Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Motor SporlarıSözlü TarihTatlı Hayat

Kemal Merkit, beş yıl önce aramızdan ayrıldı ama hem hayatta hem de Dakar Rallisi’nde bıraktığı izler unutulmadı. Çöl Kaplanı’nı yakınlarına sorduk.

Dosya: Atahan Altınorduİnan Özdemir

Kemal Merkit’i anlatan birçok insan aynı kelimeyi kullanıyor: Mıknatıs. ZiraÇöl Kaplanı, Dakar Rallisi’ne katılan ilk Türk motosikletçi olmakla ya da dünyanın en zor yarışını altı kez bitirmekle yetinmedi. 1990’ların ortasında girdiği motor sporları camiasında adım adım kendini gösterdi, çevresini de beraberinde yükseltti ve çıktığı zorlu zirveleri başkalarıyla da paylaşmayı unutmadı. 52 yaşında hayata gözlerini yumduğunda ise geriye ilham verici bir miras bırakmıştı; sadece motor seslerinden oluşmayan, bazen rüzgârlı ama her koşulda gülümseyen bir miras…

Mine Merkit (Ablası): Her zaman spora çok ilgiliydi ama motosiklet merakı Avusturya Lisesi’nden arkadaşı ‘Çingene Orhan’dan gelme. Orhan’ın motosikleti vardı, Kemal de annemden gizli arada sırada o motosikleti alırdı, tekerini kaldırarak Levent’te gezerdi. Aile o merakını engellemeye çalışıyordu. Genel anlamda iyi bir çocuktu ve çok güzel büyüdü. Mustafa Kemal’dir adı. Biz Mıstık derdik, babam Kemalettin, annem Kemal, anneannem Mustafa… Ve o kadar şımartıldığı hâlde serseri değildi. Ama evin prensiydi. 15.30’da gelirdi okuldan eve, hazırlıklar ise 12’de başlardı; soğanların suyu sıkılır, domateslerin çekirdekleri süzülürdü, hep bir faaliyet vardı mutfakta. Ne o? Mıstık gelecek…

Ozan Alacalıoğlu (Arkadaşı): Sözde ders çalışmaya onlara giderdik, içeri 25 tane tost gelirdi. 24 saat dört ocakta yemek pişerdi.

Mine Merkit: Babam Amerikanvari bir adamdı. Her şeyi birlikte yapardık. Mıstık’la benim bir de ablamız vardı ama o 4-5 yaş büyüktü, bizimle takılmazdı. Biz Mıstık’la ikiz gibi büyüdük; aynı okullar, aynı arkadaşlar… Kendine göre katı kuralları vardı, esneklikleri de vardı ama kuralları konusunda hassas ve disiplinliydi.

Doğan Akçura (Arkadaşı): O disiplin, babadan gelen bir şey herhâlde.

Mine Merkit: Mekanik merakı da babamdan gelirdi. Bizim eve tamirci girmezdi, ayakkabılarımızı bile babam tamir ederdi. Gemi makine mühendisiydi babam. Elinden her iş gelirdi ve Mıstık’ı da asistanı olarak kullanırdı. Her seferinde iş bittiğinde Mıstık’a şöyle derdi: “Kemalettin…”

Mert Merkit (Oğlu): “… takım topla!” Çünkü babam da bana aynısını yapardı: “Mert, takım topla!”

“Babam, Kemal’e kızardı: ‘Nedir bu temizlik merakı? Mekaniği öğren.'”

Mine Merkit: Babam her şeyi Mıstık’la yapardı. Kampa giderdik biz, babamla annem bir çadırda kalırdı, biz Mıstık’la bir çadırda… Gece yağmur mu yağıyor; babam seslenirdi: “Kemalettin, hendek kaz.” Mıstık gece 2’de hendek kazardı, sular çadıra girmesin diye.

Mine Merkit (Kemal Merkit’in ablasıyla aynı adı taşıyan kızı): Babam bir gün dedeme gitmiş, motosiklet istemeye. Dedem de “Kemal, ben sana araba almak isterim, param yok. Motosikleti de almam” demiş.

Abla Mine Merkit: Kemal, temiz bir çocuktu. Her şeyi pırıl pırıldır, düzenlidir. Ama babam detaya da insin isterdi. Arabayı Kemal açardı, parlatmaya başlardı. Babam derdi ki: “Nedir bu temizlik merakı? Mekaniği öğren.” Kemal daha çok bunlarla ilgilenirdi; orayı parlatsın, burayı boyasın, şuraya bir sticker (çıkartma) yapıştırsın.

Ozan Alacalıoğlu: Ben bir gün odaya geldim. Kemal dedi ki: “Ozan, fark ettin mi?” Neyi fark ettim mi? Kütüphaneye bir tane küçücük, bit kadar BMW sticker’ı yapıştırmış, onu soruyor. “Çok güzel olmuş abi” dedim. O BMW’nin yerini hiç unutmam.

Cüneyt Cebenoyan (Arkadaşı): Kemal’le Avusturya Lisesi’nde tanıştık. Bir gün okul dönüşü eve giderken otobüste yan yana oturuyorduk ve o gün aynı espri anlayışına sahip olduğumuzu anladık. Gülmek, Kemal için hayati öneme sahipti. Gülmek için yaşardı. Ve gülerdi de; resimlerinin çoğunda, hatta belki hepsinde gözlerinin içi güler. Biz tembel öğrencilerdik. İkmallere kalırdık ve sınavlara birlikte hazırlanırdık. O ise hayaller kurardı. Avrupa’ya geziler yapardık, hayallerinde Kemal’in. Buradan tahta bavullarla yola çıkar, Avrupa’ya adımımızı attığımızda da onları bırakıp sırt çantaları alırdık kendimize. Bu hayallerde ben kahramanın en iyi arkadaşı rolündeydim. Hayal kurmayı becerememişimdir hiç.

