklara sahip olmak istersiniz ama sahip olduğunuzla yetinmeyi öğrenirsiniz.
Annem çok çalışmak zorunda olsa da evimizde neşe her zaman kendine bir yer bulurdu. Oklahoma Üniversitesi’ne geldiğimde insanlar bana “Buddy, her zaman gülümsemenin sebebi ne?” diyordu. Ben de her zaman onlara nedenini anlatırdım.
Küçük bir evimiz vardı ama içerisi her zaman annemin yemeklerinin kokularıyla doluydu. Bütün o yerel yemekleri düşünmek şimdi bile ağzımı sulandırıyor.
Akşam yemeği de bir mücadeleydi. Annem bazen kendi payının bir kısmını dağıtmak zorunda kalsa da yedi çocuk için de yemek olurdu. Herkes paylaşırdı. Bundan basit bir ders çıkarmıştım. Bugün tavuğunun bir parçasını paylaşırsan belki yarın fazladan bir but yiyebilirsin.
Hiçbir zaman çok fazla yemeğimiz olmadı belki ama bize yetecek kadar vardı.
Annemin de dediği gibi.
Ve mutluyduk da.
Bu da annemi mutlu ediyordu.
Kötü bir mahallede büyüdük. Bahamalar’da çok fazla küçük yerleşim birimi var. Benim büyüdüğüm yerin adı Eight Mile Rock’tı. Evin içerinde neşe ve sevgiden başka bir şey olmazdı ama dışarıda her zaman tartışmalar duyulurdu. Biraz büyük çocuklar sokak köşelerinde uyuşturucu satardı. Hepsini tanırdık. İş bulmak zordu, insanlar da bu yüzden bütün gün sokaklarda olurdu.
Ben 12 yaşına gelene kadar mahallede gerçek bir basketbol kortu bile yoktu. Ben 11 yaşındayken kendi potamı yapmaya karar vermiştim.
Marangozluk bana göre bir iş değildi belki ama azimliydim. Terk edilmiş evlerde malzeme arardım. Evlerden tahta parçaları kırıp alırdım ama asla istediğim şekilde olmazlardı. Ben de testereyle kesmeye çalışırdım ama onu da sabit tutamayacak kadar küçüktüm. İlk birkaç panyamın çok garip şekilleri vardı. Şimdi bakıyorum da, aslında sanatsal ve cool oldukları söylenebilir.
Ama diğer çocuklar durumdan şikayetçiydi.
“Buddy bu ters üçgen şeklindeki şeye nasıl şut atacağız?”
“Buddy bu panya parçalanıyor.”
Arkadaşlarım bana bu nedenle zor anlar yaşatırdı ama gizliden gizliye buna minnettar olduklarını düşünüyorum; çünkü kendi basketbol sahamız vardı.
Yoktan bir şeyi yaratmanın verdiği hissi seviyorum. Sadece potadan bahsetmiyorum. O potanın bize verdiği özgürlükten de bahsediyorum. İstediğimiz zaman oynama özgürlüğü.
Annemin sesini duyar gibiydim.
Çok şeyimiz yok belki ama olanlar bize yeter.
Neyse, sonuçta testere konusunda daha becerikli oldum ve panyanın boyutları artık ezberimdeydi. Bir panyayı yapmak en fazla birkaç saatimi alırdı.
Bazen köşedeki uyuşturucu satıcıları ben geçerken ne yaptığımı sorardı.
“Buddy o süt kasasıyla ne yapıyorsun?”
Gülerek “Bu bir basketbol potası olacak” derdim.
Kesinlikle.
(Zamanında büyükannemin süt kasalarını çalardım. Üzgünüm büyükanne.)