Ozan Alacalıoğlu: Avusturya Lisesi’nin belirli konularda farklı bir bakış verdiğine inanıyorum ama grup olarak çok disiplinsizdik biz. Beraber kaldık sınıfta.

 

Abla Mine Merkit: Annem veli toplantıları çıkışı habire merdivenlerde bayılırdı.

Doğan Akçura: Tabii anne faktörü var bir de… Hırs falan bence babadan değil, anneden geliyor.

Abla Mine Merkit: Annem çok dominanttı. Kemal aşağı, Kemal yukarı… Hayatta başka biri yoktu annem için. Çok hırslıdır o, ölüm döşeğinde bile “Ölmeyeceğim” diyordu.

Ozan Alacalıoğlu: Avusturya Lisesi’nden sonra Viyana’ya gitmişti, sözde üniversite okumaya. Bir yıl sonra ben de Kemal’in yanına gittim.

Abla Mine Merkit: O aslında ABD’ye gelecekti, benim yanıma. O sırada babamdan bir mektup geldi. Kemal’in gitmesine izin vermediğini, maddi olarak da yardım etmeyeceğini söylüyordu. Çünkü onun kanısına göre Kemal okumayacaktı. ABD’ye gelemeyince Bodrum’da sörf hocalığına başladı, orada da eski eşiyle tanıştı. Ben annemden gelen haber üzerine Bodrum’a gittim, oturup konuştuk. “Ben âşık oldum, okumayacağım” dedi. Annem çileden çıkmış, babam da rahat, “Zaten biliyordum okumayacağını” diyor.

Zeynep Özbatur (Eski eşi): Avusturya Lisesi’nden tanışıyoruz biz. Sonrasında da flört ettik, 1983’te evlendik. Mayıs ayında bir dükkân açtık, yaşamımızı Bodrum’da kurduk. 1978’de sörf hocalığına başlamıştı. Sörfü Türkiye’de popülerleştiren ilk insanlardandı.

Ozan Alacalıoğlu: İlk işleri de şarküteriydi. Hepimiz yardım ederdik Kemal’e. Müşteri gelir, peynir isterdi, Kemal “Yok” derdi. Adam “Peki bunlar ne?” diye peynirleri gösterirdi, Kemal de “Peynir” diye cevaplardı. Nasıl eğleniyorduk. Hiç alakası yok işle.

Doğan Akçura: Bodrum’da hayat mükemmeldi o dönemler, 1980’lerde…

Ozan Alacalıoğlu: O günlerde bir akşam Gümbet’in tepelerinde oturuyoruz, bir arkadaşımız “Düşünebiliyor musunuz, bir gün buralar hep bina olacak” dedi. Biz “Yok” dedik, güldük. Aradan 15 sene geçti, her taraf bina oldu.

Mert Merkit: Ben çocukluğumu hatırladığımda babamı sörfle anıyorum. Hep sörf vardı hayatında. Beni her gün sahile yollardı Bodrum’da yaşarken: “Mert, kuzucuk var mı? Git bak, bana haber ver.” Kuzucuk dediği de dalgaların üzerinde rüzgârla oluşan beyazlar…

Doğan Akçura: Sörf, hayatıydı; sörf dükkânı açtı, sörf malzemesi satıyor, arabalarının üzerinde sörf var. Karı-koca tam bir ‘surfer gibi’ yaşıyorlardı. O ‘beach life’ hayat tarzı çok sonraları geldi Türkiye’ye.

Mert Merkit: Sörf dükkânı varken babama haber gelirmiş “Rüzgâr çıktı” diye, kapının önüne bir sandalye koyar gidermiş.

Kızı Mine Merkit: Dükkânı kapatmak falan yok yani…

Abla Mine Merkit: 1930’lu yıllarda, 16-17 yaşlarındayken motosikleti varmış babamın. Hayatı boyunca da hep bisiklet kullandı. O da biraz Kemal’i etkiledi. Kemal ilk dağ bisikletiyle başladı, sonra sörf yaptı, oradan motora geçti. Arada tenis de var.

Doğan Akçura: Kemal’in kişiliğine dair en ayırt edici özellik, yarışmacılığıdır. Yolda yürürken bile yarışır sizinle. Yan yana yürürsünüz, hafiften sizin önünüze geçmeye başlar. Ona uyarsan yarışırsın. Yüzerken yarış, koşarken yarış, bisikletle bakkala giderken yarış… Muazzam bir rekabet ruhu var. Bisikletle başladık biz, sonra Camel Trophy’ye gittik, Enduro yarışlarına katıldık senelerce…

Mert Merkit: 8-9 yaşlarındayım, snowboard yapıyorum. Zaten çok az kişi snowboard’la uğraşıyor o zamanlar. İnerken yarışıyor senle, yoksa basıp gidiyor, tek başına kalıyorsun. Sonra atıyorum, çişimiz mi geldi? Bu sefer, en uzun süre kim işeyecek? Şimdi zaten yarışıyoruz parkurda, bari orada rahat olalım, değil mi? Yok, hayır, orada da yarışırdı.

Ozan Alacalıoğlu: İlkokulda koşardık Kemal’le. İnönü Stadı’na gider, antrenman yapardık. Kemal daha hızlıydı, ben daha uzun koşardım. Bir gün yine koşuyoruz, “Ben seni geçerim” dedi. Dedim hadi 10 tur koşalım. Bu bastı gitti, ben belirli tempoda gidiyorum. İkinci turda yıkıldı kaldı.

Mert Merkit: Uludağ’da bir gün Kutlu Torunlar ile snowboard yarışı düzenliyorlar. Kuralar çekildi; babam, Kutlu Abi ve ben yan yana yarışacağız. Geçtik kapılara, start bekliyoruz. İnanmışım, iyice hırslanmışım. Kapıdan tüm gücümle kendimi çektim; derken bam diye soldan bir dirsek yedim, bir de sağdan, yuvarlanarak başladım. O ikisi basıp gittiler, Kutlu Abi birinci oldu, babam iki, bense dört ya da beş…

Özlem Duygu (Kız arkadaşı): Kaçıncı olduğundan çok, bitirmek mühimdir onun için.

Abla Mine Merkit: Yine bir snowboard yarışında, inerken parende atıp düştü. Yanına gittik, ağlıyor, bacağı kırılmış. Ağladığını görünce acıya dayanamadığını sandım. “Ne oldu?” dedim, “Bitiremedim” dedi. Bitiremediği için ağlıyormuş meğerse, hırsından.


Kızı Mine Merkit:
Hep sakat olurdu zaten. Rusya’da bileği 12 yerden kırılmış, saksafon gibi demir çıkıyor bileğinden, torbayla falan duş alıyor ama bunlar normaldi bizim için. Akşam 8-9 gibi işten gelirdi, uzanırdım yanına. Hepsi yanlış kaynadığı için kaburgaları batardı, dinozor gibi çıkık çıkık hepsi…

Ozan Alacalıoğlu: Ben hayatım boyunca bu adamla yan yana oldum. Yemek yerken bile yarışırdı. Ama şu da var; kendisini geçen birine de asla çirkinlik, çirkeflik yapmazdı. Daha iyi olmak, daha iyiye gitmek için kendiyle yarışırdı aslında o.

Doğan Akçura: Motosiklette yarıştığımız ilk yıllarda onu geçerdim mesela, çok takdir ederdi beni. Hep “Doğan benden daha hızlı” derdi ama geçmeye de çalışırdı. O itiş kakışı severdi.

Cüneyt Cebenoyan: Sporun her türünü yapardı, bireysel sporlarda daha başarılıydı. Ama onun çağrısı motosikletti. Yıllığa yazdığım yazıyı, “Motosiklet üzerinde yaşlanman dileğiyle” diye bitirmiştim. Buna rağmen, ilk motosikletine galiba 30’lu yaşlarının ortalarında kavuştu.

Zeynep Özbatur: 1991 senesiydi. O güne kadar motor almamıştı, alamamıştı bir şekilde. Hep çalışıp kendi hayatını idame ettirmeye çalıştığı için ona para ayırmamıştı. O sene müsaittik biz. İşleri yoluna koyup para biriktirmiştik. 23 sene beraber çalıştık zaten. O, yaratıcılığıyla öne çıkardı; ben, geri plandaki muhasebe ve ödeme gibi işleri yapardım. Onun para işleriyle ilgisi yoktu, ben de ondan habersiz bir motor aldım Japonya’dan.

Ozan Alacalıoğlu: Honda XR 600 getirtmişti. O motorun da o dönem Dakar’da en çok kullanılan motosiklet olma özelliği var.

Kızı Mine Merkit: Ama motor demonte hâldeymiş geldiğinde.

Zeynep Özbatur: Akşam dışarıda yemek yedik, doğum gününü kutladık. Ben bir şekilde açtırdım kutuyu, sadece tekerleği çıkardım ve şöyle dedim: “Başlangıç olarak tekerlek aldım, gerisini de getireceğiz inşallah…” O da “Aaa teşekkür ederim, çok sağ ol” dedi ve tekerleği koydu kenara. Bizim tabii içimiz içimize sığmıyor. “Hava güzel, evde kutlayalım” dedik. Döndük, bu bir girdi bahçeye… Vallahi bu yaşa kadar hayatımda sürprizle karşılaşan insanların suratını çok gördüm ama Kemal’in o ifadesi anlatılır gibi değildi. Şok yaşadı.

Doğan Akçura: Dört sene falan o motoru kullandı; aynısından bana ve Ozan’a da aldırdı. Hemen takip ettirirdi milleti peşinden.

Mert Merkit: Babam için spor, zaten hep bir sosyallik aracı olmuştu. Ben bir dönem basketbol oynuyordum, onu bırakıp küreğe başlamayı düşünmüştüm. Babam bana, “Oğlum sen baskete devam et. Hiçbir arkadaşına ‘Gel bir kürek çekelim’ diyemezsin ama hepsini baskete çağırabilirsin” demişti.

Özlem Duygu: Futbolu hiç sevmezdi, sırf arkadaşlarıyla izlemek için, insanlar konuşuyor diye onu da izlerdi. Rakıyı severdi ama asıl sohbeti için içerdi.

Doğan Akçura: Ben o dönem Antalya’da yaşıyordum. Bugün Belek, Lara diye bilinen meşhur yerlerde o dönemde çöl kumları vardı. Motor için çok güzel bir kumdu. O dönem yarış merakı başladı bizde. Kışın sürekli yarış kovalıyorduk. Sonra Camel Trophy’ye gittik.