Uyuşturucu satıcıları çoğu çocuğun uzak durmak isteyeceği tiplerdi. Ama komik bir durumdu; beni asla uyuşturucuya zorlamadılar ya da bana bir sorun çıkarmadılar. Neden mi? Çünkü annemi tanıyorlardı – Eight Mile Rock’taki herkes annemi tanırdı – ve onunla başları belaya girsin istemiyorlardı. Bizim orada anneme saygı duyarlar çünkü o, yemeğe ihtiyacı olan çocuklara kucak açardı. Bu, bana ve kardeşlerime daha az yemek anlamına gelirdi ama bir şekilde üstesinden geldik. Annemizin sözünü her zaman dinledik.
O uyuşturucu satıcılarından biri hala bir çocuk olduğu zamanlarda bize gelirdi. Hatırlayamayacak kadar küçüktüm. O çocuğun adı Miko’ydu. Size Miko’dan birazdan bahsedeceğim.
Basketbol potalarım idare ederdi (Yıllar içerisinde süt kasalarından bisiklet jantlarına terfi etmiştim) ama hiçbiri uzun soluklu olmamıştı. Sayılı gün içerisinde onları paramparça ederdik – bir değirmen smaçla ya da biri aptalca potaya asılı kaldığında. Bu yüzden de sürekli yeni potalar inşa ediyordum.
Sonunda birkaç yıl geçti ve Eight Mile Rock yepyeni bir parka kavuştu. Adeta Christmas gibiydi. Çok, çok büyük bir meseleydi. Yeni kortlar, yeni fileler, yeni potalar… Çocukluğumun en unutulmaz günlerinden biriydi. Sonunda oynayabileceğimiz koca bir kortumuz vardı. Ve herkes buraya gelip oynamak istiyordu.
Her geçen gün bir başka harika oyuncuyla karşılaşıyordunuz.
Bu da beni Miko’ya getirdi.
Miko parkın efsanelerindendi. Parktaki ‘ooooo’, ‘aaaahh’ nidalarını yükselten tiplerdendi – herkesin o oynadığında kortun etrafına dizilip izlemek isteyeceği türden bir oyuncu.
Sürekli onu oynarken izlerdim. O bir efsaneydi. Benden yaklaşık 10-15 yaş büyüktü, o dönem yirmili yaşlarının ortasındaydı. Ve kesinlikle oyunu domine ediyordu. Şutları asla kaçmıyordu. Top kontrolü çılgıncaydı. Potaya gittiğinde nefis bir bitiriciydi. Çok yönlü, rekabetçi biri. Miko kaybetmezdi.
Ve Miko korta her zaman güzel ekipmanlarla gelirdi. Pahalı, gösterişli ve yeni kıyafetler.
Size söylüyorum, Miko nasıl oynanacağını bilirdi.
Miko olmak istiyordum.
Ama Miko bir torbacıydı. O hayata tıkılıp kalmıştı.
10 ya da 11 yaşındayken hayatın belli bölümlerine akıl erdiremezsiniz. Biraz büyüdüğünüzde, diyelim 13-14 yaşlarına geldiğinizde bazı şeyleri daha iyi anlarsınız. Miko’ya profesyonel bir basketbolcu gibi imrenerek bakardım. Benim için Iverson ya da Kobe gibiydi. Ama yaşım ilerledikçe Miko’nun Eight Mile Rock’ta, uyuşturucu dünyasında ve hayatta sıkışıp kalmış bir süperstar olduğunu görmeye başladım.
O yaşta bunu fark etmek benim için şok ediciydi. Miko ne kadar iyi olursa olsun, bu adayı terk edemeyecekti. Geri çekilerek attığı üçlükler ne kadar kusursuz olursa olsun. Şansı yoktu.
Liseye başladım ve Miko’nun izini kaybettim. Artık lise takımındaydım ve parka pek gitmiyordum.
Yaklaşık 3 yıl sonra, ailem Eight Mile Rock’tan taşındı. Ben de, Kansas’ta bir hazırlık okuluna transfer edildim. İhtiyacım olan büyük fırsat buydu, orası olmasa muhtemelen Oklahoma Üniversitesi’nde ya da başka bir Amerikan kolejinde oynama şansı bulamayacaktım.