Serra Okumuş Onay (Gazeteci): Motor sporları sevenler, Kemal Merkit’i dönemin efsane yarışı Camel Trophy’de tanıdılar. Kemal hep “Dört tekerli yarışlar o kadar maliyetli ki ben sonunda kendimi iki tekerlide buldum” derdi.

Fotoğraf: Emre Ermin

Zeynep Özbatur: 1997’de yurt dışı yarışlarına gitmeye başladı. Optic Rally için Tunus’a gitti, sonra UAE Desert Challenge için Dubai’ye, arkasından Fas’a… Ben de Land Rover 110’la yarıştım o dönemler. Bodrum’da yaşadığımız için olanakları farklıydı. Her yer Enduro’ya uygundu, ev yoktu, çevremiz dağ taştı.

Doğan Akçura: UAE Desert Challenge’a gittik, Süleyman Memnun ve Kemal ile birlikte. Üçümüz de ilk kez böyle bir uluslararası yarıştayız. Yarış başlayacak, sıcaktan perişan hâldeyiz, lojistikten haberimiz yok. Ne oluyor, ne bitiyor, bilmiyoruz. Zaten gece boyu uyumadan motosikleti hazırlamaya çalışmışız, hiçbir şey hazır değil. Ben daha 25. kilometrede çalıya benzeyen bir kayaya çarptım, hastaneye kaldırdılar. Kemal düşmüş, perişan hâlde. Sonuçta yarışı hiçbirimiz bitiremedik ama orada Kemal’in çok hoşuna gitti bu iş.

Gülden Aktugan (Arkadaşı): İlk Tunus’a gittiğinde, yarışlardaki insanlar Türk bayrağını tanımıyordu. “Türkiye neresi, Türkiye’den motosikletçi mi geldi?” gibi sorularla karşılaştı ama yaptıklarıyla dünya motosiklet camiasına Türk adını yazdıran insan olmayı başardı.

Zeynep Özbatur: Kemal’in gittiği bütün yabancı yarışlar genelde bir Türk’ün ilk kez gittiği yarışlardı. Sonra Paris Dakar girdi devreye…

Selçuk Bektaş (Arkadaşı): Herhangi bir şeyi çok iyi yapmaya başladığın zaman bunun en üst seviyesi neyse onu arıyorsun. Kemal de dedi ki: “Artık ben Dakar’ı yapmalıyım.”

Yiğit Top (Gazeteci): Dakar’a ilk giden Türk ekip Ali Deveci ve Galip Gürel’dir. Daha sonra Renç Koçibey, Mustafa Gökay ve Ahmet Utlu kamyonla gittiler. Kemal Abi motosikletle katılan ilk Türk’tü ve birçok insana ilham kaynağı oldu.

Selçuk Bektaş: Dakar’da 1000 kilometre gidiyorsun bazen günde, bunun 500 kilometresi özel etap, 500 kilometresi bağlantı etabı olabiliyor. Böyle delice bir şey. Ve Kemal Dakar’a ilk başlarda yalnız gitti, sonra Kutlu’yla gitti, sonra yeniden yalnız gitti, sonra bir kere benle ve Şakir Şenkalaycı’yla gitti, hep gitti…

Gülden Aktugan: Dakar’a gitmesi gerektiğine inanmıştı ama çok para gerekiyor. Para yok, Türkiye şartlarında sponsorluklar sıkıntılı. Fakat o orada çok mutlu oluyordu. Finansal nedenlerle yanımıza bir servis götürmemiz söz konusu değildi, o yüzden Malle Moto’da yarışıyordu, yani mekanik destek almayan kategoride. Zaten kendisi de motorun her şeyini en iyi tamirciden bile iyi bildiği için Malle Moto’dan müthiş bir tatmin aldı. Mekaniksiz yarışıyor olmanın Dakar’ın esas ruhuna uyduğunu düşünüyordu.

Yiğit Top: Eurosport’daki ilk senem… Dakar Challenge programı vardı. Kemal Abi de yarıştığı için “Geldi mi, gitti mi, ne yaptı” diye  her akşam telefonda konuşuyorduk. Dünyanın en zor yarışı denir ya, o gün mesela 600-700 kilometre yol gitmişler ama o ses cıvıl cıvıl, yaşıyor adam orada, nefes aldığını hissediyor…  Dakar 40 derece sıcak, toz toprak, düşüyorsun, kalkıyorsun, önünden kamyonlar, arabalar geçiyor ve sen bir şekilde yolunu buluyorsun, navigasyonunu yapıyorsun ve Malle Moto’da yarışıyorsun. Senin ekipmanların kamyonlardaki sandıklarda, üzerinde numaran yazıyor, onu alıp kendi motorunun bakımını yapıyorsun. Sonra gidip sıraya giriyorsun; önünde Marc Coma, arkanda Carlos Sainz gibi efsaneler, herkes aynı yerden yemek yiyor. Sonra o adamlar karavanlarına geçip özel masörler, fizyoterapistlerle dinlenirken sen çadırında iki üç saat uyuyacaksın ki ertesi günkü yarışa gidesin. Kemal Abi’yi en iyi anlatan şey, tüm bunlara rağmen enerjisinin bu kadar yüksek olması, bu kadar pozitif kalmasıdır.

 


Doğan Akçura: Kemal o ortamı çok sevdi. Hem çok zevkli olduğunu gördü hem de yeni bir sosyallik kazandı. Dakar’da bütün yabancı yarışçılarla muhabbet ederdi.

Ozan Alacalıoğlu: Evet, “Turkish Power” derlerdi ona. Dakar’da bir new school, old school muhabbeti var. Eskiler genelde “Birbirimize yardım edelim, beraber bitirelim” diyorlar. Yeniler ise “Bana ne, ben bitireyim” kafasında biraz. Kemal’in oradaki ilişkileri gerçekten inanılmazdı.

Doğan Akçura: Genelde Malle Moto’da imece usülü bir durum vardır, herkes birbirine yardım eder orada…

Ozan Alacalıoğlu: Doğru, öyle bir durum vardır ama orada ilginç bir şekilde en az yardımı alan Kemal’dir. Bir gün bir etabın sonunda bekliyorum, Kemal’in saat 4’te gelmesi lazım; 9, 10, 11 oldu yok. Sonunda geç gelenleri durdurup sordum. “Bir mekanik sorunu oldu, duruyordu” falan dediler. “Durdunuz mu siz?” dedim. Yok. Niye? “Kemal yapar.” Aynen böyle diyorlar.

Selçuk Bektaş: Dakar kendi başına başka bir dünya. O da bir girdikten sonra bırakamadı. Her sene gitmek üzere mücadele ediyordu çünkü bu kadar kilometre yaptığınız, bu kadar farklı coğrafyayı geçtiğiniz başka bir yarış yok. Sıcaklık ve yükseklik farkları, denizler, çöller, dağlar… Bu, insanın başını döndüren ve bağımlılığını tetikleyen bir şey. Aynı zamanda, çok yoğun ve zaman isteyen bir süreç…

Ozan Alacalıoğlu: Para için yalvarmaktan başka bir şey değildi o süreç.

Özlem Duygu: En sevmediği işti bu yüzden.

Zeynep Özbatur: Türkiye’de bir laf vardır, “Abi anca paran varsa yaparsın bunları” denir. Öyle değil. Parasız zamanları da oldu. Hiç unutmuyorum, bir yarıştan önce parası çok yoktu. Ben de dedim ki: “Bir davet verelim, altın günü yapalım, herkes bir altın taksın sana…” Bayağı kırmızı kurdelalı çengelli iğneler yapmıştık. Çok güzel davet oldu, o parayla gitti. Yarış bütçesinin 10’da 1’iydi belki ama işine yaradı.

Ozan Alacalıoğlu: Şirketlerle görüşüyordu sponsorluk için, “Ooo müthiş proje” diyorlardı, sonra 1000 dolar teklif ediyorlardı. Yurt dışında böyle değil ki… Mesela bir yabancı sporcu vardı, “Pornocu” derdik ona, bir porno sitesinden sponsorluk almış adam. Burada…

Doğan Akçura: (…) hem sponsorluk bulmak çok zor, hem de Kemal zaten bütün sene bununla uğraşmıyordu. Hep son ana kalıyordu işler. Hatta Dakar’ın kayıt tarihini de kaçırırdı. Her sene Ekim ayında adamları arar, alttan girer, üstten çıkar, bir şekilde katılma izni alırdı.

Özlem Duygu: Dakar organizasyonunun başındaki adam çok severdi Kemal’i ki orada 250 kişi yarışıyor, herkese özel muamele yapmak imkânsız. Ama ona farklı bakarlardı.

Doğan Akçura: Aylarca hazırlardı millet motorlarını. Kemal öyle değildi. Atıyorum, 20 Aralık’ta yarışa mı yollaması lazım motoru? 14 Aralık’ta başlardı…

Özlem Duygu: O meşhur sticker’larını yapıştırırdı. Motordan çok onlarla uğraşırdı.

Doğan Akçura: Hep son saniye işler… Garajda o hengâmede yapardık. Motorunun her türlü parçasını boyardı. Standardını alır, apayrı bir renk yapardı. Her şeyi uyarlar, kendine has hâle getirirdi. Hep de katılabildi buna rağmen, kaçırmadan. Son saniyede de olsa hep başardı.

Selçuk Bektaş: KTM’in mesela 450 Rally diye bir motoru var, sırf Dakar için üretilmiş. Ama bu motor Türkiye’de vergilerle birlikte 45 bin Euro. Kemal parayı denkleştirebilmek için standart bir Enduro motorunu ralli motoruna çeviriyordu. Bunlar da o kendi kendine bakım işini zorlaştıran etkenlerdi ama mecburiyetten yapıyorsun. O finansal yapıya sahip bir ekipte yarışçılar motora binerek hazırlanıyor, onun dışındaki her şeyleriyle ilgileniliyor. İşte Kemal’in başarısının büyüklüğü biraz da burada; adam her sene bu mücadeleyi verdi ve başardı.

Özlem Duygu: Triatlon merakına ben ondan dolayı girdim. Önceleri biz Doğan’la koşardık, Kemal de bisiklete binerdi. Sonra ben koşuyu ilerlettim. Yeni bir sosyal ortama girdik ya, yeni bir hırs geldi hayatına. Oğuz Omur’la tanıştık. Ondan çok etkilendi. Koşmaya, yüzmeye başladı. Derken Ironman yaptı.“Ben artık motorla yarışmayı bırakıp, triatlon yapacağım. Motorda takım liderliği yapacağım” diyordu.