Bir gün bir arkadaşımın evinde NBA playofflarını izliyorduk ve haber geldi.
“Miko’yu duydun mu?”
Kötü bir şey olduğunu anlamam için cümlenin kalanını duymama gerek yoktu. Sonrasında detayları öğrendik. Miko vurulmuş ve ölmüştü.
Bugün bile Miko’yu düşündüğümde çok üzülürüm. Muhtemelen hayatında bazı kötü kararlar vermiş olsa dahi, hala onun yerinde benim de olabileceğimi düşünüyorum. Bahamalar’da o Miko’lardan çok var. Bir bakıma bu hikaye, Eight Mile Rock’taki herhangi bir çocuğun başına gelebilir. Doğrusu, bizim orada basketbolda benden çok daha iyi olanlar vardı, çok daha potansiyelli olanlar. Benim gördüğüm desteği asla göremediler. Ya da o şansa sahip olamadılar. Belki de her ikisinden de biraz.
Annemin minnettarlık hakkında söylediklerini hatırladım.
Oklahoma Üniversitesi’ndeki son yılım olduğuna inanamıyorum. Son yılım… Yüksek sesle söylemesi bile çılgınca.
Dördüncü senem, bu daha da çılgınca. Çünkü neredeyse bir dördüncü yılım olmayacaktı.
Geçen ilkbaharda, NBA Draft’ine dahil olma şansını yakaladığımda, yalan söylemeyeceğim, zor bir karar olmuştu. Bahamalar’dan gelen herhangi bir çocuk NBA’de oynamanın ancak hayalini kurabilirdi. Miko gibileri, birlikte basketbol oynayarak büyüdüğüm çocukları düşündüm.
Draft yaklaşıyordu ve bir karar verme vaktiydi.
Ben de en yakın olduğum insana, anneme gittim. Sonunda, dördüncü yılım için Oklahoma’ya dönmek pek de zor bir karar olmadı.
Buraya dönmememin imkanı yoktu. Oklahoma Üniversitesi beni bugün olduğum oyuncuya dönüştürmüştü. Tüm bu sınıf arkadaşlarımın yanına, her maç günü salonun dışında kamp kuran çılgın taraftarlarımıza geri dönmemek söz konusu dahi olamazdı. Buddy Hield’a dönüşmeden önce bana inanan üniversiteye son yılım için dönmemek ihtimal dışıydı. Daha önceki yıllarda Bahamalar’dan gelen ve hızlı konuşan Buddy’ydim sadece.
Bu yıl çok özel bir takımımız var. Takım arkadaşlarım ve benim neler başardığımıza dönüp baktığımda kutsanmış hissediyorum. Kişisel olarak Oklahoma’da dört yıl geçirdiğim için gurur duyuyorum. NCAA turnuvasında son maçım hangisi olursa olsun, başım dimdik olacak. Oklahoma Üniversitesi bana çok şey verdi ve ben de sahip olduğum her şeyi kortta onun için vermeye hazırım. Her şeyimi vereceğim. Yeterli olacağını biliyorum.
En iyi arkadaşlarımdan birine bana biraz mantık aşıladığı için teşekkür etmeyi ihmal etmemeliyim. Her kış beni Oklahoma’da oynarken izleyebilmek için Bahamalar’dan kalkıp geldi. O benim her şeyim. Hep de öyle kalacak. Onu televizyonda formasını sallarken dahi görmüş olabilirsiniz.
Bu sezon nasıl biterse bitsin, ben dünyadaki en şanslı adamım. Son dört yıl unutulmaz bir yolculuktu. Bu yolculuğu, bana her zaman güvenen ve beni ileriye iten takım arkadaşlarıma ve koçlarıma borçluyum.
Hayatta şu ana dek – en iyi arkadaşımın da yardımıyla – hep iyi kararlar verdim. Teşekkürler anne. Yeterinden fazlasını yaptığın için.