Selçuk Bektaş: Hiç şikâyet ettiğini hatırlamıyorum; çünkü mücadeleyi, tırmalamayı çok seven bir adamdı. Kendini fiziksel olarak zorlayacak meşgaleler çıkarıyordu. Ironman’e katılıyordu son zamanlarda; dağ bisikleti, kano yarışları, koşu… Sürekli antrenman yapıyordu.


Mert Merkit:
Babamın bütün bu sporları yapmasındaki en büyük neden bence dedemdi. Zira dedem, yaşlandığı zaman fizik olarak oldukça bitikti, babamın en büyük korkusu da buydu. Dedemi gördükçe daha çok bisiklete binmeye, koşmaya başladı. Dinç kalmak istiyordu.

Özlem Duygu: Önce öneriler doğrultusunda Half Ironman yaptı. Full Ironman için Frankfurt’a gitti. Yüzmede beklediğimizden iyiydi, bisiklette fena değildi ama koşu derecesi yavaştı. Meğer bisiklette düşmüş, ondan dolayı da koşuda zorlanmış. Sonra bitirince hemen aradı. “Ironman oldum” diye. 12 saat 37 dakikada bitirmişti. Bir sonraki yıl için hedefi Ironman Nice’e katılmaktı. Koşusunu geliştirmek için de Berlin Maratonu’na katılma hedefini koymuştu kendisine. Ama bunları yapamadı maalesef.

 

Özlem Duygu: Annesi yarışlara yollarken hep “Oğlum yavaş git” dermiş.

Abla Mine Merkit: Ablam komalara girerdi. “Kemal gitme” derdi, çok endişelenirdi. Ben insanların hep keyif aldığı, sevdiği şeyleri yapmasına taraftarımdır. Ama korkardım. Canlı takibi vardı Dakar’ın, oradan bakardık babamla birlikte. Korkardık ama babam da desteklerdi.

Doğan Akçura: Severek, isteyerek giderdi ya, kendisi de hiç korkmazdı bu yüzden. Ben de hiç endişelenmezdim. O son yarışa ise aslında sevmeyerek gitmişti Kemal. Önceki akşam karşılaşmıştık biz Özlem’le. Aramızda da konuşmuştuk, “Organizasyonda ol da katılım artsın” demişler ona.

Özlem Duygu: Aslında yarışmayacaktı, takım lideri olarak gidecekti oraya. 6-7 kişilik bir kadro yaptı, son anda hepsi vazgeçti. Bu yüzden de yarışmak zorunda kaldı.

Selçuk Bektaş: O TransAnatolia’ya beraber gitmiştik. Şehre gelirken “Galiba şu anda hayatımın en fit zamanını yaşıyorum” dedi. 52 yaşındaydı. Sonra gariptir, şöyle dedi: “Ulan, şimdi böyle dedim ya, bir de ölürmüşüz.” İlk gün akşam 16-17 gibi döndük. Hava kararmadan biraz önce koşuya çıktı. Bütün gün 250-300 kilometre yol yapmışsın, yarışmışsın, çok yıpratıcı bir şey, bir de akşam koşardı.

Özlem Duygu: Berlin Maratonu’na üç hafta kalmıştı, beraber koşacaktık. Çok antrenman yapıyordu. Orada da çok yüksektelerdi, oksijen azlığından nefes nefese kalmıştı. Beni aramıştı mutlu bir şekilde, “Koştum, antrenmanımı yaptım” diye.

Abla Mine Merkit: Annem “Gitme oğlum, zaten Dakar’a gideceksin” demişti. O da “Anne, antrenman için gidiyorum. Hırs yapmayacağım, birinci olmak için çalışmayacağım” demişti. Kemal her zaman yarışa giden bir insandı, ilk kez bana telefon etmişti, “Vedalaşamadık Mine” diye. Aynı şekilde ablamı da aramış.

Selçuk Bektaş: Ertesi sabah Konya’da Meke Gölü’ndeyiz. Çok da hızlı bir etap başlangıcı orası; incecik, toprağın üzerinde bir toz tabakası var. Startta konuştuk. Bizden ben vardım, Türkiye Enduro Şampiyonu Serkan Özdemir vardı, arada birkaç da yabancı…

Serkan Özdemir: Kemal Abi hepimizden erken kalkmış, “Bugün kendimi çok iyi hissediyorum, motorum çok iyi” demişti. Üçüncü sırada start aldı. Çok hızlı ve etkileyici bir çıkıştı. O gün hiç rüzgâr esmiyor, yarışçılar start aldığı zaman toz bulutu kalkıyor ve uzun süre kaybolmuyor. Nitekim sıram geldiğinde hakemden bir dakika geç start izni istedim, önümü göremediğim için. Çıktım, her yer toz bulutu… Bir tepeyi geçtikten sonra baktım, ileride duran bir şey var… Önce algılayamadım, biraz daha yaklaştığımda yolun kenarında bir motosikletin durduğunu fark ettim, sağ tarafta bir motosikletçi, sol tarafta bir baktım Kemal Abi…

Selçuk Bektaş: Start zamanım geldiğinde bastım gittim. Akabinde bir noktaya geldim, yerde motorlar duruyor… Serkan koşarak bana geldi; “Ne oluyor?” dedim, “Kemal Abi öldü” dedi.

Serkan Özdemir: Kazadan bir 45 saniye falan sonraydı. Önce Nirco Niotto’yla ikisinin çarpıştığını düşündüm. Hemen organizasyona haber verdim. Daha sonra Nirco’dan öğrendim; bu roadbook’la (yol kitapçığı) birlikte çalışan, mesafeyi ölçen tripmetre denilen cihazdan şüpheleniyorlar. Çünkü bir sapak var orada, roadbook’ta da bu işaret var ve onlar büyük ihtimalle o sapağı kaçırdıklarını düşünüp emin olmak için birbirlerini yavaşlatıyorlar ve 20-25 kilometre hıza düşüyorlar. O hıza düştüklerinde de Hollandalı Wouter Vaarkamp bu motosikletlerin toz bulutunun içerisine giriyor.

Gülden Aktugan: Annesinin dediği gibi işte, yavaş gidiyordu. Ama…

Yiğit Top: Hollandalı genç bir çocuk, bence hiçbir kabahati yok, 110 kilometre hızla arkadan Kemal Abi’ye çarpıyor. İkisi de vefat ediyor orada. İtalyan da düşüyor, yaralanıyor.

Selçuk Bektaş: Serkan “Nabzı atmıyor” dedi. Ben tabii mahvoldum. Gidip görmek istemedim. O kadar vahim bir manzara anlattı ki bana, kafamdaki o Kemal’i öyle görmek istemedim. Belki yanlış, bilmiyorum, hâlâ bugün sorguluyorum ama o an öyle hissettim..

Gülden Aktugan: Arkadan çarpan Hollandalı çocuğun annesi babası da orada yarıştaydı. Annenin bakışını, özür dileyişini ömür boyu unutmam. Kadın çocuğunu kaybetmiş, hâlâ “Çocuğum Turkish hero’ya çarptı” diyor.

Timur Sağlam (Arkadaşı): Gencecik evlatlarını kaybetmenin acısına ek olarak tepkiden de korkuyorlardı. Ben onlara sarılıp bu kazaların her zaman aklımızdaki bir ihtimal olduğunu söyledim. Herkes iyi davrandı, imalı bakış bile olmadı.

Abla Mine Merkit: Ben Van’daydım, o sırada arkadaşım “Kemal Abi kaza geçirmiş” dedi. Zır zır telefon çalıyor. Odada bir başka arkadaşım vardı, ona “Bence öldü” dedim. “Yoksa böyle söylemez.” Geldiler söylediler, ben tabii koma. Annem de pazara gidiyor o sabah, pazardaki adam anneme “Başınız sağ olsun” diyor, annem öyle öğreniyor. Babama söyleyemiyorlar, Parkinson hastası o zaman, ona “Acil doktorlar çağırdı, İstanbul’a gitmemiz lazım” diyorlar.

Mert Merkit: Ben zaten uyuyordum, saat 10.00 civarları, öyle hatırlıyorum, kapı çaldı…

Kızı Mine Merkit: Dişlerimi fırçalıyordum, o gün de ilk defa televizyonu açmamışım ben. Normalde ilk işim. Neyse, annem kapıyı açtı, arkasında Doğan Abi, banyonun kapısı açık, tam görüyoruz birbirimizi. Görmedim hiç öyle bir surat ikisinde de… “Çok kötü bir şey oldu” dedi.

Mert Merkit: Doğan Abi yine biraz daha durabiliyordu, annem yerlere düşer vaziyetteydi. Hiç unutmuyorum gözümün önündeki sahneyi.


Ozan Alacalıoğlu: Benim Dakar dâhil birçok yarışa gitmemin nedeni Kemal’di. O “Ozan gel, benimle sohbet et” derdi. Benim için de mevzu, kaza yaparsa onun yanında olmaktı. Ve öldüğü kaza da hiç olmayacak, olmaması gereken bir şeydi bana göre. Yoksa geçirdiği bazı kazalara baktığımda “Çok daha evvel ölebilirdi” diyorum. Ne kazalar, tehlikeler atlattı. Ama buradaki ölüm şekli, olacak gibi bir şey değil. Olacak gibi değil.

Doğan Akçura: Orada adamla sohbet etmesi, o toz toprak içinde durmaları… Hiçbiri normal değil.

Gülden Aktugan: Sonrası, korkunç bir boşluk. Beş sene oldu, hâlâ her gün aklımda, sürekli konuşuyorum. Ben babamı sekiz sene önce kaybettim, Kemal’i de beş sene önce. Babam ve Kemal. Başka bir şey yok yani. Türkiye’ye en son geldiğimde mezarına gittim. Mezarının üstünde bütün madalyaları duruyor, ilk günden itibaren, üstünde Dakar’dan kalan 55 numarası.

Timur Sağlam: Düşünmek gereken şey, Kemal’in en son duyduğu bir egzoz sesi. Neler neler atlattı zaten, daha evvel sekiz canı gitmişti. En sevdiği işi yaparken, en sevdiği sesi duyarken Kemal için her şey orada kapandı.

Özlem Duygu: Şimdi, sadece sokakta konuştuğu biri bile hatırlıyor onu. Ne kadar gülerdi, pozitifti diye. Mıknatıs gibiydi, herkesi çekerdi. Her şeye çok şükreden, değerini bilen biriydi. Mesela bisikletle dağa çıkıyorsunuz, yoruldunuz, sıkılmaya başladınız. Hemen size çevrenizdeki o manzaranın güzelliğini gösterir, bu işi zorunlu yapmadığınızı, zevk aldığınız için devam ettiğinizi hatırlatırdı. “Çok tatlı hayatımız var” derdi. O lafını dövme yaptım ben sonra.

Yiğit Top: Ölümünden iki ay sonra Dakar dövmemin yanına 55 yazdırdım onun anısına. Öldüğü sene Dakar’da da 55 numarayı onun anısına boş bıraktılar.

Timur Sağlam: Dakar gibi bir dünyada para pul, statü gibi şeyler yoktur. O motosikletin üzerine çıktığın zaman kimse senin baban kim, kaç paran var, politikacı mısın, artist misin diye bakmaz. Çok temel duygular ve karakter özellikleri ön plana çıkar; ne kadar sağlamsın, ne kadar pozitif, dürüst, adilsin? Tüm bunların çok sıkı yargılandığı yerlerdir. Karakterin alabildiğine zorlandığı böyle bir camianın herkes tarafından sevilen, herkes tarafından yardım edilmeye çalışılan bir figürüydü Kemal. Dünyanın en prestijli yarış organizasyonu Dakar’da 55 numaranın ertesi yıl kimseye verilmemesi ne demek? Kendi kendine sürünerek gittiği o camiada karakter olarak bu kadar kabul görmek, bu kadar sevilmek için tek şansınız var: Müthiş bir insan olmanız lazım.

Serra Okumuş Onay: Kemal, motosiklet sporunun imajını değiştirmiştir bana göre. Zira motosiklet dediğinizde hep daha ciddi, agresif bir kimlik gözünüzün önüne gelir. Kemal o gülen yüzüyle, tutkusuyla birçok şeyi değiştirdi. Rusya’da bir kaza geçirip gelmişti. Onu bile o kadar eğlenerek anlattı ki…Kendisiyle dalga geçerek, “Böyle bir salaklık yapmışım” diye…

Ozan Alacalıoğlu: “Ben şanslı bir adamım,” derdi, “her sıkıştığımda bir şey beni son dakikada kurtarıyor.”

Yiğit Top: Bon Jovi’nin bir şarkısı vardır hani I’ll Sleep When I’m Dead diye. Kemal Abi de sürekli bir aksiyonda, hareketteydi. Bir insanın yüzü hep mi güler? Her şartta, her an mı güler?

Ozan Alacalıoğlu: Ben cenazede de söyledim. Tamam iyi yarışçı falan ama boş verin bunları… Her şeyden önce iyi bir insandı. “Ölünün arkasından kötü konuşulmaz” derler, ben konuşurum. Ama o çok güzel bir insandı. Onun için çok üzülüyorum. Ben çok sayıda yakın arkadaş kaybettim ama onun yeri başkadır.

Kızı Mine Merkit: Evleri çok güzeldi babamın. “Güzel yaşam sanatı” derdi hatta. Ufak dokunuşlar yapardı. Bir tane ayna var mesela, dik dururken yan çeviriyor ama hakikaten banyonun havası değişiyor bir anda. Zevkli bir adamdı.

Mert Merkit: Bir de inşa ederdi; iskele, balkon…. Keyifle yapardı her şeyi. Her zaman müzik çalardı mesela, ne yaparsa… Müzik ve spordu hayatı. Saksafon çok severdi. Pink Floyd, Led Zeppelin, Deep Purple severdi. The Beatles falan yumuşak gelirdi ona.

Ozan Alacalıoğlu: Biz Viyana’da konsere giderdik onunla. Rock jenerasyonuyuz. Ama caza da meraklıydı. Chick Corea, Jan Garbarek gibi isimleri sever, konserlerini kaçırmazdı..

Mert Merkit: Babamı ben hayatımda sarhoş görmedim. Küfür ettiğine çok çok nadir denk geldim. Ben kötü bir şey yapınca bana mesela “Eşoğlueşek,” derdi, “eşeksin çünkü ben eşeğim, sana öğretememişim.” Ben 17 yaşında arabayı çarptım ama annemi değil babamı aradım. Biliyorum, kızılacak bir şey var ama babam kızmayacak. “Sıkıntı yok, olur öyle şeyler” derdi. Sporda ne kadar hırslıysa para hırsı o kadar azdı. Şu kadar mı parası var, o kadarlık yaşardı ama onu da iyi yaşardı. Hiçbir zaman “Çok param olsun da şu arabayı alacağım” yok; neye ihtiyacı varsa o kadar.

Timur Sağlam: “Abicim benim 500 lira emekli maaşım var, en kötü Tayland’a gidip bir bar açarım, bütün gün sahilde gezerim” deyip bunu da gerçekten yapacağı için söyleyen bir adamdı. Hepimiz saçma sapan şeyler için hayatımızı zindan ederken Kemal dimdik dururdu. Her şeyle savaşmaya, her şeyi yenmeye hazırdı. Bir ömre 4-5 hayat sığdırmıştı.

Abla Mine Merkit: Hayatı bir parti gibiydi Kemal’in; hep bir eğlence, hep bir komiklik, hep bir pozitiflik.

Mert Merkit: “Bir yere girdiğin zaman onu keyif alacak hâle getirmek senin elinde; direnip zehir de edebilirsin, çok tatlı bir şeye de çevirebilirsin” düşüncesiyle hareket ederdi. Mottosu buydu. Kendisi yapabildiği için, herkesin de yapabileceğine inanırdı.

Özlem Duygu: Koşuya çıkardık, bu sıcakta. Düşünün, koşmak nasıldır bu havada. Ben yorulurdum, o şey derdi: “Güneş beni yenemez, yenemez!”

Bu yazı, Socrates’in Eylül 2017 tarihli 30. sayısında yayımlanmıştır.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Padok #1

Padok #1

6 sene önce
İki İskoç

İki İskoç

6 sene önce